AKP siyaset tarzında ve Tayyip Erdoğan'ın hükümet etme anlayışında, "yerli ve milli" alışkanlıklara uygun olarak hiçbir şey tek başına ele alınmıyor, alınamıyor. Tek çeşit yemekle kalkılan masayı "fakirlik" alameti saymakla ilgili olabilir. Bir alanda önemli bir düzenleme yapılacaksa onun yanına, önüne, arkasına ilgili, bazen de çok ilgisiz mutlaka bir başka mesele iliştiriliyor. İttifak düzenlemesi yapılacaksa, seçim sistemi ayarlamaları da aynı pakete giriyor. Çocuk istismarı engellenecekse zina meselesi ilave ediliyor. "Paralel yapı" tasfiye edilecekse, bu vesileyle muhalif olabilecek herkes işten atılıyor. Yasama tarafında bu iş çok abartılınca, literatüre "torba yasa" kavramı kazandırıldı ve artık yasal düzenlemeler torbayla, çuvalla geliyor. Belirli konularda teklif veya tasarı hazırlayan ekiplere ilk sunumlarında "e bunun yanına ne koyacaksınız" diye soruluyor herhalde. Bu yaklaşımın, "kestirmecilik", "toptancılık", "bir taşla çok kuş", kolaycılık, başlıkların ayrı ayrı ve etraflıca tartışılmasını engellemek, genel destek almış konuların arkasına saklayarak daha sorunlu düzenlemeleri yapmak gibi bir sürü "teknik" avantaj için tercih edildiği ortada. Ama çoğunlukla arkasında (yani burada da tek kap yemekle yetinilmiyor) daha kurnazca "siyasi mühendislik" çalışmalarının olduğu da görülüyor.
Önümüzdeki günlerde, çocuk istismarı konusuyla birlikte "zina" hakkında da bir düzenlemenin gündeme getirilecek olması böyle bir "mühendisliğin" ürünü gibi duruyor. Cumhurbaşkanı, geçtiğimiz günlerde "mantığına açıklık getirmeksizin" çocuk istismarı, cinsel suçlar ve zina konularının aynı kapsamda ele alınması gerektiği talimatını vermişti. Erdoğan'ın, "o zaman yanlış yapmışız" diyerek, AKP iktidarının ilk yıllarında 2004'te AB karşısında ilk önemli geri adımı attığı "zina" ile ilgili bir rövanş arayışında olduğu ortada. Aralarında popüler isimlerin de bulunduğu kalabalığın, nispeten "tehlikesiz" gördükleri için "örtülü" muhalefet yapmaya hevesli olduğu "çocuk istismarı" meselesindeki toplumsal duyarlılığın, iktidara hedef almasının önlenmesi de sebeplerden bir diğeri. Fakat meselenin, cepheleşme siyasetindeki temaları çeşitlendirmekle de yakından ilgisi olduğunu düşenebiliriz. "Yerli ve milli" kutuplaşmasının, "verimliliği" düşmeye başlayan Afrin gündemi ve dozu azalan (azaltılan) "Batı" ile kapışma gibi temalara eklenecek yeni başlıklarla çeşitlendirilmesi, acilen "hayat tarzı siyaseti" ile takviyesi gerekiyor. "Hayat tarzı" siyaseti desteğe çağrılacağı zaman hemen raftan indirilen birkaç başlık var: "Ahır yapılmış camiler", "başörtülü bacılarım" ile içki, "tahrik" ve "namus" nesnesine indirgenen kadın algısına dayalı "ahlak" saldırısı.
Çok da eski değil: Gezi gündemi son derece sıcakken 2013 yılında, iktidarın otoriter şiddetini yükselttiği ve bunun "biraz" tartışılabildiği günlerde, o zaman Başbakan olan Erdoğan verdiği bir röportajda, "Dolmabahçe ofisinin camından baktığında gördüğü mini etekli, şortlu kızları tasvip etmediğini ama kimseye de karışmadıklarını" söylemişti. "Hayat tarzı siyaseti" yapıp tarafını gösterip kınadığını işaret ettikten sonra karışmadığını iddia etmek, bu alandan eleştirilmeyi engellemenin kolay yolu. Tıpkı, "kimsenin içtiğine karışmıyoruz" deyip, peşinden "boğuluncaya kadar için" demek gibi. Böylece, "hayat tarzı" mağduriyeti ve artık "hayat tarzı siyaseti" tekeli de kimseye bırakılmamış oluyor. Son derece haklı "başörtüsü" meselesinin uydurma tarih yazımı örnekleriyle özellikle birlikte kullanıldığı "mağduriyet" söylemi, bir süredir yürürlükte olan kutuplaştırma siyaseti tarafından bir "özgürlük" sorunu olarak kurgulanmıyor. Geçmişin mağduriyetleri, "hayat tarzının" politik baskı dışında tutulması konusunda bir bilinci değil, "kindar neslin" saldırganlığını beslemek için kullanılıyor. Çoğu uyduruk kınama veya göstermelik cezalarla geçiştirilen "meczup zırvaları"ndaki aşırı artış, "asıl kaynağa" yönelmeye cesaret edilemeyen tepkinin yönünü değiştirmek için olduğu kadar, bilinçli bir "yol vermenin" de mahsulü.
"Hayat tarzı" siyasetini, kutuplaşmanın önemli bir aracına dönüştüren iktidar, rövanşist tatmini okşayan sembolik çıkışlarını bir süredir artırdı. Taksim Camii'nin görünür biçimde yükselmeye başlamasıyla, AKM yıkımının senkronize hale getirilmesi, kolayca gözlerden uzak olarak yapılabilecek Kadir Mısırlıoğlu ziyaretinin "görünürlüğüne" gösterilen özen, popüler simaların birbiri ardına "ne kadar da özgürüz" açıklamaları ile bir takım ilahiyatçıların "milletin değerlerinin" kabul sınırlarını zorlamasının eş zamanlı oluşu fazla "şüpheli rastlantılar". Zina düzenlemesi de işte böyle bir konjonktür ve "hazırlanan" iklimin etkisinde gelecek. Memleketin ahlakını bozmak isteyen Batı'nın müdahaleleriyle daha önce durdurulan "ahlak" hamlesi yapılırken, "milletin değerlerine" uygun davranan davranmayan ayrımı dosta düşmana gösterilecek. Düzenlemeye karşı çıkanlar "ahlaki değerlere", çocuk tacizi konusunda 12 yaş sonrası için "ceza hafifletmeye" itiraz edenler de, "hayatın gerçeklerine" uyum göstermeyenler olarak etiketlenecek. Muhtemelen, zina düzenlemesiyle ilgili taslak ortaya çıkmadan çeşitli "kulis" haberleriyle tartışma iyice kışkırtılacak, "milli ve yerli" cephenin savunma hattına "ahlak" kalkanı da eklenmeye çalışılacak. Ancak, böylesi saldırılara karşı daha hazırlıklı olan kadınların, muhalefetin paralize olmasına izin vermeyecek bir dinamizm göstermesi de şaşırtıcı olmayacak.