Last Night in Soho: Do the Wright thing!*

Daha önce birçok yapıma imza atmış olsa da sinema salonlarımızda özellikle ‘Baby Driver’la seyirciyle buluşmuş olan Edgar Wright bu son filmiyle, kusursuz bir sanat yönetmenliği sunan, nerdeyse ‘hipnotize’ eden görüntüler barındıran ve 60’lı yılları ‘iliklerimize’ kadar hissettiren bir müzik çalışmasıyla bize bir ‘cehenneme gidiş’ bileti sunuyor.

Kerem Bumin kbumin@hotmail.com

Yönetmen, senarist ve oyuncu olan Edgar Wright’ın yeni filmi ‘Last Night in Soho’ birçok sinemasever tarafından beklenen bir yapımdı; çünkü yönetmenin filmin konusuna nasıl yaklaşacağına duyulan merak neredeyse filmin bile önüne geçiyordu… Sinema dünyasında, özellikle son 15-20 senedir ismini giderek daha sık duymaya başladığımız Wright’ın öne çıkan özelliklerinden biri; filmleri her zaman büyük bir seyirci kitlesine kucak açsa da, onun seyirciyi ‘cezbetmek’ için diğer ‘blockbuster’ların kullandığı sıradan yollarla sapmaması, ‘klişelere’ yaslanmaması ve kolay yöntemlerle ‘gişeyi’ hedeflememesi oluyordu. Ne geniş seyirci kitlesine ne de tutkulu ‘sinefillere’ kapıyı ‘kapatan’ bu yaklaşım, yönetmenin filmlerinin popüler ama aynı zamanda ‘kişilikli’ de olmasını sağlıyordu. Wright’ın seyircileri davet ettiği bu ‘Londra’nın cehennemine yolculuk’ da aynı rotadan şaşmıyor…

Eloise (kısa ismiyle Ellie), İngiltere’nin bir taşra kasabasında büyükannesiyle beraber yaşayan çekingen tabiatlı ama yapmak istediklerinde kararlı bir genç kızdır. Çocukluğundan beri ünlü bir moda tasarımcısı olmayı düşleyen Ellie’nin hayali, Londra’daki sanat okulundan bir ‘kabul’ ve burs almasıyla gerçeğe dönüşür. Büyük bir hevesle Londra’ya giden Ellie, başta buradaki ‘büyük şehir’ hayatına ayak uydurmakta zorlansa da sonuç olarak kendine ufak bir düzen kurar. İyi geçinemediği ‘yurt’ arkadaşlarının yanından taşınıp küçük bir oda kiralayan Ellie’nin hayatı, onu rüyalarında hiç rahat bırakmayan ‘alter egosu’ Sandie adlı bir genç kızla kabusa dönüşecektir.

SEYİRCİYİ ‘SARMALAYAN’ BİR ANLATIM

Yönetmenden beklendiği üzere, lafı dolandırmadan baştan söylemekte yarar var: ‘Last Night in Soho’nun ilk 45 dakikası seyirciye adeta kusursuz bir estetik ‘fırtınası’ yaşatıyor. Yönetmenin değindiğimiz ‘kişilikli’ ama aynı zamanda da ‘ulaşılabilir’ anlatımı bizi, Wright’ın çok iyi tanıdığı ve bize de tanıtmak istediği ‘hayaletvari’ bir Soho ortamına, renk ve dans cümbüşünün eksik olmadığı, eğlencenin her türünün her an bir ‘tehdide’ dönüşebileceği ama tehlikeli olabileceği kadar ‘baş döndüren’ bir gösteriş cazibesine de sahip bir dünyaya götürüyor. Londra’nın günümüzdeki genel görüntüsüyle bu şehrin 1960’larda ‘altında yatan’ evreni arasında salınan filmin anlatımı, yolunu bulmak için Ellie kadar seyirciyi de şaşırtan bir ‘rehber’ karakter buluyor: Sandie… Bu, ‘yükselmeye’ alan açan dünyada, dönemin kurallarına uygun, rahat bir tavra sahip ve zamanla bir karizma ‘canavarına’ dönüşen bir genç kadın!

Yönetmenin 1960’lı yılları seçmesi kuşkusuz bir tesadüf değil, çünkü yaratmak istediği bu nostaljik atmosfer bir hüzün veya özlemden ziyade, bir merak ve tutkudan kaynaklanıyor. Kendisinin de, başkarakteri Elly gibi, 1960’lı yıllarda anne ve babasının 33’lük diskleri aracılığıyla bu dünyayla tanıştığını düşünürsek bu müzikal ve koreografik heves daha sağlam temellere oturuyor.

İki dünyada da ‘benzer’ olmaktan ziyade ‘aynı’, birbirlerinin ‘yansıması’ hatta ‘alter egosu’ olan Ellie ve Sandie karakterleri kuşkusuz ‘klasik’ bir rüya/gerçek hayat ayrımıyla bu derece güçlü ve derin olmazdı. Bu nedenle olsa gerek yönetmen çok farklı bir yol seçiyor.

