Levent Ünsaldı: Biz bizi biliriz
Levent Ünsaldı imzalı, “Burada Ne Oluyor? ‘Türkiye’de Etkileşimlerin Ekolojisi Üzerine Bir Deneme’” başlıklı kitap, Heretik Yayınları etiketiyle raflarda yerini aldı. Ünsaldı, kitabında yer verdiği "usta" örneğini açıklarken, "Usta örneğinde gözlemleyebileceğimiz başkalaşmış çerçeve bir anlamda eylemin öncesinde verili. Usta-müşteri ilişkisinin var olabileceği, yani işin örgütlenme şeklinin böyle olabileceği ve bunun bilgisi karşılıklı olarak taraflarda mevcut. Kısacası, biz bizi biliriz" dedi.
DUVAR - Levent Ünsaldı’nın “Burada Ne Oluyor? ‘Türkiye’de Etkileşimlerin Ekolojisi Üzerine Bir Deneme’” adlı kitabı geçtiğimiz günlerde Heretik Yayıncılık tarafından basıldı. Ünsaldı, Goffman düşüncesinin imkânlarıyla ve yer yer de bu çerçeveyi geliştirerek, gündelik yaşamda “sıradan” olarak görebileceğimiz etkileşimler üzerine düşünürken, bir açıdan hiç farkında olmadığımız ilişkilerin nasıl bir düzen içerisinde yürüdüğünü gösteriyor. Ünsaldı ile kitabı üzerine konuştuk ve kitabın ayrıntılarıyla örülü ama bizim için epey “tanıdık” olan meselelerin sosyolojik anlamları üzerine düşünebildiğimiz bir metin ortaya çıktı fikrimce.
“Burada Ne Oluyor?” adlı metinle uzundur süren suskunluğunuzu bozmuş oldunuz biraz da. Kolay bir süreçten geçmiyoruz, sizin de kolay şeyler yaşamadığınızı biliyoruz. Tüm bu yaşananlar ile bu metin arasında bir bağlantı var mı? Yaşananlar metnin ortaya çıkışında etkili oldu mu? Levent Hoca’nın Fransa deneyimi nasıl gidiyor? Neler oluyor orada?
Buradaki deneyimim özetle şu: Otomatik pilotta belli bir irtifa ve yörüngede kalma çabasındayım. Sadece bu. Ne eksik ne fazla. İsterseniz önceki ve şimdiki deneyimlerimi şimdilik bir tarafa bırakalım ve kitap üzerinden devam edelim. Muhtemelen daha anlamlı olacaktır, hem benim hem de okurlarınız için. Bu metni, Türkiye'de kalmaya devam etseydim, en azından böyle yazamayabilirdim. Gerçi işlenen sorunsallar uzun zamandan beri takip ettiğim hatlar (en az beş yıldan beri). Ama Fransa’ya gelişimi müteakip bu hatlar daha da belirginleşip görece sabit bir çerçeveye oturduysa, sanırım ülke değiştirmekten kaynaklı birtakım dinamikler de etkili oldu. Bu, burada çok daha canlı ve gelişkin bir entelektüel hayat bulduğumdan ötürü falan değil. Sadece, enerjimi ilgilendiğim meselelere daha fazla harcama imkânı tanıyabilecek bir bağlam buldum diyelim.
Otomatik pilot ve izole olmanın bazen böyle avantajları da olabiliyor. Diğer taraftan, Türkiye’de kalmaya devam etseydim, en başta kendi kendimle ve sonra da başkalarıyla gölge savaşlarında enerjimin büyük bir kısmını heba ederdim diye düşünüyorum. Ayrıca ve belki de en önemli yeri burası, kitapta ele aldığım konular, epistemolojik açıdan kendileriyle çok özel bir mesafe kurulması gereken konular. Zira ahlaki/normatif ağırlığı fevkalade yüksek olan meseleler bunlar; hatta ve hatta gündelik hayatta sizin canınızı da çok yakmış olabilecek, sizi ahlaki bir infiale rahatlıkla sürükleyebilecek tematikler bunlar. Dolayısıyla, en basit ifadesiyle, biraz “uzaktan” bakmak daha iyi geldi diyelim.
