Lahey perdesiz şehir: Seç bir Escher ver bi Vermeer

Hollanda evlerinin yüksek pencerelerinden içeri sızan ışığın ressamıdır Vermeer, işte o pencerelerin perdeleri geceleri hiç kapanmaz. Gündüz içeri aldıkları ışığı gece dışarı verirler adeta.

Abone ol

Kaosa taparız, çünkü düzen kurmaya aşığız.*

M.C. Escher

Mecliste arif ol kelamı dinle. El iki söylerse sen birin söyle.

Karacaoğlan

Görece evrende her şey ötekine tabidir; asla ama asla sabit bir ölçü yoktur, varsa da daima vasatsındır diğerine göre. Oysa biz kendimizi hep bir şey sanırız. Olmadığımızı kanıtlayacak birazdan Escher.

Güliver’in, bir seksen boyumla cüce olduğum ülkesindeyim, tramvayda kadınların dünyanın geri kalanını tepeden izlediği Hollanda’da. Diğer ülke elbette, dev olup metroda bir bakış attım mı en son kompartımana ulaştırdığım Japonya. Orayı da yazacağım, daha ileri bir tarihte.

Hollanda kışının gümüşi fonunda gezineceğiz iki gün boyunca. O evlere girip çıktıkça, patlıcan morları, patlak sarılar, parlak kırmızılar her yerden fışkıracak. Lacivert kadifeler, yeşil ve pembe brokarların konuğu olacağız.

Yüzde on yedisi deniz seviyesinin altında, yüzde ellisi denizden ancak bir metre yüksekliğe ulaşabilen bu yassı ülke, gerçek anlamda ilk kapitalist olma unvanına sahip. Boşuna dememişler Netherlands yani alçak ülke diye. “En”lerin memleketi Hollanda. Avrupa’nın, hatta Asya ülkelerini dahil etmezsek dünyanın en büyük limanı Rotterdam’da. Bu küçücük toprak parçası, Amerika Birleşik Devletleri’nden sonra dünyanın en büyük tarım ihracatçısı.

Hayır, Amsterdam’a gitmeyeceğiz! Felemenkçede Den Haag İngilizcede The Hague denilen, bizim Fransızcadaki adını kullandığımız Lahey, Hollanda’nın yönetsel başkenti. Parlamento, devlet binaları ve kraliyet ailesinin üç resmi sarayından biri olan Paleis Noordeinde’ye ev sahipliği yapıyor. Schiphol Havaalanı’ndan Lahey’e yarım saatte ulaşıyorsun.

Şehir merkezindeki her yere yürüyerek ulaşmak mümkün. Otelimiz sarayın bahçesine bakıyor. Odalarının bir kısmı yenilenmiş. Hoşluk olsun diye bizi yeni bir odaya yerleştirmişler. Anneannem olsa “Seeemiyom.” diyeceği türden soğuk bir oda. Asla vazgeçmediğim huyum: üst katlardaki bir odada kalmak, şehre mümkünse bir nebze olsun yukarıdan bakmak, nefes almak. Resepsiyonistten ricada bulunuyorum. Çatı katında bir lokomotif veriyor, yatak ancak sığmış, banyo odadan büyük ve yekpare mermer. 1960 yılından beri el değmemiş, bayıldım. Keşke hiçbir yeri yenilemeselermiş diyorsun, ta ki…

Gecenin dinginliğinde ritmik bir ses, nabız gibi, hafiften başlayıp güçlenerek atıyor: “tık, tık, TIK, TIK, TIK…” Kışları en üst katların tipik sorunu. Hava yapan kalorifer peteği, yeknesaklığıyla beynimizi delse de kısa süre sonra ninniye dönüşüyor ya da biz yorgunluğa teslim oluyoruz.

Bir şey var bu otelde, modern gibi ama değil, kafa karıştırıcı eklektik bir yapı, farklı dönemler iç içe girmiş sanki. Her şeyden önce ruhu, yaşanmışlığı var mekânın. O zaman nedenini kavrayamıyorum. Bu yazıyı yazarken merak edip senin için araştırdım. Bina 1858 yılında okul olarak yapılmış. Duyuyordum, çocuklar sesleniyormuş geçen yüzyıldan tevekkeli.

