Laiklik kavramına ters okuma: 'Laikleşme Sürecinde Camiler'
Deniz Parlak’ın, camileri laikleşme paradigmasına oturtarak Türkiye laikliğini anlamaya odaklanan kapsamlı çalışması “Laikleşme Sürecinde Camiler (Geç Osmanlı’dan Erken Cumhuriyet’e)” İletişim Yayınları’ndan çıktı. Çalışma, camileri laikleşme paradigmasına oturtarak Türkiye laikliğini anlamayı amaçlıyor.
Deniz Parlak, Kocaeli Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde lisansını tamamladıktan sonra Ankara Üniversitesi’nde “Kutsalından Arındırılmış Din: Helal Gıda’nın Ekonomi Politik Analizi” başlıklı teziyle yüksek lisans, aynı üniversitede “Türkiye’de Laikliğin Oluşum Sürecinde Camiler (1923-46)” başlıklı teziyle doktora öğrenimini tamamladı. Çeşitli üniversitelerde çalışan yazar, din-siyaset ilişkisi, siyasal antropoloji, toplumsal cinsiyet gibi konularda çalışarak ulusal ve uluslararası pek çok mecrada makaleler yayımladı. Yazarın bunca yıllık birikiminin ve doktora tezinin meyvesi olan, büyük bir kısmı kütüphane ve arşiv binalarında tamamlanan kitabı “Laikleşme Sürecinde Camiler (Geç Osmanlı’dan Erken Cumhuriyet’e” İletişim Yayınları tarafından okurla buluştu.
Yazarın giriş bölümünde belirttiği üzere çalışmanın amacı camileri laikleşme paradigmasına oturtarak Türkiye laikliğini anlamaktır, zira yazara göre Cumhuriyet tarihi kadar eski olan Türkiye laikliğinin literatüründe iki temel bakış açısı vardır. (1) Cumhuriyet’in kurucu kadro ve seçkinlerinin pozitivist ilkelere bağlı laiklik anlayışı ve/veya (2) tek parti döneminde uygulanan laiklik politikalarının dini kontrol etme, özel alana itme, bireysel yaşama hapsettiği iddiaları. (s.15) Parlak, bu iki bakış açısının da İslam’a karşı alınan konumdan hareket ettiğini belirterek, bu makro analizlerin mikro analizlere kapalı olduğunun, mikro ölçekte bakıldığında Türkiye laikliğinin daha karmaşık bir yapı arz ettiğinin altını çizer. Başka bir deyişle yazar, Türkiye laikliğini camilerde değil, camilerde Türkiye laikliğini görmeye çalışarak tersten bir okuma yapmıştır. Yani tarihsel sosyoloji ve siyasal antropoloji disiplinlerini de göz önünde bulundurur. Nitekim tarih bilimi de artık büyük ölçekli bir bakıştan ziyade diğer sosyal bilimlerle bir araya gelerek küçük ölçekli incelemelere yönelmiştir. Bu noktada, Immanuel Wallerstein’dan itibaren ağırlığını koyan tarihsel sosyoloji ile insanların gündelik yaşamlarındaki kıyafetlerinden davranışlarına, trafik seyrinden asker uğurlama törenlerine kadar sembolleri inceleyen kültürel antropoloji önem kazanmış, onun bir kolu sayılan siyasal yapıların ve toplumsal rollerin, ilkel toplumlarla çağdaş toplumların siyasi dönüşümlerinin mukayeseli incelenmesini konu edinen siyasal antropoloji de ön plana çıkmıştır. Bu seyri ıskalayan pek çok tarihçi 19. yüzyılın Ranke’ci tarih yazımından sıyrılamamış, en fazla Annales ekolünün longue durée’sine gelmiştir. Laiklik gibi hâlâ güncelliğini koruyan, Ayasofya tartışmaları ekseninde daha da gündeme gelen bir kavrama ters okuma yapmak Türkiye tarihini anlamlandırma konusunda büyük kıymet teşkil etmektedir. Farklı bir deyişle ifade etmek gerekirse tarihte üç temel kavram vardır: Özne, zaman, mekân. Tarih yazımındaki ekoller, tartışmalar bu üç kavram üzerinde şekillenmiştir. Deniz Parlak, “Büyük çağdaşlaşma projesinin mihenk taşı olarak görülen laiklik üzerine sayısız tartışma yapılmış, eserler yayımlanmış olmasına rağmen laiklik meselesi güncelliğini korumaktadır. Fakat yapılan çalışmaların pek azı laikliğin nasıl deneyimlendiğine değinmektedir” diyerek literatürdeki diğer çalışmaların “özne” konusunda yetersiz kaldığına işaret eder. Bu minvalde, “Camileri yeniden üreten düzenlemelerin yeni rejimin tesisindeki rolü, personel yapısından kurumsal şekillenmesine, Ramazan ayındaki kullanımından devlet kadrosunca ziyaretlerine, camileri konu edinen demeçlerin içeriğinden vaazların içeriğine, Türkçe ezan tartışmalarından dinî öğretime kadar geniş bir çerçeveyi kapsamakta ve çalışmaya konu olmaktadır” yazmaktadır.
