Geçen haftaki yazıda, “9 Temmuz’un rövanşı ne zaman?” diye sormuştum. Bu sorunun arkasında da, pek çok kişinin kafasındaki; “15 Temmuz törenlerinin bu işin zemini olup olmayacağı” şüphesi vardı. İktidar bekleneni yaptı ve doğrudan bir karşılaştırmaya girmeden siyasi atmosferi koyu bir medya taarruzu ile istila ederek, moral ibreyi kendi tarafına çevirmeyi denedi. Kıyas imkanı sağlayan görüntüler ve “kalabalık” açıklamaları, tereddütsüz bir galibiyet havası için açık bir karşılaşmayı arzulayan taraftarları ne kadar memnun etti? Kestirmek zor. İktidar açısından da; tüm sivillik iddiasına rağmen, askerlerin görünmemesi dışında devlet merasimi havasındaki yıl dönümü etkinlikleri, bir süredir ısrarla talep edilen “canlı taban motivasyonu” olarak ne kadar tatmin ediciydi? Bunu da bilmiyoruz. Ancak bu örtülü rövanş hamlesine eşlik eden dilin ve paralel icraatın, önemli bir ölçek sıçramasına işaret ettiğine kuşku yok. 16 Nisan referandum kampanyalarından bu yana bir biçimde muhalefet tarafından çizilmeye başlayan “fark çizgilerinin” üzerinden iktidar kalın fırça darbeleriyle geçiyor. Bir haftadır onun çizgileri çok daha görünür.
Özellikle Erdoğan’ın yaptığı konuşmaların içine özel olarak yerleştirilmiş “50 milyonu kurtarmak” gibi ifadeler - sonradan bazı tevil hamleleriyle yumuşatılmaya çalışılsa da – ciddi bir eşiği işaret ediyor. Raftan indirilerek yeniden tedavüle sokulan idam meselesi, hapishanelere tek tip elbise önerisi, insan hakları savunucularının tutuklanması, OHAL’in uzatılması ve daha önemlisi uzatılma gerekçesi (“demokrasimizin, hukuk devleti ilkesinin ve vatandaşlarımızın hak ve özgürlüklerinin korunmasına yönelik tedbirlerin devamlılığını sağlamak üzere”), meclisteki törenler sırasındaki tutum ve iç tüzük hazırlıkları gibi hadiselerle tablo daha da belirginleşiyor. Artık “kutuplaştırma” ve “karşıdakilere” güç göstermede, fütursuzluk ve aleniyet açısından yeni bir ölçeğe doğru ilerleniyor veya öyle görünmesi şiddetle arzu ediliyor. Tek parti dönemine dair muktedir algısının göstergesi olarak kullanılan “halk sahile hücum etti vatandaş denize giremedi” sözü terse çevrilerek, “kutuplaştırma” artık açık seçik bir “odaları ayırma” sınırına varmış görünüyor. Bu ölçek değişikliğinin ilk sonucu da, son zamanlarda yavaş yavaş kendi gücüne odaklanmaya başlayan muhalefetin dikkatinin yeniden iktidarın gücüne çekilmesi oluyor.
İktidarın gücü ve bu gücün kaynağı meselesine yoğunlaşılınca tartışmalar iki ayrı yoldan ilerliyor. Birinci rota toplumsal tabanı, ikinci rota ise çıkar ittifaklarını öne koyuyor. Ama her durumda tartışma, değiştirilmesi, sarsılması, geriletilmesi zor bu güç birikimi karşısında nasıl konumlanmak gerektiği üzerine formül arayışlarına uzanıyor. Ortadan yarılan ve giderek birbirinden ayrılmaya başlayan toplumsal zeminin “büyük parçası” olmakla ilgili oluyor her şey. Geçen haftaki yazıda da değindiğim üzere bu konularda değerli yazılar okumaya devam ediyoruz. Ben de bu tartışmalara önemli katkısı olabilecek bir çalışmadan bahsederek katılmak istiyorum. Boğaziçi Üniversitesi’nden Hakan Yılmaz’ın yaptığı “Türkiye’de siyasetin anlam haritasını çizmek, tartışma eksenleri ve yorum çerçeveleri’’ başlıklı çalışma. Hayli kapsamlı çalışmanın yukarıda işaret etmeye çalıştığım gündemle de, özellikle toplumsal taban bakımından “kim neden, nasıl ve nerede güçlü?” sorusuyla da yakın bir irtibatı olduğunu düşünüyorum. Ayrıca, biraz şaşırtıcı ölçümlerle bazı ezberleri de biraz hırpalıyor sanki.
