Dünkü köşemi tanıdığım, değer verdiğim, kendi kafamda dahi kırmak ve dolayısıyla meseleyi kişiselleştirmek istemediğim bir düşünürün kimi ifadelerine sinirlendiğim için kişisel bir hezeyana ayırdım çelişkili biçimde. Öyleyse, bugün de fazladan bir yazıyla kafanızı laiklik konusunda ütüleyeceğim izninizle.
Meslek büyüğüm ve saygın edebiyat insanı (e.) Büyükelçi Oğuz Demiralp T24’teki köşesinde haklı olarak Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un üzerinde düşünüldüğü belli uzun 2 Ekim Mureaux nutku ve aynı izlekler (yani başta laiklik, ifade özgürlüğü ve ulusal birlik) üzerine zorunlu olarak ondan daha kendiliğinden 21 Ekim Sorbonne konuşmasını bütünlükleri içinde okuyan olup olmadığını sorguluyordu. Ben de haddim olmayarak parmak kaldırıp* “ben” demek istedim.
Zira birincinin ardından burada yazdım, aynı akşam yorum ve aynı gece de ArtıTV’de değerli genç konuklarım Paris’ten Jalal Haddad ve Lille’den Oğul Tuna ile program yaptım. İkincinin ardından da keza aynı sırayla aynı mecralarda yazdım, konuştum, bu defa yine Paris’ten değerli Prof. Dr. Ahmet İnsel ile yayın yaptım.
Laiklik konusunda konuşmaktan kaçınmanın bizi Fransa “geriliminden” uzaklaştırıp, ABD-Britanya “huzuruna” yakınlaştırmayacağını, aksine Bangladeş, Malezya, Arap ülkeleri potasına sokacağını düşünüyorum. Cumhuriyetimizin yüzüncü yılına kutlamaya çeyrek kala, bu konuyu tartışacak entelektüel özgüvene de herhalde toplumca artık sahip olduğumuzu varsayıyorum. Bu yazıda özellikle Ahmet İnsel hocanın bazı ufuk açıcı ifadelerinin tamamına doğrudan atıf yapmasam da, genellikle bunlardan yola çıkarak konunun başka bazı yönleri üzerinde durmaya çalışacağım.
Fransa’da “blaspheme” yani “dine küfürün” suç olmaktan çıkarılması düne değil, 1789 devriminin hemen dört yıl sonrasına dayanıyor. Tahmin ve takdir buyurulacağı üzere, o dönemde konu İslâm değil Katolik kilisesi. Yönetimin amacı kilisenin ayrıcalıklarını ve (dünyevi) siyasetteki iktidar odağı konumunu elinden almak. Bugüne gelirsek, “derin” devletin bir tanımı da, atanmışların yahut seçilmemişlerin, seçilmiş temsilcilerin üzerindeki, evet, “vesayeti” ya; işte mesele o zaman bir bakıma o. Bugün Macron’un güncellemek ve cumhuriyete içeriden tehdit olarak gördüğü İslâmcılıkla mücadele için daha etkin bir hukuk silâhına dönüştürmek istediği laiklik yasası ise 1905 tarihli.
Fransa anayasasının ilk maddesinde (V.) cumhuriyeti “bölünemez bir laik cumhuriyet” olarak tanımlıyor. Jean Baubérot’nun dikkat çektiği üzere günümüzde kimilerinin iddia ettikleri gibi “bir ve bölünemez” olarak değil. O ifade tıpkı şu “blaspheme” hikâyesindeki gibi 1793’ten kalma ve daha 1946’da terk edilmiş bir yazım. Dinçer Demirkent de keza buradaki yazılarında (örnekse son olarak bkz.) bizlere “nüfusun çokluğu ve siyasal birliğin çelişmelerinden” söz ediyor. Bu giriş tanım maddesi o çelişmeleri yönetmeye yönelik.
Ahmet İnsel de Fransa’da ilk ve orta öğretim (yani üniversiteye dek) okul sınıflarının duvarlarında ne haç, ne bayrak, ne cumhurbaşkanının (yahut De Gaulle’ün) fotoğrafı olmadığını, yalnızca bir Fransa haritasının asılı bulunduğunu anımsatıyor. Bölünemez bir laik cumhuriyete toprak üzerinden, belirli sınırları içinde, onları tanıyarak, her gün görerek bağlılık. İfade özgürlüğünün ve devletin yurttaş karşısında inançlara ilişkin yansızlığının güvencesi olarak laiklik. Bu bağlamda öğretmenler sınıflarda öğrencilere bırakınız tarih hocası Paty’nin yaptığı gibi Charlie Hebdo karikatürlerini göstermeyi, erotik sahneler de içeren filmler paylaştıklarında artık tedirgin olduklarını, zira ergen gürültücülüğü değil İslâm'a uygunluk, “buna müsaade edilemez” tepkisiyle karşılaştıklarını aktarıyorlar.
