Laura García-Lorca: Ailem Federico García Lorca’nın arşivini korudu

Federico García Lorca’nın yeğeni Laura García-Lorca ile Federico García Lorca'yı ve Lorca Merkezi’ni konuştuk. Lorca, "Lorca Merkezi’nin tohumları Huerta de San Vicente deneyimiyle atıldı" dedi.

Öykü Tekten poetrydeal@gmail.com

Federico García Lorca’nın yeğeni ve Lorca Vakfı’nın Genel Başkanı Laura García-Lorca ile tanışmamız 2018 yılının Mayıs ayında Madrid’de düzenlenen bir şiir festivaliyle oldu. Bir ay sonra ise uzun süredir Madrid’deki Residencia de Estudiantes’te muhafaza edilen Lorca Arşivleri’nin tamamı Granada’daki Lorca Merkezi’ne taşındı. Böylece Laura García-Lorca da yıllardan sonra ilk kez şehre tam zamanlı bir geri dönüş yapabildi. Hayatımdaki her güzel şey gibi hem şiir hem de arşivlere borçlu olduğum dostluğumuz ve ayrıca Lorca’nın sadece okurları tarafından değil, onun mirasına canla başla sahip çıkan ailesi tarafından da yaşatıldığını hatırlatmak adına, 5 Mart 2021’de Laura’nın Granada’daki evinde yaptığımız uzun bir sohbetten derlediğim ve çevirdiğim söyleşinin ilk bölümünü sunuyorum. Bir sonraki yazı günümde de söyleşinin kalan bölümünü okuyabilirsiniz diyerek aradan çıkıyorum.

Laura García-Lorca, Fotoğraf: Hemmie Lindholm

Öncelikle söyleşi teklifimi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Sizi tanımayan ya da daha fazla tanımak isteyen okurlar olduğunu düşünerek söyleşiye Laura García-Lorca kimdir, neler yapar, nelerle meşgul?; bunları sorarak başlamak istiyorum.

1939’da İspanyol İç Savaşı bittikten sonra, ailemin tamamı Amerika’ya sürgün gitmek zorunda kaldığı için New York’ta dünyaya geldim. Bildiğin üzere, amcam Federico García Lorca 1936’da Franco rejimi tarafından katledildi. Bu süreçten sonra babam Francisco García Lorca, diplomatik görevle Belçika’da bulunuyordu. Annemin babası da Washington’da İspanya büyükelçisi olarak görev yapıyordu. Daha çok dedemin ısrarıyla ve yeniden bir hayat kurabilmek adına ailem New York’a yerleşti. İki kız kardeşim de burada doğdu.

Annem Barnard College’da, babam da Columbia Üniversitesi’nde edebiyat profesörü olarak çalışıyordu. Ancak 1967 yılında babamın emekliye ayrılmasıyla birlikte ailem İspanya’ya dönme kararı aldı. Buraya döndüğümüzde 13 yaşındaydım. Hepimiz için kuşkusuz büyük bir değişimdi. Franco hâlâ hayattaydı ancak o dönemde ailemin dönüşü ve özellikle anne babamın güvenliği adına bir tehdit unsuru oluşturmuyordu artık bu durum. Her şeyden önce Amerikan vatandaşı olarak dönmüştük bu ülkeye. Ayrıca Franco hükümeti Lorca’yı katletmelerinden kısa bir süre sonra bunun bir “yanlışlık” olduğunu fark etmişti. Tırnak içinde bir yanlışlık vurgusunu şunun için yapıyorum: Lorca’nın öldürülmesine bu denli geniş çaplı ve uluslararası bir tepki geleceğini tahmin edememişlerdi. Bu yüzden döndüğümüzde büyük bir sorun çıkarmadılar.

Doğduğumdan beri ikili bir hayat yaşadım. Evde her zaman İspanyolca konuşuyorduk. Dışarıda ise sıradan bir Amerikalı gibi yetiştirildim. Herkesin gittiği bir Amerikan okuluna gittim örneğin. Hem kız kardeşlerim hem de ben bu iki kültürle içe içe büyüdük. Bunu bazen bir engel gibi hissetmiş ve deneyimlemiş olmama rağmen, şimdi dönüp baktığımda genel olarak iyi bir tecrübe olduğunu düşünüyorum.

New York’ta doğup büyüdükten sonra İspanya’ya dönüşünüzü, özellikle ilk yıllarınızı biraz daha detaylı konuşmak istiyorum. Neler hissettiniz? Buradaki hayata alışma süreciniz nasıl oldu?

