Bugün Türkiye’de iki yüz civarında üniversite var. Bunların yaklaşık yarısı son yirmi yılda kuruldu. Bu yeni üniversitelerin önemli bir bölümü ise metropol ya da büyükşehir olmayan görece küçük kentlerde inşa edildi. Böylece Türkiye’de üniversitesi olmayan vilayet kalmadı. Meseleye eğitim/öğretim açısından bakıldığında ülkenin nasıl bir fırsatı heba ettiği aslında aşikâr. Ama sanırım bu ancak ileride fark edilebilecek. Türkiye’de üniversite sayısı ikiye katlandı. Yani niceliksel bir büyük sıçrama meydana geldi. Ama bu maalesef niteliksel bir dönüşüm ya da çeşitlenmeye neden olmadı. Çünkü yeni kurulan üniversiteler de eskilerinin klonları gibi. Ancak ben bu yazıda bu üniversiteleşme sürecinin başka bir boyutuna yoğunlaşmak istiyorum. Konunun eğitim/öğretim boyutunu daha ileride yazacağım yazılarda tartışmaya çalışacağım.
Evet Türkiye’de son yirmi yılda yüze yakın üniversite kuruldu ve bu üniversitelerin önemli bir bölümü taşrada vücuda geldi. Ama bu işe dünya tarihi açısından bakıldığında “taşra üniversitesi” bir tür oksimoron olarak görülebilir. Çünkü şehir ve üniversite birbirlerini çağıran adlandırmalardır. Yani şehirlerin üniversiteleri olur. Üniversiteler şehirlerde mevcut olur. Ancak “taşra”yı şehrin dışı anlamında kullanırsak aslında taşrada üniversite olmaz. “Taşra üniversitesi” ifadesinin mümkün olabilmesi zaten şehirlerin taşralaştığı veya üniversitelerin üniversite olmamaya başladıkları bir sosyolojik hali ifade eder.
Bundan yıllar önce askerliğimi yaptığım şehirde garnizon komutanı bir hafta sonu askerlere dışarı çıkma yasağı getirince, şehrin esnaf ve tüccarlarının bir heyet kurarak komutanı ziyarete geldiklerini duymuştuk. Çünkü bu insanlar yasağın sürmesinin şehre ciddi bir ekonomik fatura çıkaracağının farkındaydılar. Şehrin ana caddesini baştan sona on beş dakikada yürümek mümkündü ve garnizondaki askerlerin hafta sonu izinleri belki de şehirdeki en önemli ekonomik etkinliklerden biriydi. Zaten o dönemlerde her şehrin siyasetçilerden istedikleri arasında bir askeri garnizon ön sıralarda yer alırdı.
Aslında taşra kentlerinde üniversiteleşme buna benzer bir işlev gördü. Özellikle eğitim/öğretim performanslarının sınırlılığı göz önüne alındığında. Şehir merkezlerinde üniversite kampüsleri kasabalarda ek fakülteler ve meslek yüksek okulları geçmişte askeri garnizonların gördüğü işlevi karşıladı. Kampüsler genellikle şehrin dışında inşa edildi. Şehir merkeziyle kampüs arasındaki tarlalar hızla arsalaştı. Şehirlerin aldığı üniversiter göç buralarda daire fiyatlarının ve kiraların hızla yükselmesine neden oldu. AVM’ler, lokantalar, kafeler ve buna benzer yeme içme mekânları bundan nasibini aldı. Yani üniversiteler kuruldukları kentlere ciddi bir ekonomik canlılık getirdiler.
Pandemi döneminde on-line eğitim/öğretime geçilmesiyle birlikte bu anlattıklarım daha net bir biçimde görünür hale geldi. Çünkü bu tür şehirlerde öğrenci nüfusunun çekilmesinin esnafa maliyeti oldukça yüksek oldu. Bu şehirlerin esnafları zaten sık sık ilgili rektörleri ziyaret ederlerdi. Örneğin yaz okulu uygulamasının düzenli hale getirilmesi konusunda talepte bulunmak için. Tıpkı daha önce örnek verdiğim garnizon komutanı ziyareti gibi!
İşin aslına bakarsak bu üniversiteler eğitim/öğretim işlevinden çok bulundukları şehirlere yarattıkları ekonomik canlılıkla fayda sağladılar. Daha önce belirttiklerime örneğin inşaat sektörünü de ekleyebilirim. Üniversitelerin bu küçük şehirlerde yarattığı arsa/kira rantı inşaat sektörünün daha da canlanmasına neden oldu. Çünkü yeni öğrenciler başlangıçta kalacak yer bulmakta ciddi sıkıntılar çekmişti.
Bundan birkaç sene önce bana anlatılan bir anektodu paylaşmak isterim. Örneğin, sizin o zamanki değerle iki yüz bin liranız var ve bu parayla bir daire alabiliyorsunuz. Ancak bunun yerine kırkar bin lira peşin ve kalanını banka kredisi çekerek beş adet daire satın alıyorsunuz. Sonra bu daireleri öğrencilere görece yüksek bir fiyattan kiraya veriyorsunuz. Aldığınız kiralarla da kredi taksitlerinizi karşılıyorsunuz. Örneğin beş yıl sonra taksitler bittiğinde artık bir yerine beş daireniz var. Türkiye’de bu ve buna benzer girişimler belli bir süre mümkün oldu. Ama artık en azından eskisi kadar mümkün değil. Ekonomik kriz ve pandemi nedeniyle.
Yani taşra üniversiteleri büyük ölçüde birer iktisadi işletme gibi görüldüler. Eskiden turizme “bacasız sanayi” denirdi. Ancak taşra üniversiteleri turizmin pek girmediği şehirlerde aynı işlevi gördüler. Belki buna eğitim/öğretim turizmi de diyebiliriz. Ayrıca bu üniversitelerde on binlerce yeni akademik ve idari kadro açıldı. İnsanlar buralarda istihdam edildiler. Bildiğim kadarıyla İstanbul ya da Ankara’da görev yapan bir profesörle taşra üniversitelerinde çalışan bir meslektaşı arasında bir maaş farkı yok. Hatta bu üniversitelerde çalışanlar ek tazminatlar aldılar. Bu imkânlarla yeni evler, arabalar alındı, bu şehirlerde tüketim kapasitesi arttı sonuçta. Anacak yirmi yıllık bu tecrübenin şehir ile üniversite arasındaki asıl ilişkinin vücuda gelemediğini, üniversitelerin şehirleri, kültürel düzeyini, kamusallaşma seviyesini pek yükseltemediğini görüyoruz.
Bütün bunlar da benim “lasvegaslaşma” diyeceğim değişik bir sosyolojik ortamın ortaya çıkmasına neden oldu. Ancak bunun detaylarını gelecek hafta yazacağım yazıda ortaya koymaya çalışacağım. Sonuna geldiğiniz bu yazı ve gelecek hafta yazacağım yazı, geçen hafta yazdığım “Las Vegas’ın Sosyolojisi”yle bir süreklilik arz ediyor. Yazının sahip olduğu başlığı taşımasının nedeni de bu. Neyse sanırım haftaya her şey daha anlaşılır hale gelecek.