Kimlik siyasetinin yol açtığı sıkışmışlığa karşı yine tanıdık bir formül devrede: Biraz Alevi, zorunlu Kürt, makbul düzeyde sosyal demokrat, eser miktarda sosyalist ama mutlaka muhafazakar tarifiyle girilen siyasal gen havuzundan çıkarılacak politik bir mutant. Peki çözüm bu mu? Kutuplaşma deyince ne anladığımıza bağlı…
‘Türkiye çok kutuplaştı…’ Şu sıralar neredeyse her analizin girişine asılan bir tabela bu. Bir dönem ‘mahalle baskısı’, ardından ‘yaşam tarzı’ kodlarıyla açıklanmaya çalışılan toplumsal denklem; bugün de bir kimlikler sarkacına sıkışıp kalmanın ifadesi olarak ‘kutuplaşma’ etiketiyle işaretleniyor.
İktidarın, statükosunu, farklı kimlikleri kışkırtarak tahkim ettiği muhakkak. 23 Haziran sonuçlarının bu basınca tepki olduğu da doğru. Ne var ki sandık tercihi sadece bunun üzerinden okunup, Türkiye’nin üçte ikisinin sağ muhafazakar skalada olduğu düşüncesinden yola çıkılarak, alelacele yeni bir ‘merkez dizaynı’ çözüm olarak sunuluyor.
İktidarın da özellikle kaçtığı bir alana, adaletsiz yaşamın kaynağına eğilmeden, sadece onun tezahürleri üzerinden siyaset devşirmek, bizatihi sorunu ıskalamaz mı? ‘Hele bir iktidar bölünsün’ şartıyla başlayan kendinden menkul bir ‘öncelikler listesi’ni, toplumun ‘ihtiyaçlar listesi’ne ikame etmek, memleketin derdine çare olur mu? Hadi daha açık soralım: Kutuplaşma deyince herkes aynı şeyi mi anlıyor?
***
Kutuplaşma üzerine belirgin bir teori inşa eden ilk isim İsveç sosyal demokrasisinin fikri mimarlarından Gunnar Myrdal’dı. Myrdal’ın çalışmaları ülkeler arasındaki eşitsizlikler üzerineydi. Eşitsizliğin izini ekonomilerde de sürdü, Amerika’daki siyah ırka yönelik ayrımcılıkta da. 1959’da dile getirdiği ‘Kutuplaşma Teorisi’nin esası, serbest ticaretin daima zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul kıldığıydı. İster uluslararası olsun ister ulusal, ister ırksal olsun ister kültürel tüm kutuplaşmaların temeline aynı sorunu yerleştiriyordu. Zengin-fakir kamplaşması… Pek çok yönden tartışılsa da Myrdal’ınki iktisadi değil ahlaki ve politik bir yaklaşımdı. Düşüncesi, uzun yıllar akıl hocalığını yaptığı ve Avrupa’yı hegemonyasına almış İsveç tarzı sosyal demokrasinin mayasını oluşturdu.
Bugün o siyaset tarzının kazanımlarını silip süpüren neoliberalizmin eskisinden daha keskin ürettiği kutuplaşmaların temelinde de aynı şeyin olduğunu söylüyor, bir başka iktisatçı. Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital kitabının yazarı Thomas Piketty’ye göre de, belirleyici olan kutuplaşma servetin belli ellerde toplanmasıdır ve bu durum iktisadi değil politik bir meseledir.
***
Ali Koç da kutuplaşmadan dert yanıyor, enflasyon kadar zam alamayan TÜPRAŞ işçisi de. Dışişleri Bakanlığı’nın sitesinde halen duran makalesinde Türkiye’deki gelir adaletsizliğini yazan Kemal Derviş’in anlattıkları da gerçek, onun programıyla yaşamları mahvolan TEKEL işçilerinin başına gelenler de… Sorun burada başlıyor aslında. Gelir adaletsizliği ekonominin, kutuplaşma siyasetin hanesine yazıldığı vakit, politik olan politika dışına çıkarılıyor. Geriye sıkıntıların müsebbibi olarak kötü yönetim, yanlış tercihler, liyakat katli, partizanlık kalıyor.
Son dönemde yapılan bir araştırma bu bakımdan çarpıcıydı. Dissensus’un ‘Ekonomik Kriz ve Duygular’ başlıklı çalışmasının sonuçlarını değerlendiren Prof. Dr. Nükhet Sirman, 23 Haziran’da değişimin tek nedeninin kesinlikle ekonomik sıkıntılar olmadığını söylüyor. ‘Kesinlikle’ vurgusundan sonra gelen yorum şöyle: “Gündelik hayatta uğradıkları haksızlıklar İmamoğlu ile özdeşleşmelerini sağlamış durumda. KPSS’den yüksek not almalarına rağmen memurluğa yerleştirilmemeleri ya da partiye kayıt yaptırmadan işe girememeleri dile getirilen örnekler.”