Öte yandan, kitapta seçilen dönem aslında ulus-devletin inşa edildiği dönemdir. Ulus-devletin temelinde ise “milliyetçilik” olgusu yatar. Milliyetçilik, gündelik hayatta “vatan-millet sevgisi” anlamına gelse de çok daha geniş bir kavramdır. Birbirleriyle aslında ortak bağı bulunmayan insanların arasında ezelden gelen ebede giden yıkılmaz bağlar olduğunu sosyal ve fenni bilimleri kullanarak, özellikle dili, edebiyatı, tarihi yeniden inşa ederek kanıtlamaya çalışmak, bir millet kurgusu yaratmaktır; Benedict Anderson’ın deyimiyle “hayali bir cemaat”tir, yani fantastiktir. İşte bu noktada iktidar kurgusunu ören tüm sistemlerin harcı olan milliyetçilik, değişken bir kavramdır, gücünü de buradan alır. İmparatorluğun enkazında filizlenen ulus-devlet kendine bir genesis miti üretmekle işe başlar ve bu mitten hareketle bir kimlik tasarlar. Türkiye tarihine bakıldığına “Türk” kimdir, bilinmez. Türkler önce Orta Asya’nın soylu savaşçılarıdır, sonra “sarı ırk”a mensup oldukları şiddetle reddedilir ve fiziksel antropoloji çalışmalarıyla “beyaz ırk”tan geldikleri, Neolitik çağın kurucuları oldukları, her daim Anadolu topraklarında yaşadıkları, hatta Batı medeniyetinin harcını attıkları söylenir. Tarih kitapları iktidarın istediği doğrultuda yazılır, edebiyat antolojilerine iktidarın istediği şairler alınır, her mecrada “efradını câmi ağyarını mâni” anlayışıyla kanon manzumeleri yaratılır. İşte bu nokta, İslâmiyet her daim kimlik tartışmalarında yer almıştır. Laiklik ise onun antitezi gibi görülmektedir. Oysa bu, meseleye at gözlüğüyle bakmaktır, toplum-iktidar, birey-toplum ilişkilerini görmezden gelmektir. Bu süreç dinamik olup hem İslâmiyet’in konumu hem de laiklik genellikle iktidarın çıkarları doğrultusunda şekillenmiştir.
Yani, “bilimsel devlet”in gündemi geleneksel toplum tarafından sorgulanan Batılı “devrimlerdir.” Chatterjee, bunun “tematik-problematik” ikilemi olduğunu söyler. Milliyetçiliğin Aydınlanma sonrası akılcı düşünceden etkilenerek Batılı ve Doğulu devletler arasındaki farklılığın üstüne kurulduğunu belirtir. Batılı ülkelerin Doğulu devletleri “fakirlik ve itaate mahkûm etmesi” Batı’nın Doğu’dan “bilimiyle, teknolojisiyle ve ilerleme aşkıyla” üstün olduğunu iddia etmek için bir zorunluluktur. Öte yandan, Doğu’nun üstünlüğü “manevi büyüklük” olarak konumlanır. Nitekim, Batılı olmayan ülkelerin modernleşmesi “Batı kültürünün üstün maddi özelliklerini Doğu’nun manevi büyüklüğüyle eşleştirmekte” yatar. Sözün özü, Türkiye modernleşmesi dümdüz bir çizgi değil, değişken bir süreçtir. Nitekim Parlak, “İkinci Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e bir sürekliliği barındırsa da çoğunlukla kopuşlarından söz edebileceğimiz İslam’ın toplumsal iktidar ilişkilerindeki konumunda, camiler laikleşme sürecinde devletin karşısına değil çoğunlukla ‘yanına alarak’ yeniden ürettiği dinin değişimini gözler önüne seren mabetleridir. Ancak kimi zaman aynı camiler toplumsal muhalefetin mevzilendiği yerler de olmaktadır” diyerek Osmanlı modernleşmesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin inşası arasındaki ikiliğe dikkat çeker. Zaten milliyetçiliği besleyen, bu ikiliğin devamlılığıdır. İkilik olan her noktada “yeniden inşa” yahut “kurucu rol” görülebilir, camiler de kurucu rol üstlenen kurumlar olarak karşımıza çıkar. Yani devlet bazen camileri yanına çekmiş bazen de muhalefetin seviyesini camiler sayesinde saptamıştır. Türkçe ezan meselesi bunun en açık örneği olup devletin millî bir din yaratma çabasıdır. Öte yandan laiklik oldukça çarpık bir kavramdır. Zira bu sözcük kilise dışındaki din adamlarının etkisini kırmak, Latince bilmeyen rahipleri ötekileştirmek, kısaca “kilise dışı”nı imlemek için kullanılmış olup anlam genişlemesine uğramıştır. Bu terimle asıl kast edilen “dünyevileşme” olarak çevirebileceğimiz “sekülerizm”dir. Kavram karmaşasını bir yana bıraktığımızda ise daha çetrefilli sorunsallarla karşılaşırız: Laikliğin karşısına konulan din hangisidir? Şüphesiz çoğulculuk yerine çoğunluğu koyan Türkiye rejiminde cevap Sünni İslam’dır. Ya diğer inanışlar? Din özel alana tasfiye edilmiş midir? Camilerin kamusal alandaki rolü nedir? İşte bütün bu sorunsallar kitapta irdelenmiş olup aslında Türkiye için biçilen laiklik kaftanının ne kadar teorik kaldığını, uygulanamaz olduğu göstermektedir ve laiklikten ziyade, tamamlanamamış bir laiklik projesinin söz konusu olduğu anlaşılmaktadır.