Kutuplaşan Türkiye’yi vasatlıkta birleştirme gayreti

Alenen biat eden ya da biat ettiğinin farkında olmadan biat eden bütün kişi ve kurumlarıyla Türkiye bir vasatlık cenderesine çekilmek isteniyor. Ortalamada kalmak ve sıradanlık güvenli liman yaratıyor.

Azmi Karaveli azmikaraveli@yahoo.com

Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyum rektör atanmasıyla, YÖK’ün açıkladığı Anadolu Projesi aynı döneme denk geldi, ardından rektör yardımcısı bulunamayan üniversiteye iki yeni fakülte açılması sürece tuz biber ekti. İktidar, paradoksal biçimde itiraf ettiği kültürel hegemonya inşa edememe halini, bu alanda var olan egemen kişi ve kurumları aşağıya çekerek gidermek istiyor. 5 büyük inşaat şirketi, para yutan Diyanet, bütçeleriyle 10 katı hastane yapılabilecek şehir hastaneleri, geçmediğimiz halde parasını ödediğimiz köprüler, tüneller, esnaf kazansın mantığıyla açılan her şehre bir üniversite, her ilçeye MYO, bu 19 yılın temel kurumları haline geldi ve bütün bunlar dönemin temel kalkınma modelini oluşturdu. Eksik kaldıklarını düşündükleri alanlarda, eski Türkiye’nin kişi ve kurumlarını yanlarına çekerek, biat ettirerek, kadrolaştırarak, içlerini boşaltarak dönüştürüyorlar. “Kutuplaşan Türkiye”nin farklılıkları düşmanlaştırarak, “birlik beraberlik” hamaseti eşliğinde herkesin vasatlıkta birleşmesi isteniyor. Böylece eşitlik idealinin; sıradanlıkta, yoksullukta, vasatlıkta hayata geçirilmesi hedefleniyor.

Sanki Türkiye’de değil de, o artık kültleşmiş fıkradaki cehennemde yaşıyor gibiyiz. Hani şu cehennemde, yanlarında ülke adı yazan kocaman birer kazan, her kazanın başında da şayet başını çıkartanlar olursa kafasına vuran birer zebaninin olduğu fıkradan bahsediyorum, aynen bildiniz... Hikâyede “Türkiye” yazan kazanın başında ise kimse yoktur. “O kazanın başında niye zebani yok?” diyen faniye zebani: “Türkiye’den gelenleri kendi hallerine bırakıyoruz, aralarından sivrilen olursa diğerleri onu hemen bacaklarından aşağı çekiyorlar” der. 1960’ların köşe yazarı fıkrası gibi oldu ama iktidarın halihazırda bütün ülkeyi çekmeye çalıştığı cendere tam da böyle bir durum aslında. Birlikte düzlüğe çıkmak, birlikte huzura, refaha ermek, birlikte barış içinde yaşamak, birlikte iyiyi güzeli hedeflemek yerine, var olan kalbur üstü yapıları aşağıya çekerek, ülkenin yüzde 50’sini “terörist” ya da “aşırı uç” olarak yaftalayarak, standartta, vasatın monotonluğunda ülkeyi buluşturmak temel hedef haline geldi. Bunu dile getirenleri de “halktan kopuk elitler” olarak nitelemek de cabası...

Sıradanın kutsanması, beraberinde anti-entelektüalizm olarak tabir edebileceğimiz bir süreci de beraberinde getiriyor. Boğaziçi Üniversitesi özelinde öğrencilere ve akademisyenlere yönelik başlayan ve adeta bir cadı avını çağrıştıran yaklaşım, hafızalarımızdan silmek istediğimiz McCarthy'ciliği adeta yeniden hortlattı. Hatırlanacağı gibi McCarthy Amerikası'nda aydınlar "garip ve yumurta kafa (egghead)" olarak tanımlanır ve aşağılanırdı. Bu tanımlama aydınların "halktan kopuk ve solcu" oldukları anlamına gelirdi. Bizdeki "bunlar yarım bile değil, çeyrek porsiyon aydın" söylemiyle hayli benzeşen bir yaklaşım.

“Okumuşların”, sorgulayanların, aydınların iktidarlarla ilişkileri yüzlerce yıldır sorunlu oldu. Sokrates'in ölüm cezasına çarptırılmasından günümüze dek, tüm dünyada binlerce aydın aşağılandı, itibarları ayaklar altına alındı, yargılandı, öldürüldü. Sokrates'in dönemin muktedirlerine teslim olmayarak baldıran otu zehrini içip ölmesi de bir anlamda başkaldırı manasına geliyordu aslında. Tıpkı Edward Said'in 2000 yılında Güney Lübnan ile İsrail arasındaki Babel Fatma sınır kapısında intifadaya katılan çocuklarla birlikte taş atması gibi. Doğru bildiğini ifade edebilme, iktidarlarla arasına mesafe koyma, din ve milliyetçilik gibi konularda egemen zihniyetten bağımsız hareket edebilme konularında tabii herkesin Sokrates ve Said gibi dirayetli olmasını beklemek lüks gelebilir. Bu nedenle Boğaziçi öğrencilerinin ve hocalarının hakkını teslim etmek çok daha anlamlı. “Korkmak ya da korkmamak işte bütün mesele bu” ya da “direnmek ya da direnmemek…” de, şimdi bu tercihleri yapmak zamanı.