Şu yorum da dikkat çekici: “Görüşmecilerimizin tümünün çok önemli bir arzusu daha var: Tatile gitmek. Sanki herkes bir nefes almaya, her şeyi unutmak için şu İstanbul’dan uzaklaşma ihtiyacı duyuyor… Hepsinin bu arzuyu dile getirmesi üzerine epeyce düşünmemiz gerek.” (Değerlendirmenin tamamı burada)
Karl Marx’ın, Feurbach’tan ödünç aldığı ve bilinci belirleyen koşullar için kullandığı popüler sözündeki gibi, “Bir kulübede, saraydan farklı düşünülür.” Tatil ferahlama, kul hakkı öteki dünyaya havale, israf gereksiz harcama, kibir aşağılama olarak okunursa, belli bir kimliğe işaret eder; ama adaletsizliğin dile gelişi olarak duyulursa bambaşka bir gerçeğe tekabül eder. Peki o gerçek nedir? 17 yıllık AKP iktidarının yarattığı toplumsal yıkımın haritasının belirleyici koordinatları nerededir? Epeyce üzerine düşünmemiz gereken şey belki de budur…
Piketty’nin de içinde yer aldığı bir grup iktisatçının hazırladığı veri bankasından elde edilen şu grafik, AKP dönemindeki toplumsal yıkıma dair çok şey anlatıyor:
Mavi çizgi nüfusun en yoksul yüzde 50’sini kırmızı ise en zengin yüzde 1’lik kesimi gösteriyor. 2008’den sonra makas açılmaya başlıyor ve özellikle 2013 sonrasında uçurum daha da büyüyor. Bu tarihlerden ilkinin 2008 krizi olduğunu, ikincisinin ise pek çok kesim tarafından AKP’nin mutlak bir otoriterliğe saptığı milat olarak görüldüğünü söyleyelim.
Bu uçurumun derinleşmesinde neler etkili oldu? TÜİK verilerinden yararlanılarak oluşturulan imar rantı ve faiz, borsa geliri vb. dahil ülkedeki gelir kaynaklarından kimin ne kadar pay aldığını gösteren aşağıdaki grafik de bunun cevabına ışık tutacak nitelikte.
Nüfusun beşinci diliminde yer alan en zengin yüzde 20, emeklilik de dahil neredeyse ülkedeki tüm gelir kaynakları üzerinde mutlak bir hakimiyet kurmuş durumda. Kim bu servet iktidarının sahipleri?
Ekonomist dergisinin her yıl yayınladığı ve hisse, gayrimenkul vb. gelirler de dahil dikkate alınarak yapılan En Zengin 100 Aile listesinden yararlanılarak hazırlanan şu grafik, yıllara göre 100 zengin ailenin serveti ile Türkiye’nin GSYH’sini karşılaştırıyor:
2004’ten beri 100 zengin ailenin elindeki servet, GSYH’nin ortalama yüzde 24’üne denk düşüyor. AKP’nin ilk yıllarında 80-90 milyar doları bulan servetin tutarı bugün 120 milyar dolar civarında. İktidarın otoriterleşme eğilimine girdiği milat kabul gören yılda servet, 250 milyar dolara ulaşıyor. Bugünkü kurla hesaplandığında 17 yıl öncesinin neredeyse 4-5 katı olduğunu hatırlatalım. Bu listenin yüzde 75’i AKP döneminde hiç değişmedi. 2008’den sonra ise listeye AKP’nin palazlandırdığı 20-30 isim eklendi. Forbes’un dünya çapında yayınladığı zenginler listesinde Türkiye adına ilk sırayı Saray’ın inşaatçısı Rönesans Holding’in sahibi Erman Ilıcak’ın aldığını not edelim.
Aynı dönemde kutbun diğer cephesi ne durumda? 4 milyonu bulan yoksul aile sayısı 6 milyona kadar çıktı. Yıllık ortalama gelir TÜİK’e göre 20 bin lira. Yoksul ailelerin geliri bunun çok daha altında tabii. Milyarlarca doları olan 400-500 aile ile yılda 20 bin lirayı göremeyen milyonlarca aile nasıl aynı adaletten, hukuktan, demokrasiden konuşabilir? Konuşsa bile, nasıl aynı şeyi kastedebilir?
Bu kıyamet dengesine dokunmayan, onu piyasanın işleyişine havale eden bir politikanın önerdiği ‘uzlaşma’, statükoyu siyasette değiştirse bile, ekonomide restore eder ancak.
***
‘Biraz Alevi, zorunlu Kürt, makbul düzeyde sosyal demokrat, eser miktarda sosyalist ama mutlaka muhafazakar’ tarifiyle girilen siyasal gen havuzundan çıkacak politik bir mutantı çözüm olarak sunmak yeni bir şey değil, elbette. Türkiye’nin yakın geçmişi benzer toplumsal ‘kızıl elma’ arayışlarıyla dolu. Demokrat Parti veya ANAP bir yana, 2002 AKP’si için bile aynı şeyler söylenmişti. Söyleyenler de aynıydı… Söylenen, söyleyen aynıysa, şimdi yeni bir sonuç çıkar mı?