1912 yılında otele dönüştürülmüş. O yıllarda hiç alışık olunmadık şekilde, bir kadın tarafından işletiliyormuş. Hayli dikkat çeken merdivenleri ünlü mimar Hendrik Petrus Berlage tarafından eklenmiş. Bir yıl sonra Lahey’in ilk vejetaryen restoranı açılmış içinde. Ama esas vuruş şimdi geliyor, dedim ya hissediyordum bir şeyler diye. İngiliz filozof Bertrand Russell ve Avusturyalı filozof Ludwig Wittgenstein, yirminci yüzyılın en önemli felsefi eserlerinden biri kabul edilen Tractatus Logico-Philosophicus’un ilk müsveddesini tartışmak için burada buluşmuşlar. O görüşme duvarlara sinmiş besbelli. 1960 yılında, yandaki otel ile birleşip zaman içinde bugünkü halini almış. Seni bilmem ama böyle yerler beni çok heyecanlandırıyor. Park Hotel Den Haag hem merkezi hem de hikâyeli.

Yürüme mesafesinde, Lange Voorhout. Böyle ne idüğü belirsiz yerlere bayılıyorum, cadde desen cadde değil, park desen park değil, tarihi gelişiminden belli sıra dışılığı. Orta Çağ'da etrafında çiftlikler olan bu alan, zamanla yapılaşmış. Hayalinde canlandırsana, Holştayn ineklerinin otladığı geniş mera zaman içinde şehir trafiğinin can damarı oluyor. Saray erkanı bu bölgeye yerleşiyor. Daha sonra caddenin iki yanındaki malikanelerin bahçeleri ortak alana katılıp birleştirilmiş, bugünkü parkımsı görünümünü almış. Her yerden ağaçlar fışkırıyor. Veee yolun en sonunda Lange Voorhout Sarayı. Bugün Escher Müzesi'ne ev sahipliği yapan Paleis Lange Voorhout rengarenk odalarıyla bir zamanlar ana kraliçe Emma’nın kışlık sarayıymış.

Çınar’ı, beş buçuk yaşındaki oğlumu daha önceki yazılardan tanıyorsun, durmaksızın bir şeyler çiziyor. Daha önce Escher’in herhangi bir resmini görmemişti. Yatmadan önce kitap okumak yerine müze kataloğuna baktık, göz bebekleri yerinden çıktı, büyülendi. Sonra yüz ifadesi değişti, omuzları sarktı, başı öne düştü. Böyle bir konuda bu kadar güçlü bir tepki verdiğini ilk kez görüyordum. Bir an özgüveni mi sarsıldı acaba diye endişe ettim:

-Benden bile güzel çiziyor!

-Oğlum bir defa senden çok büyük o, bütün ömrü boyunca çizmiş.

-Ama ben böyle çizemiyorum.

-İstersen sen de çizersin.

-Çizebilir miyim?

-Elbette çizersin.

Ne zaman ki Escher’in öldüğünü öğrendi rahatladı. Artık rakip olmadıklarını, ona yetişebilecek, hatta onu geçebilecek zamanı olduğunu mu aklından geçirdi acaba, bilemedim. Kendisi boğa burcu olur. Bütün çocukların aklı farklı işliyor, kalbi farklı atıyor. Ah sevgili Aziz Nesin. “Şimdiki Çocuklar Harika”sı çınladı kulaklarımda.

Gezinin nirengi noktası az ileride. Yine yürüyüş mesafesinde: Mauritshuis yani Maurits’in evi. Johan Maurits, Hollanda’nın on yedinci yüzyılda Portekizlilerin elinden aldığı Brezilya sömürgesinin valisi. Şeker ticaretini canlandırmaya çalışıyor; bakıyor ki şeker kamışı plantasyonlarında iş çok, işçi yok. Hop, yolluyor bir filo o zamanın Altın Sahili bugünün Gana’sına; Elmina Limanı’nı yine Portekizlilerin elinden alıveriyor. Sonra gelsin erkek, kadın, çocuk köleler. Hollanda köleliği resmi olarak yasaklayan son Avrupa ülkelerden biri, yıl 1863.

Maurithuis önemli, çünkü Kraliyet Resim Galerisi'ni barındırıyor. Üç yanı denizlerle çevrili desem yeridir, şehrin ortasındaki gölet mi nehir mi belli olmayan suyun içinden Venüs gibi doğuyor. Yıllar içinde bağışlarla büyümüş, Hollanda’nın resimde altın dönemine ait en önemli eserlere ev sahipliği yapıyor. Duvarları renkli ipek kumaşlarla kaplı, nevi şahsına münhasır bir yapı.

Maurithuis önemli, çünkü orada çanlar benim için çalıyor. Vermeer’in İnci Küpeli Kız’ı tam karşımda, hatta burun burunayız. E doğal olarak aramızda bir mesafe olması gerektiğini hatırlatıyor cayır cayır çalan güvenlik zili. Sonra omzuma bir el dokunuyor hafifçe, hayır dokunur mu hiç, burası Hollanda, herkesin bir mahremiyet mesafesi var. Etkisi dokunmuş kadar, sen tahmin et. Atılıyor muyum yoksa müzeden. Kibarca uyarılıyorum.