Kitapta, Türkiye’nin gündelik yaşamından örnekleri Goffman’ın argümanlarıyla tartışıyorsunuz ve çok gündelik görünenin aslında bir düzene sahip olduğunu ve bu düzenin devam etmesinde belirli rollerin, güç ilişkilerinin, verili bilgi kodlarının etkisini de ortaya koyuyorsunuz. Aslında Türkiye üzerine bir metinle karşı karşıyayız. Ancak "Kemalist", "Modern", "Muhafazakâr", "Liberal" gibi kavramlardan hiç söz etmiyorsunuz, bunu farkında olmadan yaptığınızı belirtmişsiniz, zor olmadı mı? Çünkü bizde her yol bir şekilde bu kavramlara çıkar, okuyan açısından da yazan açısından da bir nevi kolaylık içerir, çünkü; tanımladığı şey çok bellidir ve ne kast edildiği çabucak anlaşılır. Siz bu kavramların “uyutucu” olduğunu söylüyorsunuz. Türkiye’yi bu kavramların belirlenimiyle ele almak neyi kaçırmamıza sebep oluyor? Veya neden Türkiye’yi anlamak için illa bu kavramlara ihtiyaç duyuyoruz?
İlk olarak, bahsettiğiniz kavramların neyi tanımladığı ve kast ettiği de aslında her zaman açık değil. Kanımca, Türkiye’deki kullanım şekillerini göz önüne aldığımızda en büyük avantajları oldukça esnek ve amorf olmaları. “Uyutucu” karakterleri de buradan geliyor olabilir. Zira neredeyse bir “hap” etkisiyle kavratırmış hissi yaratabiliyorlar. Bu arada, bazı kavramların “uyutucu” bir nitelik taşıyabileceğini belirten ve buna sıklıkla vurgu yapan ilk kişinin de Gregory Bateson olduğunu parantez içinde hatırlatayım.
Aslında uzun zamandan beri yapmaya çalıştığım veya etrafımdaki insanlara önerdiğim bir şeydi bu. “Bir de şu kavramlar olmadan bakmaya çalışalım, ne dersiniz?” şeklinde bir sezgiden ortaya çıktı. Bu kavramların kullanılmasına karşı değilim. Böyle bir itirazda bulunmak haddime düşmez. İsteyen istediği kavramı kullanır. Burada benim için sorun, kullanılan kavramdan ziyade, bir kavramın kullanım şekil ve şartları. Açmam gerekirse, herhangi bir sorunsal veya ülkeye ilişkin olarak, size sürekli aynı kavramsal menü dayatılıyorsa bu, üzerinden ciddi biçimde düşünülmesi gereken bir durumdur. Ayrıca şunu da ifade etmek gerekir ki, bu tür bir durumun en sıklıkla gözlemlenebileceği yerlerin başında da Avrupa entelektüel dünyası gelir. Örneğin şunu deneyin, Fransa’da herhangi bir saygın dergide yayımlanmak üzere, içerisinde "kemalist", "modern" veya "müslüman" gibi kelimelerin geçmediği bir metin yollayın. Bu haliyle hakemlerden geçmesinin olanaksız olduğunu size garanti edebilirim.
Çalıştığınız konuyla alakası olsun olmasın, Osmanlı tarihi üzerine (neredeyse big bang’e gidecek kadar), Kemalizm üzerine, laik-islamcı ikiliği üzerine mutlaka ve mutlaka ekleme ve düzeltmeler istenecektir. Çünkü Avrupalı buradan Türkiye’ye bakınca ancak bunları görür veya kulağı tersen göstermek gerekirse, görmek istediği şeyi sizin ona vermenizi ister. Bu açıdan bakıldığında, Kemalist, İslamcı vb., hatta ve hatta zamanında İstanbul Soyoloji’de Baykan Sezer ve ekibinin için boş bir “yerlilik” iddiasıyla geliştirdikleri doğu-batı ikiliği gibi tezlerin menşeinin Avrupa olduğu çok açıktır.