Bunun birçok farklı yönü vardı aslında. İspanya’yı zaten seviyordum. 1955’ten itibaren —henüz bir yaşındaydım o zaman— yaz aylarını ailecek burada geçirmeye başlamıştık. Yani zaten gidip geliyorduk. O yüzden İspanya da kendimi evimde gibi hissettiğim bir yerdi. Buradaki ailemiz, arkadaşlarımız ya da etrafımızdaki insanları da seviyordum. O yüzden döndüğümde hiç yabancılık çekmedim. Ayrıca babaannem Vicenta García Lorca, Granada’ya çok anlaşılır sebeplerden hiç dönmedi. Madrid’e ve ayrıca Cervantes’in de doğduğu kasaba olan Alcalá de Henares’e çok yakın bir yerde kendine bir ev yaptırdı. Granada’da yaşadığı vadiye çok benzer bir vadideydi bu ev. Yine Granada’da bırakmak zorunda kaldığı çiftliğine benzer bir çiftlik kurdu. Katırlar, domuzlar, tavşanlar, tavuklar, diğer hayvanlar ve ayrıca meyve ağaçlarıyla dolu güzel bir araziyi bizim İspanyol cennetimiz haline getirmeyi başardı. Fakat aynı zamanda bu İspanyol cenneti hepimiz için yoğun bir keder ve huzursuzlukla da yüklüydü. Özlem duyduğumuz bazı şeyler ve özellikle insanlar adına bize çok iyi gelmişti elbette. Fakat bir şeyler hep eksikti. Biri hep eksikti.

Ayrıca İspanya, ailemin yeniden kuruluşunda aktif rol oynadığı ve destek verdiği İspanya değildi artık. İspanya’nın bir cumhuriyet olarak yeniden yapılanması fikrine inanmışlardı. Bu ve benzeri sebeplerden dolayı yarım bir sevinç yaşadık.

Buraya dönmenin en güzel tarafı tanıdığımız insanlar, müzik ve yaşadığımız yerdi. Fakat bahsettiğim gibi üstümüzde asılı ağır bir yük hep vardı. Benim adıma en kötü taraf ise okula gitmek zorunda olduğum zaman başladı. New York’ta gittiğim okul büyük bir şanstı. O dönemdeki en iyi ve yenilikçi okullardan biriydi. İnanılmaz derecede açık fikirli, farklı sosyal çevrelerden gelen öğrencileri barındıran ve sanat/edebiyat konularına ağırlık veren bir eğitim sistemi vardı. Kısacası keyifle gittiğim bir okuldu.

Franco’nun İspanyasına döndüğümüzde, o dönemde gidebileceğimiz en özgür okula gittik. Aslında annemin ailesinin La Institución Libre de Enseñanza’da (Özgür Eğitim Kurumu) uygulamaya koyduğu pedagojik yapıyı miras edinmiş bir okuldu. Fakat benim için çok dar, sınırlayıcı ve son derece zor bir deneyimdi. Aslında daha çok akademik olarak zordu, yoksa sınıf arkadaşlarımla gayet iyi anlaşıyordum. Zaten sosyal bir insanımdır. Bu yüzden arkadaş edinmek konusunda hiç sorun yaşamadım. Ancak genel olarak okulun hiçbir cazibesi yoktu benim için. Başka bir zorluk da şu oldu: Kendimi hep yetersiz ve güvensiz hissettim çünkü benden beklenen şeyleri buranın kurallarına göre yapmak açıkçası hiç kolay değildi.

Federico ve annesi Vicenta Huerta de San Vicente'de 

Bir sakıncası yoksa, ailenizin amcanızın katledilmesi ve sonrasında ortaya çıkan diğer süreçlerle nasıl baş ettiğini, neler yaşadığını sormak istiyorum. Her şeyden önce Lorca gibi dünyaya mâl olmuş bir şairin ardında bıraktığı zenginliğe sahip çıkmak, bu zenginliğin devamını sağlamak ve bunu da önce sürgün yıllarında, sonrasında da Franco’nun gölgesi altında yapmak aileniz ve sizin için nasıl bir deneyimdi?

Bu mirasın korunması ve devam ettirilmesi konusunda en büyük şansımız, dedem, ninem, halalarım ve babamın Lorca’nın sıra dışı bir yaratıcı olduğunun farkına çok erken varmış olmalarıydı. Bu yüzden daha en başından onun tüm eserlerine sahip çıktılar. Özellikle babam ki kardeşinin öldürülmesine kadar olan süreçte kendi adına kurduğu ya da düşlediği hayat bambaşkayken, sonrasında kardeşinin sesi olmak durumunda kaldı bir anlamda. Uzun süre Madrid’deki Residencia de Estudiantes’te muhafaza ettiğimiz, şimdi Granada’ya taşınan Lorca arşivlerinin bu kadar zengin ve çok iyi korunmuş olmasının temel sebebi ailemin en başından bunu öngörmüş olmasıydı.