Aslında çok daha fazla etkilendiğim bir eser var bu müzede. Bugün bile Anadolu’nun hiç beklenmedik yerlerinde; belki bir restoran, otel ya da kıraathanede, Batı sanatının baş yapıtlarının reprodüksiyonlarını görebilirsin. Bu durum kimseyi şaşırtmaz. İşte bizim evde de ben küçükken, nedendir bilinmez, Rembrant’ın “Dr. Nicolaes Tulp’un Anatomi Dersi” adlı eseri bir dolapta rulo halinde dururdu. Babam ortopedist olduğu için mi alıp kenara koymuşlardı acaba, belki bir gün muayenehanesine asmak için. Neyse ki hiç gerçekleşmedi. Apartmandan çocuklarla zaman zaman, adını sanını bilmediğimiz bu tabloyu açar; sarı kızıl saçlı sakallı, kocaman beyaz yakalı siyah giysili amcalar ve önlerine yatmış, kaburgası ortadan yarılıp kenara katlanmış, beti benzi soluk kireç rengi kadavraya bakar, yarı kıkırdar daha çok korkardık.

İnternetin i’sinin bile duyulmadığı o yıllarda bildiğim iki tür satıcı vardı, her ikisine de bayılırdım: Bohçacılar ve ansiklopediciler. Evimize gelir, elleri asla boş dönmezlerdi. Tombul Çingene teyzeler şamata içinde dantel anglezlerini sergilerlerken, annem pazarlık eder; ansiklopedi satıcıları aynı pazarlamayı daha sofistike şekilde gerçekleştirirlerken, annem yine pazarlık eder, istediği fiyata düşürünceye kadar vazgeçmezdi. Pazarlıktan, Çingene söylene söylene, ansiklopedici azıcık küskün görünerek ayrılsa da; kapıdan çıktıkları her defasında, zafer gülümsemesinin yüzlerine yayıldığından emin olurdum. Annem de seferden ganimetiyle çıkmış kumandan ifadesini bürünürdü arkalarından. Elbette en kazançlı ablam ve ben olurduk. Sanat sevgimi, her birinin üzerinde “I Degli del Colore” yani “Rengin Tanrıları” yazan; zamanın muhteşem, bugünün handiyse çamur baskılı büyük format sanat kitapları ve onları hayatıma katan sevgili anneme borçluyum.

Akşam yemeğini, sokağımızın başındaki restoranda yemeye sabahtan karar vermiştik. Tüm yiyecek ve içecekler kara tahtada yazılı. Gözüm, doğal olarak “Bok Bier” yazısına takılıyor. Yeniliklere daima açığım da… Bok birası, simsiyah bok renginde, koyu köpüğünün üzerinde kara sineğiyle geliyor. Kurtlu tekila konsepti gibi bir şey mi acaba? Alakası yok, kaderin bir cilvesi. Sinematografik bir öğe olarak görmeyi tercih ettiğim hayvancağızı kenara koyup, hayatımda yediğim en güzel hamburgerle bok biramı güzelce mideye indiriyorum. Kaloriferin havasını almışlar, gece rahat uyuyoruz.

Sabah istikamet, adını söylemeyi hiç başaramayacağımız Scheveningen. Lahey, merkezi karada olsa da aslında bir deniz şehri. Son birkaç yüzyıldır ciğerleri ya da cildi hasta, sinirleri bozuk olanlara doktorların reçete olarak yazdığı sahil kasabasının ve plajın adı Scheveningen. “Temiz havası, göz alabildiğine uzanan kumsalları ile şirin bir sahil beldesi.” diyelim de Gazete Duvar yazımızı seyahat kontenjanından yayınlamaya devam etsin. Sonra bir de “Yaz Akdeniz’e ne kadar yakışıyorsa, kış da Kuzey Denizi’ne o kadar yakışıyor.” diyelim mi? Ya bırak Allah aşkına; nerede canım Ege, nerede bu çamur rengi su. Ama…

Aması var. İnsanların, neden okyanusun ötesinde canavarların yaşadığına inandıklarını anlamak istiyorsan tam olarak bu noktaya gelmelisin. Kalın pulları ve sert derileri ile uçan, yüzen ve sürünen bu yaratıklar, tabii ki silik gri ve sıkıcı kahve tonlarının sevişme noktası olan Scheveningen’e gelecekler yumurtlamak için. Karamsarlığın estetiği kumsala yuvalamış.

