Aileyle bayramlaşınca dargınlıkların, küskünlüklerin giderileceği varsayımı ya da umudu ama her halde daha çok klişesi demek yerinde olur, mümkün mü sahiden? İçinden şiddet geçen ailelerde çocuklar büyüyüp, yetişkin insanlar olunca bir el öpmeyle anne-baba şiddeti kelebekler gibi kanatlanıp uçar gider mi o yetişkinlerin çocukluğundan? Peki ya içinden şiddetin bir türlü geçip gitmek bilmediği ailelerde bayram sabahı yaşlı, genç, çocuk en iyi kıyafetlerini giyinip, kuşanıp tebrikleşince bir anda buharlaşır mı o şiddet? Cevaplayamadığım sorular.
Belki çoklarınca cevap aranması bile gereksiz. Hatta belki bunlar mantıksal tutarlılıktan yoksun, soru bile sayılamayacak hezeyanlardır, bir anda aklıma üşüşüveren. Bilmiyorum. Bildiğim iki şey var. Birincisi aile içi şiddetin devasa bir olgu olarak karşımızda duruyor oluşu. İkincisi bir kurum olarak ailenin, içindeki bireylerden ve yaşanmışlıklardan bağımsız olarak, bizatihi kendisi bir varlıkmış gibi öne çıkarılıyor oluşu. Gün, bayram günü olunca haliyle takılıyor aklıma yukarıdaki sorular. Hayatın olağan akışı içerisinde insanlar arasındaki ufak tefek kırgınlıklar bile aile içinde yaşandığı takdirde bireyin kişiliğini olumsuz etkiler, ruhsal bütünlüğünü yaralarken, gördükleri şiddet, çocukların geri kalan hayatını nasıl şekillendirir? İki anlamda da düşünmek gerekiyor, gördükleri şiddet sözünü. Hem tanık olma hem de maruz kalma. Maruz kalma ve tanık olma dışında bir de yansıması var o şiddetin. Şiddet gören kadının, çocuğuna şiddet uygulaması gibi… Sonsuzca uzanan bir sarmala dönüşüyor şiddet, hayatın her alanında. Ve başladığı yer aile, ev.
Ev içi şiddetin önlenmesine yönelik sözleşme ve yasa ise aileyi parçalayan, yok eden yasa ve sözleşme olarak adlandırılıyor bu ülkede. Sadece sokakta, kahvehanelerde değil bakanlık koridorlarında, basın açıklamalarında bile yer alıyor kadına yönelik şiddetle mücadele yöntemlerinin, ev içi şiddeti önleme çabalarının aileye zarar verdiği yönündeki beyanlar. Hatta sempozyum bile düzenlenmişti bu konuda hatırlarsınız. Sempozyum ne kelime, uluslararası sempozyumdu, o. Neyse, teker teker kimlerin neler söylediğini saymaya kalksam bu yazı bitmek bilmeyen yılan hikayesine döner. Gerek İstanbul Sözleşmesine gerek bu sözleşmeye dayalı şiddet yasasına (6284) “aileyi parçaladığı” iddiasıyla karşı çıkanların, tedbir kararlarına itiraz ettiklerini belirtelim kafi.
Yasa ve sözleşmeye göre şiddetle mücadele için uygulanması gereken iki ayrı tedbir kararı var. Birisi önleyici tedbir kararı diğeri koruma tedbir kararı. Şiddetin varlığını biliyorlar, şiddet sonrası cezalandırmaya da açıkça karşı çıkmıyorlar ama şiddetin önlenmesi için alınan tedbir kararlarına itiraz ediyorlar. Koruyucu ve önleyici tedbir kararlarının ve bu kararlarda kadın beyanının esas alınmasının, aileyi parçaladığı iddiası, aile içinde yaşanan şiddetle mücadele edilmesine itiraz anlamına geliyor. Şiddet sonrası cezalandırma bir şiddetle mücadele yöntemi olarak son derece yetersiz. Yapılması gereken şiddeti önleyecek tedbirlerin alınmasıyken yasa ve sözleşmeye önlem alarak aileyi parçaladığı savıyla karşı çıkış, hangi aile sorusuyla yüzleşmeyi gerektiriyor. Toplumun temeli olduğu iddia edilen aile, içinde şiddet yaşanan aile mi ki şiddetle mücadele mevzuatına “aileyi dinamitlediği” hezeyanıyla karşı çıkılıyor? Yok eğer ev içi şiddetin yaşanmadığı aile ise savunduğunuz o vakit şiddetle mücadele mevzuatına niçin karşı çıkarsınız?
Ağustos ortasına geldik, önümüz Eylül. Göz açıp kapayana kadar geçer o da. Ekim başına tarihlenmiş pek çok yasal düzenleme beklentisi biriktirildi, iktidar tarafından. Nafaka, erken evliliklere af, şiddetle mücadel mevzuatında değişiklik gibi konuların hepsi aile kurumuyla ilişkilendirilerek sürdürülen kampanyalarla, toplumsal talep izlenimi yaratmayı hedefliyor. İktidar yasaların uygulanması konusunda siyasi irade göstermediği için kamu görevlilerinin gösterdiği zafiyeti ve yargının içine düştüğü açmazı derinleştiriyor bu beklentiler. Yasaların uygulanmasında zaten sorun vardı. Üstüne bu yasaların değişeceği beklentisinin iktidarca beslenmesiyle kadınların hayatı giderek daha güvencesiz oldu.
10 Ağustos tarihli haber, tedbir kararlarının gerektiği şekilde uygulanmadığını gösteriyor. Pek çok kadın gibi Fatma Hülya Yıldız da aileyi parçaladığı iddia edilen tedbir kararı uygulanmadığı için öldürüldü. İçindeki insanı, kadını ve çocuğu değil aileyi önceleyerek tedbir kararlarına karşı çıkanların payı yok mu şimdi bu cinayette? PTT’de çalışan Fatma Hülya Yıldız işe gelmedi. Arkadaşları polise bildirdi. Çilingir yardımıyla eve giren polis, Yıldız’ın cansız bedeni ile karşılaştı. Kafasına poşet geçirilen Yıldız’ın başının sağ tarafında sert bir cisim darbesi ve sağ boyun kısmında kesici alet yarası tespit edildi. Yıldız’ın bir süre önce eşinin kendisine şiddet uyguladığı gerekçesiyle boşanma davası açtığı, mahkemenin koruma kararı verdiği öğrenildi.” Bu beş satırlık kuru haberden bile yaşadığı şiddetin boyutu, öldürülüşünün bile işkenceyle gerçekleştirildiği fışkırıyor. Üstelik haberde katil erkek ne ismi cismiyle ne de işi, mesleğiyle anılmış. Yargı tedbir kararı verdiği halde devlet kadını şiddetten korumazken medya şiddet faili katil kocanın ismini titizlikle korumuş. Sahi kutsadığınız aile, erkeklerin katil, kadınların maktul, çocukların öksüz kaldığı aile mi? Değilse şiddetsiz aileler için şiddeti önleme ve şiddetle mücadele mevzuatına itiraz etmeyin.