Nitekim Macron da “bana ‘peygamberi aşağılayan karikatürleri destekliyorum’ dedirtiliyor. Ben, ülkemde özgürce yazılmasından, düşünülmesinden, çizilebilmesinden yanayım. (Yani “onu değil, bunu diyorum” diyor.) Bu bir haktır, bunlar bizim özgürlüklerimizdir. Bunun sarsıcı olabileceğini anlıyorum, buna saygı da duyuyorum, ama bunun üzerine konuşulması gerek” diyor. “Laiklik hiçbir zaman kimseyi öldürmedi” diye de ekliyor.
Yine Ahmet İnsel Macron’un Mureaux nutkundaki sorunlu cümlenin “İslâm krizde” olduğunun altını çiziyor. Neden? Çünkü Fransa Cumhurbaşkanı herhangi bir dini, inancı diğerlerinden ayırıp, onun hakkında görüş belirtemez. İnsel Hoca’nın verdiği örnek de çarpıcı: Dönemin papası II. Jean Paul’ün açlıktan kıvranan sahraaltı Afrika’ya gidip, aile planlamasının kötülükleri üzerine konuşup, yasaklanmasını talep ettiğinde, o zamanki Fransa Cumhurbaşkanı’nın çıkıp “Katoliklik krizde” diye bu tutumu eleştirmediğini, zaten eleştiremeyeceğini, bunun laiklik ilkesine aykırı olmuş olacağını anımsatıyor. Ne aydınlatıcı bir duyarlılık değil mi? Dönüp bizde camiye çevrilen Ayasofya’da okunan dualara, yöneticilerimizin hatta giderek yargıçlarımızın kamusal konumlarını unutarak “bizim dinimiz” ve benzeri ifadelerine bakalım. Diyanet İşleri Başkanı’na ise hiç bakmayalım dilerseniz.
Fransa’da hiç sorun yok da, ortamlar maşallah latilokum mu? Tabii değil. Bu konuda sayısız yayın var. Ben son olarak MUBI Türkiye’den kendi ailesi de Cezayir’den henüz o iki yaşındayken Fransa’ya göçmüş olan “auteur” yönetmen Rabah Ameur Zaimeche’in filmlerini izlemenizi önerebilirim. Hem zamanında iyi niyetle yapılmış o devasa toplu konut binalarına tıkılmış magrep kökenli gençlerin hayatlarını, hem Müslümanlığın tüm Fransa’yı ilgilendiren sanayisizleşme, işsizlik gibi toplumsal sorunlar içindeki sıkıntılı konumunu bana göre çok güzel işliyor.
Buna karşılık teslim etmek gerekir ki, kamu kaynaklarıyla bir anlamda propaganda için kurulmuş France24 haber kanalının bültenlerinde diğer BBC gibi benzer kurumlarda olduğu gibi toplumun çoğulluğunu yansıtan çehreleri, isimleri görebiliyoruz. Bu mecralarda daha korkunç terör saldırılarının akabinde bile özellikle magrep kökenlilerin, siyahların örnekse polis kontrollerinde ne denli ayrımcı muameleye maruz kıldıklarına dair en sert eleştirileri izleyebiliyoruz. Bunlar gerçek. Nasıl sağdan, soldan her türlü kabinede yine magrep kökenliler ve siyahlar eğitim bakanlığı gibi en kritik konumlarda, cumhurbaşkanlığı danışmanlıklarında düzenli yer bulabiliyorsa, bunlar da gerçek. Macron da cumhuriyetin bu açığı giderme ödevi olduğunu söylüyor zaten Mureaux nutkunda.
Çok kimliklilik, tek temsil, tek (laik) hukuksal düzen konusu Fransa’da bugünden yarına tüketilecek değil. Ama Fransa’yı Müslüman yurttaşlarıyla ilişkilerinde ABD ve Britanya usulü sekülerliği becerememiş olmakla itham etmek de kolaycılık. Evrensel olma iddiasındaki dünyevi ve insancıl ilkelerin karşısına da İslâm gibi semavi dinlerin kutsallığını koymak yapay bir çelişki. Asıl sorun ise bizim, burada, şimdi önceliklerimizin ne olduğu. Değerli dostum Murat Sevinç hocamızın dikkatimi çektiği üzere bizim kamu hukukunun Fransa’dan ithal olduğunu da unutmadan. Eşit anayasal yurttaşlık, laiklik, hak ve özgürlükler, hukuk devleti. Pusulayı yitirmemek gerek. Yok, “benim pusulam zaten kıbleyi gösteriyor, ‘ABD tipi’ diye yola çıkıp, sizi ergenlik hayalimiz İslâm Cumhuriyeti durağında indireceğiz” diyenler varsa, buyursunlar, çıkarsınlar ağızlarındaki baklayı, karşılıklı konuşalım.
*Ben sözkonusu konuşmaların Fransızca özgün metinlerini okudum. Burada daha geniş kitleye erişebileceği düşüncesiyle resmi İngilizce çevirilerin bağlantılarını verdim. Dileyen okurlar www.elysee.fr sayfasından özgün metinlere de ulaşabilir.