Latife Tekin’in tanıklığından çıkan hikâyeler
Latife Tekin kıyıda kalmışları konu ediyor, bu kıyı hem mekânsal anlamda hem de sınıfsal olarak karşımıza çıkıyor. Gündemin çok az bir kısmında yer bulabilenlerin, politikacıların koca koca bağırtıları arasında sesi çığlığa dönüşemeyenlerin veya doğa ve hayvan gibi hakları hiç edilenlerin hikâyesini anlatıyor. Böylece Tekin’in gözünden bakıyoruz bir de hayatlarımıza, zoraki olarak düştüğümüz yollara, hapsedildiğimiz ve çoğu zaman çıkışsız hissettiren karanlığa.
DUVAR - Dünyanın ve coğrafyamızın doğal çevresi gözlemleyemediğimiz bir hızla değişiyor. Özellikle kendi coğrafyamız üzerinden baktığımızda memleket kocaman bir inşaat alanını andırırken, beton makineleri devamlı hayatımızın üzerine harç atıyor. Makinalar dişlerini toprağa sapladıkça, doğa, hayvan, insan yaşamı tehdit altına giriyor. Bu konularda gördüklerimiz daha çok merkez konumlu mekânlarda gerçekleşen yıkım, oysa bir de o bilindik şarkıda söylenen “gitmesek de görmesek de” bizim olduğunu iddia ettiğimiz yerler var. Ayrıca bahsettiğimiz bu değişikliklerin topluma ve bireye de yansıması oluyor elbette çünkü doğal çevrenin değişimi topluma, toplumun değişimi de bireye yeni yükler getiriyor. Bu nedenle yok olan sadece ağaç, hayvan ve insan da olmuyor böyle durumlarda, hayata dair anlam da uçup gidiyor. Aidiyetsizlik, yersizlik duygusu, çabanın anlamsızlığı ve karmaşanın getirdiği daimi huzursuzluk sarıyor bünyemizi çünkü -biraz da doğamız gereği- beton kokusuna değil toprak kokusuna yatkınız, inkâr edip dursak da doğanın parçasıyız. Bu nedenle işte tutamadığımız, ânını yakalayamadığımız, bir hızın içerisinde ortaya çıkan tüm bu değişiklikler, yıkım, yok ediş, kendi hiçliğimizi de çağırıyor.
Latife Tekin, uzun diyebileceğimiz bir aradan sonra okurun karşına “Manves City” ve “Sürüklenme” adlı iki kitap ile çıktı. Bu metinlerde yazar, ayrı ayrı mekânlar ve karakterler üzerinden, o “gitmesek de görmesek de” olarak adlandırılanı bozarak, görünür hâle getiriyor. Değişimin getirdiği toplumsal, bireysel ve çevresel yıkımı anlatısına taşıyan Tekin’in romanları, bu nedenle yukarıda bahsettiklerimizi anımsatıyor. Yazar, iki kitabında da sosyolojiyi kurguya taşıyor âdeta. Çünkü anlatılanlar, derin bir gözlemlemenin, orada olmanın, sıkıntıyı duymanın hissini bırakıyor, bahsettiği mekân ve karakterler üzerinden yazar, bir bakıma bize hakikatin sesini duyurmaya çalışıyor.
Tekin, yaşananların üzerimize yansıttığını, bir roman anlatısına dönüştürerek, yoksulluğu, yalnız bırakılanı, kırılanı sadece insan merkezli bir anlayışla değil, dünyanın tüm türlerini dâhil ederek anlatmaya çabalıyor. Bu nedenle sadece insan çığlıkları duymuyorsunuz bu iki metni okurken, aynı zamanda bir zeytin ağacının hissettiğini, kuyuya düşen bir domuzun çaresizliğini de yaşıyorsunuz.