Hakan Yılmaz, Medyascope.tv Toplum ve Siyaset programında şöyle diyor: “Bu araştırmanın bize öğrettiği şey şu oldu: İdris Küçükömer’in veya başkalarının söylediğinin tersine, Türkiye’de sol da, tıpkı sağ gibi, toplumsal kültürün en az sağ kadar, hatta birçok durumda ondan daha fazla, çok önemli bir ideolojik eksenini oluşturuyor. 'Sol, Türkiye’de sağa göre marjinaldir' demek çok yanlış”. Ve şöyle devam ediyor; “Milliyetçilik ve başka milletlerle ilişkiler ideolojik olarak sağın kalesiyse ya da sağ değerlerin en yoğunlaştığı alan bu ise, ekonomi ve sınıfsallık da solun değerlerinin en çok yoğunlaştığı alanı oluşturuyor”. Hakan Yılmaz siyasetteki sağ ve sol değerler meselesine bir iç-dış ayrımı koyuyor ve içe gidildikçe sağ, dışa gidildikçe sol değerlerin öne çıktığına işaret ediyor. Özel alana, inançlara, kimliklere, aileye, hayat tarzına sağ değerler hükmederken, kamusal alana, ekonomiye, sınıfsal duruma, devlete doğru gidince sol değerler öne çıkıyor. Daha da dışarı çıkılıp dış dünya, diğer devletler, düşmanlar, “beka davası” yine milliyetçiliğin ve dolayısıyla sağın hakim olmaya başladığı sular. Yani sol değerlerin etkili olabildiği, “sonuç alabildiği” alan en iç çekirdek ile dış kabuk arasında sıkışmış ama aslında siyaset üretmek için hiç de sınırlı olmayan – hatta bana göre çok verimli - bir bölge.
Tartışmaya açmayı istediğim de tam da bu nokta: yapısal olarak bir kuşatma içindeki sol (buna biraz genelleştirerek muhalefet diyebiliriz) siyaset imkanı iktidar tarafından iyice kalın çizgiler arasına hapsedilirken, nasıl “karşı stratejiler” öneriyor? İktidar tarafından kendi gücünün kaynağı ama daha önemlisi muhalefetin güçsüzlüğünün gerekçesi olarak sık başvurulan “milli değerlere yabancılık ve işbirlikçilik” suçlamaları zaman zaman çok etkili olabiliyor. İşte öyle zamanlarda, karşı strateji olarak sağ değerlerden “makul olanların” ödünç alınmasıyla sağlanabilecek bir “taşma” fikri fazlasıyla ilgi görüyor. (Zaman zaman devreye girmiş “çatışarak alan genişletme” tercihlerini dillendirenler artık iyice sessiz veya bir kısmı iktidar blokuna dahil olmuş halde) Çok kabaca, son derece doğru gibi görünen “karşı taraftan oy alamadıkça sonuç alınamaz” önermesi bu “alan dışına” yayılma formüllerini besliyor. Fakat, yukarıda bahsettiğim araştırma ve Türkiye’deki uzun dönemli ve yakın tarihli deneyimler kağıt üzerinde doğru görünen bu önermenin pek de sanıldığı gibi çalışmadığını gösteriyor. Aksine, muhalefet siyaseti kendi güçlü olduğu alana çekip iddiasını orada ortaya koyduğunda daha ciddi sonuçlar alabiliyor.
Çok kabaca sol muhalefet, sağ değerler dünyasına yapacağı keşif gezilerinden çok, kendi değerler dünyasının çekim, etki ve belirleyicilik dozunu artırarak sonuç almaya daha yatkın. Yani geçişkenliği kendi dışına doğru bir akışla yayılmak için kullanmak yerine, kendi alanına dışarıdan bir akış yaratmakla uğraşması daha anlamlı. Söz konusu çalışma, bu üç katmanlı değerler dünyası arasındaki geçişkenliğin de sanılanın aksine hâlâ mümkün olduğunu gösteriyor. Açıkçası, bu köşede daha önce de bazı yazılarda ele alındığı üzere 7 Haziran, 16 Nisan ve Adalet Yürüyüşü dolaylı olarak bunu gösterdi. Fakat, daha güçlü bir belirti, iktidarın sürekli alan duvarlarını yükseltmeye çalışması ve siyasi gündemin merkeze gelmesini engelleyerek, “iç alanda veya dış dünya temasında” kalması için büyük çaba sarf etmesi. İktidarın güç konsolidasyonuna karşı savunma hattını veya propaganda masasını sağ değerler dünyası tarafına ya da sınırına kurmak, küçük sızma imkanları yaratsa da, kurmaya çalışılan alan duvarlarını sağlamlaştırmaya daha çok hizmet ediyor. Dolayısıyla, iktidarın gücü, muhalefetin güçsüzlüğü meselesini siyasetin yapıldığı alanla ve geçişkenliğin yönüyle ilişkilendirerek tartışmayı yenilemenin faydalı olacağını söyleyerek şimdilik nokta koyalım.