Böylesi zamanlarda kişi ve kurumlar alacakları tavırlarla gelecekte anılacaklarını bilmelidirler. Ya ülkenin 6 ayda nükleer silah üretebileceğini düşünen bir rektörün BÜ’ye rektör olmasını, meşruluğunu sorgulamadan atamanın “hukuki” olduğunu savunanların tarafında olacaksınız ya da gerçeklerin arkasında durmaktan çekinmeyecek, iktidarın; muhalefeti, yargıyı, yasamayı, akademiyi, medyayı kısacası bütün aygıtları topyekûn vasatlığın kısırlığında eşitleme tahayyülüne karşı duracaksınız. Ya bir gecede rektör yardımcısı bulmak için iki fakülte açılmasına “ne var bunda canım, hukuk ve iletişim fakülteleri zaten yoktu” diyerek alınan kararlara meşruiyet yastığı olacaksınız ya da anayasal haklarını koruyan gençlerin kayıtsız şartsız “ama”sız yanında duracaksınız… “Ama”sız bölümünün altını bir kez daha çizmek isterim.

Vedat Milor’un kültürel değişimi anlatmak üzerine sık kullandığı “Vasatistan” kavramı, özünde bir seçkinciliği barındırıyormuş gibi görünse de “vasatın”, üstünü mıknatısvari biçimde kendine çekme özelliği olduğunu da unutmamak gerekir. Burslu öğrencileri ilk birkaç binle alan özel bir üniversitede hocalık yapan arkadaşıma, “Yüzde 100 bursla gelen öğrencilerle yüzde 100 ödeme yapan öğrenciler nasıl aynı ortamda uyum içinde olabiliyor?” diye sormuştum, “sistem burslulara göre hazırlanmadığı için bir zaman sonra onlar da inişe geçiyorlar ve ortada buluşuyorlar” demişti. Seçim dönemlerinde hayal ettikleri ülkeyi anlatmak yerine, ülkeyi gittikçe aşağıya çeken muhafazakâr dile sarılan, ya da pazarlıklarla aşiret liderlerinin kapısını çalan istisnasız bütün siyasal partilerin orta yolcu, pragmatik yaklaşımına benziyor. “Gerçekçi ol, bir kez de imkansızı iste be arkadaş” talebi, “haklısın ama bu seçim çok önemli, Türkiye’nin gerçekleri malum” statükoculuğuna takılıyor, bu durumda bir arpa boyu gidemeyen bizler, bu döngü içinde koskoca bir ülke daha da kısırlaşıyor, vasatlaşıyor.

Özetle alenen biat eden ya da biat ettiğinin farkında olmadan biat eden bütün kişi ve kurumlarıyla Türkiye bir vasatlık cenderesine çekilmek isteniyor. Ortalamada kalmak ve sıradanlık güvenli liman yaratıyor. Ayşe Buğra başta olmak üzere medyada birçok akademisyenin hedef gösterilmesi, feminist, öğrenci ve LGBTİ hareketlerine karşı başlatılan linç kampanyalarının arkasında bu bilinçli sıradanlaştırma politikası var. Tanıl Bora’nın Birikim’deki makalesinde ifade ettiği gibi: “Vasatlığın muhafazakârlığı, kendini “marjinal” nefretinde çok açık gösterir. Marjinal’e, standarttan sapana kahretmek, kendi vasatlığında memnun mesut kalmanın teyit ve teminatıdır. Vasat üstüne duyulan haset ve hınç da, vasatlık bilincini, kendi vasatlığını idrak etmeyi çok açık gösterir. Vasatlığın aslında en az bunlar kadar aşikâr bir mahfazası da bol kepçe methiye ve rütbe.”

Şimdilerde herkes öğrencilere nasihat veriyor, kesmiyor ailelerine sesleniyorlar, ancak bu arkadaşlar yazdıkları tarihi bildiriyle herkese “gölge etmeyin başka ihsan istemiyoruz” mesajı verdiler. Çünkü bu vasatlığın sonunun hep birlikte daha da dipsiz kuyu olduğunu biliyorlar ve seslerini bu yüzden yükseltiyorlar. Tıpkı solcusundan İslamcısına herkesin takdir ettiği İbn-i Haldun’un Mukaddemesi’nde dediği gibi, “Fazla tevazunun sonu vasat insandan nasihat dinlemektir.” Pasifizmi şiar edinmiş muhalefetin anlayamadığını, daha fazla nasihat dinlemek istemeyenler hayata geçiriyor. Hazır İbn-i Haldun’dan konu açılmışken yine aynı eseriyle bağlayalım yazıyı, zira intihalci ve BÜ’de hazıra konan kayyum Bulu’ya 14. yüzyıldan, nokta atışlı pek güzel seslenmiş: “(…) Çünkü körü körüne taklit etmek, ilimlerde hiçbir emek harcamadan başkalarının hazırına konmak ve cehalet insanların derin ve yaygın özelliklerinden biridir.”

 
Tüm yazılarını göster