Kısacası arşivlerin sorumluluğu henüz bana verilmeden çok önce işin en zor kısımlarını ailem zaten halletmişti. Yani bütün arşivi bir araya getirmek, arşivleri ve genel olarak Lorca’nın mirasını muhafaza edecek ve devamını sağlayacak bir vakıf kurmak, bütün bunları akademisyen ve araştırmacıların erişimine açma girişimlerini başlatmak, bu mirasa eklenecek işlerin hakkıyla yapılması konusunda itina göstermek ve benzeri diğer işleri çoktan yapıp bitirmişlerdi. Ayrıca İspanya devleti ve Franco hükümetiyle uğraşma işiyle de onlar başa çıktı. Franco hükümeti Lorca’nın eserlerini önce yasaklamış, sonra yeniden basılmalarına izin vermek durumunda kalmıştı.

Lorca’nın eserleri üzerindeki yasak ne zaman kalktı?

Sanırım 1940’ların sonuna doğruydu. Fakat Franco hükümeti bunu tamamen kendi çıkarları doğrultusunda yaptı. İşlenen cinayetin siyasi bir cinayet değil de amcamın gönül ilişkileri ve cinsel kimliği yüzünden işlenmiş bir cinayet olduğunu ima edip bunun bir “yanlışlık” olduğu iddiasını da yayarak. Böyle bir hikâye elbette Franco rejimine cazip geliyordu çünkü böylece amcamı katletmelerinin sorumluluğunu üstlerinden atacaklarını düşünüyorlardı. Şunu da eklemem lazım: Elbette cinsel kimlikler üzerinden işlenen suçların hepsi siyasi suçlar. Fakat konuyu sadece amcamın cinselliğine odaklayıp işlenen suçun da eşcinsellerin kendi aralarında işlediği bir suç olduğunu iddia ediyorlardı.

Kısacası o yıllar bütün bunlarla uğraşmak zorunda kalan ailem için çok zor yıllardı. Bir taraftan amcamın eserlerinin en iyi şekilde hazırlanıp yeniden basılmasını, halka ulaşmasını ve okunmasını istiyorlardı. Bir taraftan da bu tür politik manevralarla başa çıkmak zorunda kalıyorlardı. Gayet de iyi başa çıktılar!

1982 yılında İsabel halam —o tarihte Lorca kardeşlerden hayatta kalan tek kişiydi— kız kardeşlerim, diğer üç kuzenim ve benden amcama ait elimizdeki tüm arşivleri kuracağı vakfa bağışlamamızı rica etti. Biz de kabul ettik. Lorca Vakfı bu şekilde kuruldu.

Daha sonra ben de doğrudan bu süreçlere dâhil oldum. İlk olarak Lorca ailesinin Granada’da önceleri yazlık olarak kullandığı, sonrasında müze haline getirilen Huerta de San Vicente’nin yöneticisi olarak göreve başladım. Huerta de San Vicente, şehirde Lorca’nın hayatı ve eserlerine adanmış ilk mekândı —Lorca’nın doğduğu kasaba olan Fuente Vaqueros’taki müze-ev şehrin epey dışında biliyorsun. O zamana kadar Granada’nın şehir merkezinde Lorca’ya dair hiçbir şey yoktu. Huerta’yı Mayıs 1995’te halka açtık ancak hâlâ doldurulması gereken önemli bir boşluk olduğunu hissediyordum. En temel boşluk elbette amcamın şehirdeki görünmezliğiydi. Ancak onun varlığını dünya genelinde de daha görünür ve duyulur hale getirmek gerektiğini düşünüyordum. Sadece okurları ya da tiyatro severlerle değil, yaşayan yazar, sanatçı ve tiyatrocularla arasında çağdaş bir bağ ve diyalog kurulması gerektiğini de. Bunu sağlamanın en iyi yollarından birinin farklı disiplinlerde çok iyi işler yapmış sanatçı ve yazarları Huerta’ya davet ederek Lorca’nın ve bu mekânın hâlâ nefes aldığını göstermek olduğuna kanaat getirdim.

Federico ve kardeşi Francisco 

Lafınızı balla bölüp, bunu davet ettiğiniz sanatçıların Lorca’nın kişisel piyanosu ve gitarını kullanmalarına izin verecek kadar içten bir cömertlikle yaptığınızın notunu buraya düşmek istiyorum. Çünkü derdinizin sadece ziyaret veya birkaç günlük etkinlikler düzenlemek değil, insanların Lorca’nın hayatına ve eserlerine kelimenin tam anlamıyla ilk elden bir temas, dokunuş sağlamak olduğunun vurgusunu yapmak bence önemli.