Benim gelme nedenim ise, bir ihtimal Victorya döneminde yapılmış demir konstrüksiyon bir mendirek görmek. Hani böyle denizin içine doğru uzanır, her tarafı camdır ya. Zamanında burada şahane bir Pier varmış. Siyah beyaz fotoğrafını görünce bilsen nasıl heyecanlanıyorum. Binanın üzerinde sonu okunmasa da devasa harflerle bir reklam yazısı: “Symrna Abdoul-Asis”. O dönemde de İzmir’in tütünü meşhurmuş taaa Scheveningenlere kadar ünü duyulmuş demek. Gri bir günde sörf yapanlar, kumsalda ata binenler ve kargalar. Yürüyüşümüzü yapıp öğle yemeğimizi yiyor, Lahey üzerinden Delft’e geçiyoruz.

Minik ülke, her yer birbirine yakın. Toplamda kırk beş dakika sürüyor Delft’e varmak. Hollanda’nın İznik’i burası, çini görünümlü porselenlerin şehri. Tipik dikdörtgen meydanın kısa kenarında, adı yeni kendi eski bir kilise olan Nieuwe Kerk, tam karşısında kırmızı panjur ve işlemeli taşlarıyla belediye sarayı Stadhuis. İki yanda, sırı sıra dizili taşlı, tuğlalı yüksek pencereleri ile eski evler ve dükkanlar. Yavaş yavaş dolanıyoruz, ta ki elinde uygun fiyatlı fayanslar bulunan o dükkânı buluncaya dek. Mavi fırça darbeleri, oyun oynayan çocuk figürlerine dönüşüvermiş. Dikkatli olmak gerek, porselen üretiminin çoğu Çin’e kaymış. Hollanda’da üretilenler epey pahalı. Hangisi gerçek hangisi değil ayırt etmek zor. Dükkânın sahibesi çok tatlı yaşlı bir kadın. Ebru ile kadınla sohbete dalıyoruz. Kışın hava erkenden kararıyor. Sorumuz üzerine bizi yerel halkın yemek yediği bir lokantaya yönlendiriyor. Enfes bir geyik yahnisi. Derken, yan masadan tanıdık kelimeler çalınıyor kulağımıza, ODTÜ’lü gençler, yüksek lisans yapmak için gelmişler. Delft Üniversitesi dünyadaki en iyi üniversiteler arasında elli dördüncü sıradaymış…

Armut tatlısı pek güzeldi, eritmek için biraz yürümek ne iyi gelir şimdi. Hollanda evlerinin yüksek pencerelerinden içeri sızan ışığın ressamıdır Vermeer, işte o pencerelerin perdeleri geceleri hiç kapanmaz. Gündüz içeri aldıkları ışığı gece dışarı verirler adeta. Evlerin içinde olup biten her şey Hacivat ile Karagöz’ün gölge oyununda olduğu gibi dışarı yansır. Hitchcock’un arka penceresi bu ülkede ön pencere oluverir. Sen de turistsen eğer izleye izleye yanlarından geçer; ilerlerken de iç geçirirsin “Ne olacak bu memleketin hali?” diye.

Belli ki dönüş yaklaşmış, ülkeni hatırlamışsındır. Bu zenginliği görüp, ülkenin durumu ile karşılaştırmışsındır belki. El alem neler yapıyor deyip şaşırmışsındır. Sonra gazete haberlerini, son yıllarda Türkiye’den Hollanda’ya akan beyin göçünü düşünmüş üzülmüşsündür içten içe.

O an Escher’in başka bir sözü gelir aklına.

Sadece absürt girişimde bulunanlar imkansızı başarır.**

Hollanda ot çekmek ya da “Red Light District”ten ibaret olsaydı, o gelgitlerde toprağının yarısını çoktan kaybetmişti. Hollanda çalışkandır. Alçak gönüllülüğü ve toprak sevgisini Kuzey Denizi’nden öğrenmiştir. Ataları yüzyıllar boyunca, arsız dalgaların ülkelerini kaşla göz arasında ellerinden çekip almasını deneyimlemiş, okyanusta bir damla olduklarını derinden kavramıştır. Belki de o belirsizlik ve görecelilik bütün sanatların gübresi olmuştur, aynı Escher’de olduğu gibi ve Rembrant’ta, Bosch’da ve Brueghel’de, van Gogh’da, van Eyck’da, Vermeer’de, Mondrian ve daha yüzlercesinde. Bilim ve sanat işte bu ortamda yeşermiş ve köklenmiş. Demokrasi ne sırf kelamla oluyor ne de kelamla hapsoluyor.

Hollanda’da perdeler çekilmez, pencereler geçirgendir; tüm absürtlükler bir içeri bir dışarı özgürce salınır, etrafa zenginlik saçarlar.

* We adore chaos because we love to produce order.

**Only those who attempt the absurd will achieve the impossible.

§

Yorumlarını paylaşmak, diğer yazılarım ve fotoğraflarımı görmek için blog sayfam www.hayatevi.org’u ziyaret edebilirsin.