Dünyanın genelinde de böyle belki ama Türkiye’de her yerdekinden biraz daha fazla olmak üzere, siyaset siyasal alanın dışında, kültür-din alanının arasındaki sınırın belirsizleştiği, pek çok spekülasyonun, manüplasyonun imkan dahilinde olduğu mevziye konuşlanmış durumda.
Siyaset ister pragmatik ister popülist ister kamucu olsun, emek vererek, organik olarak üretilmesi gereken ve hem maddi hem de manevi bedeller etrafında oluşturulan bir zanaat. Bu zanaatkarlığın, kültür ve din ile ikame edilmesi ise kaymağın; kolay köpürtülen, maliyetsiz, göz doyurucu, ilk tüketildiğinde lezzetli gelen, her şeye kullanılabilen ama bayağılığı ve zararları sonradan anlaşılan krem şanti ile ikame edilmesine benzer bir şey.
Öte yandan, bu ikamenin elbette bir ekonomi-politiği var, çok sayıda politik aktör ve ‘politize kitleler’ siyasetin içinde ve bu kadar büyük bir hacmi organik siyaset ile doyurmak da elbette hiç kolay değil. İktisadi olarak spekülatif sermayenin, besin zincirinde GDO’nun oynadığı rollerin benzerini, otokratik popülist rejimlerde din ve kültür oynuyor gibi görünüyor.
Tüm bunlar elbirliği içinde, siyaseti, toplumu ve ekoloji olarak dünyayı mutlak yok oluşa doğru sürüklüyor ve ait oldukları eko-sistemi tahrip ediyorlar.
Bu tahribatın en son örneğini, geçtiğimiz günlerde yaşanan seccade skandalı tartışmalarında gördük. Havuz medyası, uzun zamandır aradığı Kılıçdaroğlu ile ilgili skandalı, seccadede buldu ve elbette konunun üzerine atladı, tepindi, tepindi, tepinmeye devam ediyor. Öncelikle, bu seccade fotoğrafı, AKP ve avanesinin üzerinde tepinmeye bayıldığı "CEHAPE camileri kapattı ve gene kapatacak" anlatısını besleyen bir şey. İkincisi, AKP’nin giderek bir yolsuzluk koalisyonuna dönüşmesinin ardından, tarikatları ve değişik İslami çevreleri AKP’nin bir kutsal merkez olarak inşa edilmesi için defansa çağırdığı GEZİ günlerinden beri oluşturmaya çalıştığı bir teo-politika var. “Camiye ayakkabılarıyla girdiler, içki içtiler” iftiraları ve Kabataş’ta “Benim başörtülü bacıma… saldırdılar” fantezileri hem CEHAPE’ye ilişkin tarihsel referansları besleyen hem de, AKP’nin kleptokratik rejimini kutsallaştırmaya çalışan teo-politikanın önemli ayetleri. “İstanbul düşerse, Reis düşerse, Kudüs düşer” türü çiğlikler ya da 15 Temmuz mitolojisi de aynı teo-politikanın mütemmim cüzlerinden başka bir şey değil.
Hülasa, siyasi katılım, kampanyalar, bütçeler, söylemler, karizma, strateji-taktik ve programatik çatışmalarla yürütülmesi gereken siyaset, belki de dünyanın en dünyevi işlerinden birisi olması bakımından seküler bir alanda sürdürülmesi gereken siyaset, Antik Yunan tragedyalarında deus-ex makine’nin belirdiği anlardakine benzer bir şekilde, tümüyle kutsallık zemininde ve siyaseten ya da hukuken değil, antropolojik tabular aracılığı ile edinilmiş dokunulmazlık zırhları aracılığı ile sürdürülüyor.
Özellikle 15 Temmuz’dan sonra, siyaset sahası, tümüyle bir kutsallar ve tabii bunların karşısında murdarlar[1], dokunulamaz kahramanlar ve onların bu sıfatı hak etmelerini sağlayacak kahredilmesi gereken ve giderek büyüyen bir iltisaklılar ve intisablılar ordusu.
Hülasa, bu kutsallık ve dolayısıyla kutsal dokunulmazlık alanı, ki buna antropolojide tabu deniliyor, iktidar tarafından o kadar genişletildi ve o kadar çok şeye indirgendi ki, AKP elitinin şatafatı ve kokocu danışmanların hedonik hayatlarından başka dünyevi olan hiçbir şeye yer kalmadı.
AKP ve iktidar bloğunun böylesine dünyevileştiği, neredeyse mütedeyyin bir barok devrinin içinden geçtiğimiz şu günlerde, 14. Louis ya da De Sade gibi hedonistlere bile parmak ısırtacak şu günlerde, seccade önce böylesine büyük bir hassasiyete, sonra da kutsalın iktidarına ya da iktidarın kutsalına dönüşüveriyor?
….
Her şeyden önce, bir dinin kutsalları, kutsallığın söylemleri, temsilleri ve materyalitesi, kutsal metinlerde yazılan şeyler aracılığıyla değil, din ile toplumun karşı karşıya geldiği toplumsal kültür alanında belirlenir. Eğer öyle olmamış olsaydı, kutsal metinlerde ya da 10 emirde çok net bir şekilde yasaklanan pek çok uygulamanın örneğin “ÖLDÜRMEYİN”in ulus devlete ya da törelere ait yasal ya da kültürel pek çok kodla aşındırılması ve ölme/öldürme eyleminin bizzat kendisinin şehitlik/gazilikle kutsallaştırılması mümkün olmazdı.