Evet, çünkü her şeyden önce bu ev 1980’lere kadar aileme aitti. Bu yüzden bir müzeden çok içinde uzun yıllar yaşanmış bir ev olduğunu hâlâ hissetmek mümkün. Ve her şeyden önce bu ev Lorca’nın evi. Onun hayatının son 10 yazını geçirdiği, birçok eserini yazdığı ev. Ve evin kendine has bir güzelliği var. Bu yüzden evin ruhunu ve içinde yaşanmışlık duygusunu muhafaza etmenin önemli olduğunu düşündüm. Bu ruhu yaşatmak için evi ziyaret edecek, bu yakınlıktan etkilenecek ve ilham alacak insanlara da ihtiyaç vardı. Bu yüzden davet ettiğim her müzisyene Lorca’nın gitarı ve piyanosunu kullanabileceklerini söyledim —hâlâ da öyle! Enstrümanlar kullanılmak için varlar zaten, değil mi? Evin de bir ev olarak hissedilmesi gerekiyordu aynı sebepten. Zor bir iş de değildi açıkçası.

Ne kadar süre Huerta’nın direktörü olarak çalıştınız?

Açılışından sonraki ilk 10 yıl.

Biraz da Lorca Merkezi’ni konuşalım mı? Nasıl kuruldu? Sizin katkınız ne oldu bu süreçte?

Lorca Merkezi’nin ilk tohumları aslında Huerta de San Vicente deneyimiyle atıldı. En nihayetinde Huerta önünde bir bahçesi olan küçük bir ev. Bahçeye taş çatlasa üç yüz sandalye sığdırabiliyorduk. Daha fazla insanın sığabileceği bir yere ihtiyaç olduğu aşikârdı. Huerta’da Derek Walcott, Patti Smith, John Cale, Lou Reed gibi birçok insanın sevdiği ve takip ettiği yazarlar ile sanatçıları ağırladık. Her etkinliği birkaç gün üst üste düzenlememize rağmen böyle etkinlikler için tek seferde sadece üç yüz insanı içeri alabilmek cidden yeterli değildi. Ayrıca bu etkinlikleri sadece hava elverişli olduğu sürece yapabiliyorduk ve sergiler için evdeki küçük odalarla sınırlıydık. Kısacası Lorca için daha geniş bir mekâna ihtiyacımız vardı. Ayrıca arşivleri ve tiyatroyu da düşünmek zorundaydık.

Huerta’nın ilk günlerinden başlayarak böyle bir proje hayal etmeye başlamıştım. Ve nihayet 2002 yılında kolları sıvayıp işe giriştim. 2004 yılında Avrupa Birliği’nden bu projeye başlamak için maddi destek geldi. Hemen sonrasında şehrin göbeğinde, katedralin yanı başında harika bir yer bulduk. Mimari tasarımı için Pritzker ödüllü İspanyol mimar José Rafael Moneo Vallés’in jüri başkanlığını yaptığı uluslararası bir yarışma düzenledik. Bu yarışma kapsamında 23 ülkeden 172 tasarım önerisi aldık. Bence “Herkese açık düzenlenen ancak mimarların isimleri gizli tutularak elemesi yapılan bir yarışma fikri” gayet iyi bir fikirdi, çünkü asıl amaç genç mimarlara ve yeni fikirlere fırsat yaratmaktı. Ve en nihayetinde öyle de oldu. Yarışmayı kazanan üç Meksikalı ve bir Sloven mimar epey genç mimarlardı. Üniversiteyi bitireli çok olmamış, 29 yaşlarında mimarlardı bunlar. Ayrıca o güne kadar tek bir projeye imza atmamışlardı.

Bundan haberim yoktu açıkçası. Harika bir iş çıkarmışlar!

2009 yılında binanın yapımı bittiğinde ortaya çıkan eser cidden harikaydı. Her anlamda işlevsel bir bina da oldu. Her şeyi bir araya toplayacak ve bunu da görece küçük bir yerde yapacak bir binanın yapımı gerçekten zor bir işti. Bin metrekare bir alandan bahsediyorum ama neredeyse 400 seyirci kapasiteli bir tiyatro sahnesi, oldukça geniş bir sergi alanı, atölyeler, arşivlerin bulunduğu genişçe bir alan, kütüphane ve ayrıca üst kattaki ofisler ve bir konferans salonu bu alana çok güzel bir şekilde inşa edildi. Kısacası harika bir iş çıktı ortaya ve her şey Lorca Merkezi’yle birlikte yerli yerine oturdu.

Kesinlikle katılıyorum buna. Sizin bahsetmediğiniz ama benim Lorca Merkezi’nde bilhassa sevdiğim başka bir şey de arka terastaki minik Çin portakalı ağaçları.

Evet, doğru! Hasadını kendimizin topladığı iki küçük ağacımız da var…

Lorca Merkezi'ndeki çin portakalı ağacı, fotoğraf: Hemmie Lindholm

Tüm yazılarını göster