AYNAYI TAKİP ETMEK…

Filmin girişindeki ‘uslu’ anlarda bile yönetmen rüya sekanslarını ne kadar hassas ve dozunda bir tatla seyirciye ‘nakledeceğini’ gösteriyor. Ellie’nin kaybettiği ve belli ki çok sevdiği annesini gördüğü ‘kısa’ sekanslar hem karakterin hem de hikâyenin ‘kırılma’ noktalarını incelikle kuruyor. Ellie’nin Londra’ya gitme amacının sadece kendisini göstermek değil aynı zamanda annesinin de hatırasını (ve isteğini) canlı tutmak olduğunu bildiğimiz için bunun gibi ‘hayalî’ görüntülerin birçok olay örgüsünde ‘anahtar’ görevi taşıyacağını tahmin ediyoruz.

Wright, Ellie’nin hayal veya rüya sekanslarını ultra klasik bir ‘bulandırma’ efektiyle ve daha da önemlisi Sandie karakterini hikâyede ‘tek başına’ bırakarak vermiyor. Ellie’nin, öteki ‘kendisi’ olan Sandie ile arasındaki ‘yansıma’ ilişkisi hikâyenin ana dinamiğini oluşturuyor. Her ne kadar Sandie’nin rahat ve hırslı davranışları kendisinin çekingen ve sessiz haline ters olsa da, ikisinin de işlerinde ‘yükselme’ isteği ciddi bir paralellik barındırıyor. Sanki Ellie’de Sandie’ye karşı hep bir imrenme, hatta biraz kıskanma duygusu hâkim ama onu (yükselme pahasına) atılabilecek yanlış adımlara karşı uyarma isteği de mevcut. Çünkü dediğimiz gibi, bu iki genç kadın birbirinin benzeri değil ‘aynısı’! Aynı kadının iki ayrı zamandaki tek vücudu, birbirlerinin ayrılmaz parçası, ruh ikizleri…

Karakterler, ‘aynalardan’ yansımaları çoğunlukla saniye saniyesine aynı şekilde ilerlerken, bazen aralarında bir ‘geç kalma’ veya bir ‘hareketsiz kalma’ gibi (bilinçli) ‘takılmalarla’ ayrışmalar yaşıyorlar. Bu tutum hem sürekli Sandie’ye ulaşmaya çalışan Ellie’nin gerilimli ve ‘diken üstünde’ psikolojisini hem de hikâyenin hızını güçlendiriyor.

Wright, iki kadın arasındaki bu donuk, ulaşma açısından sancılı ama nerdeyse ‘organik’ bağı senaryosunun içine ustaca yediriyor. Ellie’nin kâbusları onun gerçek hayatını o kadar allak bullak ediyor ve davranışlarını etkiliyor ki, rüya (bazen rüya içinde ‘rüya’) sekansları sonlandığında ne o, ne de biz ‘Oh… sadece rüyaymış!’ rahatlaması yaşayabiliyoruz.

GÖZ ARDI EDİLEBİLEN UFAK KUSURLAR

Bu kadar ritimli, çarpıcı ve adeta ‘makine’ gibi işleyen senaryosunu muazzam görüntülerle ve hâkim bir yönetmenlikle tamamlayan Wright neredeyse ‘kusursuz’ bir sonuç elde ediyor. ‘Neredeyse’ diyoruz, çünkü filmin bütününde çok gözümüze batmasa da olay örgüsünde ve yan karakterler bazında bazı zayıflıklar da mevcut… İlk olarak Ellie’nin hayatını cehenneme çeviren sanrılar görsel açıdan son derece çarpıcı olsa da film ilerledikçe artıyor ve seyircinin biraz rüya-gerçek ayrımını kaçırmasına yol açıyor. Sanki ‘iki yönlü’ akan hikâye sonlara doğru ‘aynı potada’ erimiyor, daha çok eksiliyor. Her ne kadar Ellie’yi oynayan Thomasin McKenzie’nin, Sandie’yi canlandıran Anya Taylor Joy’un ve çizdiği menajer Jack karakterinden (keyifle) ‘nefret ettiğimiz Matt Smith’in performansları muhteşem olsa da, Ellie’nin yurt arkadaşı olan kızların ve evinde kaldığı yaşlı kadının oyunculukları biraz 90’lı yılların korku filmlerinden kalmış gibi… Filmdeki esrarın çözüldüğü ve hikayenin bağlandığı final bölümü ise yine tempolu ve güçlü bir şekilde beyaz perdeye yansıyor ancak yarattığı ‘sürpriz’ etkisinin çok etkileyici olmadığını da eklememiz gerekir.

Daha önce birçok yapıma imza atmış olsa da sinema salonlarımızda özellikle ‘Baby Driver’la seyirciyle buluşmuş olan Edgar Wright bu son filmiyle, kusursuz bir sanat yönetmenliği sunan, nerdeyse ‘hipnotize’ eden görüntüler barındıran (görüntü yönetmeni Chung Chung-hoon’a tebrikler!) ve 60’lı yılları ‘iliklerimize’ kadar hissettiren bir müzik çalışmasıyla bize bir ‘cehenneme gidiş’ bileti sunuyor. Dikkat’ bilet sadece ‘tek yönlü gidiş’ bileti!

*Dün Gece Soho'da: Doğru şeyi yapmak.

Tüm yazılarını göster