Başka türlü söylersek, kutsal dediğimiz şeylerin önemli bir kısmının din ile hiç alakası yoktur, kalan kısmı da dini görünümlü kültürel fenomenlerdir. Ki gene bu yüzden dünyada yaşayan üstelik önemli bir kısmı sünni mezhebine mensup olan Müslümanlar, abdest almaktan, ölü gömmeye, mezar taşının biçiminden evlenme-boşanmaya, akrabalık ilişkilerinin kurgulanmasından devlete varana kadar birtakım kutsallar üzerinde mutabakat bir yana büyük bir çatışma içerisindedirler. Örneğin Batı Akdeniz-Ege’de camiler yalnızca namaz vakitlerinde açılarak kutsallığı korunulur, ama Kürt vilayetlerinde ve İran’da camiler, yalnızca cami cemaatinin değil, bir bütün olarak cemiyetin/komünitenin kutsallığını büyüttüğü mekanlar olarak da kutsaldırlar ve yalnızca ibadet için değil, düğünden sünnete, bireysel ibadetten toplumsal ritüellere, hatta pinekleyip istirahat etmeye kadar oldukça geniş amaçlara hizmet ederler.
Dolayısıyla kutsal ve onun sınırlarını çizen murdar, belirli bir sosyo-kültürel bağlamda inşaa edilir.
Gene, seccade meselesi üzerinden devam edelim. Örneğin Tayyip Erdoğan’ın üstelik pek çok kez ve dünyanın pek çok yerinde camilere ayakkabısıyla girdiğine ilişkin pek çok fotoğraf da ortaya saçıldı. Peki Kılıçdaroğlu’nun ayakkabısı murdarken, Erdoğan’ın ayağı nasıl bir tür taban-ı şerif olabiliyor?
İşte bu nokta her ne kadar dini gibi görünse de, buranın açıklanması din-diyanet-tefsir işlerinden değil, antropoloji alanından gelir. Zira, bir şeyi kutsal ya da murdar yapan şey, dini metinler değil, kutsalla murdarın sınırında duran, komünitenin bütün kültürel ilişkilerini, tabularını ve kollektif bilinçdışını yansıtan şey geçmişte kabilenin totemi, modern dünyada ise siyasi şeftir.
Bu işlevi, modern Türkiye tarihinde yerine getirmek iki kişiye kısmet olmuştur ki, birincisi Mustafa Kemal ikincisi de Tayyip Erdoğan’dır[2]. Bizzat sembolik bedenleri aracılığı ile tahayyül ettikleri toplumun kutsalları ile murdarları arasındaki sınırları çizmişler, gene bizzat sembolik bedenleri aracılığı ile siyaset alanını bir tür teo-politikaya dönüştürebilmişlerdir.
Seccadenin kutsal olup olmadığına ilişkin soruya verilebilecek yanıt, 1984’te 2 kere 2 kaçtır sorusuna verilen, “siz kaç etmesini isterdiniz” yanıtı gibi olabilir ancak. Bütün dinsel metinlerde, herhangi bir kutsallığı olmayan seccade, AKP Türkiye’sinde iktidar ve toplumun bir kesimi için kutsallaştırılmıştır.
Burada asıl sorulması gereken soru, seccadenin kutsal olup olmadığı değil, AKP’nin hala birtakım şeyleri nasıl kutsallaştırabildiğidir ki, eğer soruyu böyle sorarsak AKP seçmeni, Asım’ın nesli, Türkiye muhafazakarlığı gibi şeyler belki biraz daha anlaşılır olabilir.
AKP kendi kutsallık sistemini, tabularını, kollektif bilinç dışını (ya da buraya havuz medya yahut troller de diyebiliriz) ve tabii kahredilmesi gereken murdarlarını inşa ederken, Marks’ın, burjuvazinin din ile ilişkisini betimlemek için kullandığı; “dini olan her şey dünyevileşirken, dünyevi olan herşey de dinselleşiyor” formülünü tıpa tıp uyguladı. Böylelikle, özellikle 15 Temmuz’dan sonra mütedeyyin barok devri başladı ve takipçilerine bu dünyada cennet vaad etmeyen, bizzat dünyevi cennete girme ehliyeti verebilen; mülkü, zenginliği, şatafatı, ayrıcalığı, dokunulmazlığı kutsallık olarak tanımlayan bir reis elbette kutsallaşacaktı ki öyle de oldu.
NOTLAR:
[1] Kutsal ve murdar aslında Durkheim’in sacre/profane ikiliği. Türkçe’ye kutsal ve dindışı olarak çevrildi. Ben profane’ın dindışı tanımlamasını eksik buluyorum ve murdar olarak kullanıyorum, zira profane yalnızca dinin dışında değil, aynı zamanda kutsalın dışında ve kutsalın kutsallığına halel getiren şeydir. Örneğin, 15 Temmuz’dan sonra, Kadir Topbaş’ın Sarıyer’de vatan hainleri mezarlığı kurma önerisi ya da Binali Yıldırım’ın Ekrem İmamoğlu’na kaybettikten sonra yaptığı “bu seçimler murdar oldu” açıklaması, kutsal ile murdar arasındaki ilişkinin koordinatlarını bize verir.
[2] Burada lütfen, Mustafa Kemal ile Tayyip Erdoğan’ı nitelik bakımından karşılaştırdığım düşünülmesin, tümüyle işlevsel bir şeyden bahsediyorum.