O KÜÇÜK ŞEHİR: ERİCE
“Manves City” de küçük bir beldenin kapitalist şirketlerin elinde heder oluşunu okuyoruz. Asıl adı Erice olan bu küçük şehrin adına varıncaya kadar geçirdiği değişim, hüzünlü bir şekilde anlatıda yer alıyor. Bir mekânın doğasının, çevresinin, geçim biçiminin aniden değişimi oranın yaşayanlarını da etkiler ve bu insan, hayvan, doğa ayırmaz. Hele ki sadece kâr hedefleyen şirketlerin uygulamalarıyla başlarsa durum, içinden çıkılmaz varlık sorunlarına da yol açabilir. Tekin, “Manves City” de yaşananları birey üzerine bıraktığı yükle birlikte romana taşıyor: Kapitalist çalışma şartlarını, insanları bir makine gibi gören, tuvalete gitmek gibi insani ihtiyaçların bile talep edilerek elde edildiği, varlığın tek anlamının kodlar olduğu, vahşi kapitalist kölelik düzenini, yani içinde bulunduğumuz zamanın sıkıntısını metnine yansıtıyor. Her yerde olduğu gibi Erice’de de direnenleri görüyoruz, küçük küçük çabalarla umudu taşıyan, bir şeylerin ters yönde de değişebileceğini hatırlatan bu karakterler, metnin okura yükleyebileceği karamsar havayı biraz dağıtarak, kasvetin üzerine küçük güneşler doğuruyor. Direnmenin, ufak da olsa bir şeylere müdahil olmanın hazzını anımsatıyor. Ancak bunun kolay olmayacağını, düşmanın her türlü kurumla karanlık ilişkilerini, haksızlığı, adaletsizliği devamlı hatırlatıyor Tekin.
“Manves City” işte o uzaktaki küçük şehir, sesini duyurmak için hep daha fazla bağırmak zorunda olan, üzerine bazen HES projelerinin, bazen Nükleer Santrallerin tehdidi düşen, bazen bir gece de yüzlerce ağacı bir inşaat şirketinin makineleriyle katledilen, bazen maden ocaklarının bazen de havaya kirli atıklar saçan bir fabrikanın kara dumanıyla gökyüzü kaplanan… Tekin bizi bu romanıyla, yoksulluğun çaresiz bıraktığı insanlar kadar doğanın yıkımıyla da buluşturuyor ve hayatımızın ortasında duran karanlıkla yüzleştiriyor.
HAYAT YOL OLUNCA: SÜRÜKLENME
Diğer roman “Sürüklenme” ise yukarıda bahsettiklerimizi şuradan yakalıyor fikrimce, tüm bu yaşananların bir getirisi olarak, insanların ve yaşamın bilinmeze doğru “sürüklenişi.” Bu kitaptaki belirgin yol temasını da bununla açıklayabiliriz. Çünkü bir yerde yaşam hakkı baltalanmışsa, oranın yaşayanlarının payına düşen yol olur genellikle ki son yıllarda dünya, haritası belirsiz bir yolculuklar yeri desek abartmayız sanıyorum. Savaşlar, devlet politikaları, çevre sorunları, ekonomik sorunlar, bulunulan yerde umudu kaybetmek gibi nedenlerle insanlar artık yolların bilinmezliğinde bir yaşam arayışında. Bu anlamda “Sürüklenme”, yolların getirdiği karşılaşmalarla öne çıkıyor, otobüs ve uçak koltukları ve bu koltuklara başını her dayadığında kendini hissettiren yol huzursuzluğu, hayatın bir belirsizlik içerisinde seyri, yersizlik duygusu kısacası, insanların yolu hayat yaptığı bir çağdan sesleniyor okura. Bu yol karşılaşmalarından metin içerisinde yeni hikâyeler ortaya çıkıyor, belki de yollara dönüşen hayat dünyayı daha da küçültüyor ve bunun getirisi olarak karakterlerin kesişmeleri metin boyunca devam ediyor. Kitabın bir sivil toplum kuruluşunda çalışan anlatıcısı, çevresinde bulunan ve zor hayatları olan insanlara yardım etmek, bir şeyleri değiştirmek istese de her yanı saran sistemin kirli ağları ve pis ilişkileri çoğu zaman onu zora sokuyor.
Kitabın “tuhaf” ve kendine has gizemleriyle öne çıkan yan karakterleri ise anlatıyı derinleştirerek, romanı başta bahsettiğimiz sosyoloji havasından çıkarıyor. İki metinde de aslında karakterlerin duygusal durumları, gözlemlenmiş, tanık olunmuş bir hayatın izini taşıyan metinlerin, okurda hissî karşılık bulmasında önemli bir faktör gibi geliyor bana. Ayrıca, “Manves City”de işlenen mekânsal değişim, kapitalist şirketler, güvenlik kurumları ve devlet arasındaki derin ilişkiler “Sürüklenme”de daha çok gözümüzün önüne geliyor, çünkü kirlenmiş bir hayat iyi şeyler getirmiyor ve bu da daha fazla şiddete kitap özelinde daha çok ambulans sesi duymamıza sebep oluyor.
DİŞİL SESİN YANKISI
“Manves City” ve “Sürüklenme”de dişil bir sesin kendini duyurduğu söylenebilir. Son yıllarda coğrafyamızda, HES direnişlerinde, doğa ve hayvan haklarına dair eylemlerde, işimi geri istiyorum talebinde kadınlar direnişleriyle öne çıkarken, Tekin’in iki metninde de yine kadın sesleri puslu havayı dağıtmaya çalışıyor. Özellikle “Manves City”nin Nergis’i bulundukları yer neresi olursa olsun küçük küçük dirençlerle kendini hissettiren, umut olan kadınların temsili olarak karşımıza çıkıyor. Kitaplardan anlıyoruz ki yazar coğrafyamızın son yıllarını gözleyerek, yaşantının üzerinde bıraktığı hissiyatla anlatıyı kurgulamış. Bu nedenle belki de hepimizin hissettiği o belirgin keder ve belirsizlik duygusunu iki kitapta da karakterlerin ruh hallerinde görebiliyoruz. Bu kitaplar için kurgu içinde sosyoloji yapmak gibi bir şey söylenebilir fikrimce. Çünkü burada öne çıkan koltuğunu terk etmeden, konforlu bir alandan değil, gidip görerek, hissederek, ânın içinde olarak bu romanların oluşturulduğu. Böylece, Tekin bize içeriden bakış sunan bir okuma deneyimi yaşatıyor. Ayrıca, karakterlerle özdeşleşip, onların ruh halinin kıyısında değil içinde olduğunuzu görmek tuhaf bir his bırakıyor.
ANLATININ PARÇALARI
Latife Tekin iki kitapta da zamanın şimdisinden sesleniyor denebilir. Ayrıca, yazar anlatıyı düz yolun dışına çıkarıyor, “Manves City”de karakterin yerel bir gazeteye yazdığı köşe yazıları ve işçilerin taleplerini ulaştırmak için yazılan notlar anlatıyı parçalı hâle getirirken, “Sürüklenme”de ise bu parçalılık karakterin yazdığı mektuplarla ortaya konuyor. Tekin böylece bizi metnin ânının dışına çıkararak, karakterlerin bilinç dışına da götürüyor. Bunun sonucunda, metnin bütününden ayrılıp karakterlerin asıl duygularıyla buluşuyor, onların kaygısına, duygusal hezeyanlarına ortak oluyoruz. İki kitapta da bu açıdan dikkat çeken, toplumsal olanın bireyi nasıl etkilediği, onu nasıl bir parçalanmışlığa ittiği oluyor.
“Manves City” ve “Sürüklenme” son yıllarda yaşamlarımızda meydana gelen değişimi, üzerimize çöken ve bir türlü dağılmayan sisin hikâyesini getiriyor okura. Bu anlamda bu iki romanı, yazarın tanıklık yükünü okurla paylaşması olarak değerlendirebiliriz sanıyorum. Latife Tekin kıyıda kalmışları konu ediyor, bu kıyı hem mekânsal anlamda hem de sınıfsal olarak karşımıza çıkıyor. Gündemin çok az bir kısmında yer bulabilenlerin, politikacıların koca koca bağırtıları arasında sesi çığlığa dönüşemeyenlerin veya doğa ve hayvan gibi hakları hiç edilenlerin hikâyesini anlatıyor. Böylece Tekin’in gözünden bakıyoruz bir de hayatlarımıza, zoraki olarak düştüğümüz yollara, hapsedildiğimiz ve çoğu zaman çıkışsız hissettiren karanlığa.