Bunu sınamak çok kolay: ben, bu kitaptan çekilmiş bir makaleyi Fransa’da yayınlamaya çalışayım, siz de bu bahsi geçen kavramları bolca serpiştirdiğiniz bir makaleyi yayınlatmaya çalışın. Bana göre şansınızın çok daha yüksek olacağını size garanti edebilirim. Temel sorun bu. Aslında mesele, yanlış anlaşılageldiği üzere, bir kavramın yabancı veya yerli kökenli olması değildir. Sonuçta ben de Goffmancı teçhizatı eğerek bükerek bir şeylere projeksiyon tutuyorum. Netice alelade araç bunlar, bir şeyleri az-çok kavratırlar, nesneyi başka bir açıyla gösterirler ya da uyuturlar. Bu açıdan bakıldığında mesele epistemolojik olduğu kadar, akademik alanlardaki (hem Türkiye hem de başka ülkelerdeki) iş bölümüne kadar uzanan bir mesele. Kitapta da yazdım, Goffman’ın doktora tezini gerçekleştirdiği Shetland Adaları'na ilgisi sadece teoriktir. Tezde Shetland üzerine hemen hemen hiçbir şey bulamazsınız. Ama aynı çalışmayı Fransa’da doktorasını yapan bir Shetland’lı yapacak olsaydı (ki muhtemelen tez danışmanı bu hususta kendisine zorluk çıkarırdı) ondan istenen sıradan bir monografi olurdu ve hayatının devamına da Shetland uzmanı olarak devam ederdi. Goffman için Shetland uzmanı dendiğini duydunuz mu hiç? Yurt dışında doktora yapan veya yapmış Türkiye kökenli öğrencilerin çoğunun akıbeti de budur. Ben de bunu yaptım doktora eğitimim döneminde ve belki de biraz da bu yüzden artık başka şeyler denemek istedim.
Sorunuzun ikinci kısmına cevabım biraz uzun oldu ve ilk kısmı atlamış oldum. Ona da kısaca cevap vermeye çalışayım. Burası aslında ilk sorunuza verdiğim cevapla yakından alakalı. Şöyle düşünelim, İstanbul’da trafiğin “kilit” olduğu bir yerde aracınızın direksiyonunda saatlerce sıkışıp kaldığınızı varsayalım. Denildiği üzere, “tampon tampona” bir durum. Böyle bir durumda etrafınızdaki her şeyin size devasa bir “kaos” şeklinde görünmesi çok olasıdır. Oysa biraz daha yüksekten, yani mesafeli bir yerden olan biteni gözlemlediğinizde, ilk başta silik de olsa kendinde bir düzenin izlerini yavaş yavaş fark etmeye başlayabilirsiniz.
Örneğin, tali yoldan ana yola çıkışlarda, trafik kurallarının tanımladığı öncelik sisteminin her zaman işlemediğini, her iki aracın da ufak ufak ilerleyerek birbirini yoklaması ve sürücülerin bir saniyelik bir göz teması neticesinde neredeyse sihirli biçimde geçiş üstünlüğü meselesinin nihayetlendirildiğini fark edebilirsiniz. Burada her defasında, tarafların bilgi stoğunda olan ortak bir gramerin işler halde olduğunu görürsünüz. "Anomi", "kaos", "çürüme", "yozlaşma" gibi kavramları çok rahatlıkla kullanıyoruz. Bunların hiçbir şeye tekabül etmediğini söylemek istemiyorum elbette. Ama mesela, eğer bir toplumun yozlaştığı, çürüdüğü, ilişkilerinin anomik bir hal aldığı iddiası savunuluyorsa, bunun ne zamandan beri ve hangi faktörler neticesinde gerçekleştiği de güçlü argümanlarla sunulmalıdır.
Son olarak, sosyolojide Chicago Ekolü'nde çok güçlü olan bir postulatın tüm potansiyelini dikkate almak faydalı olacaktır: en kaotik gözüken bir çevrede bile kendine has bir nizam olabilir. Bu bağlamda okura, William Foote Whyte’ın “Köşebaşı Toplumu” kitabını hararetle tavsiye ederim.
Kitaptaki usta örneği epey ilginç ve “tanıdık”, yani ortalama bir Türkiye vatandaşının ara ara yaşadığı bir “durum”. Herhangi bir sorunda işin ustası kim ise ona başvurulur. Usta gelir başında durulur, size sorular sorabilir, yardım isteyebilir, etkileşim bir şekilde “abi” seviyesine gelir ve “başkalaşır”. Bu yadırganmaz çünkü nasıl davranılması gerektiği bilgi olarak iki tarafta da mevcuttur. Sizin deyimizle “bilgi stoğu” olarak bizde vardır, sanırım bu durum birincil çerçevedeki ilişkinin “başkalaşması”na da imkân sunuyor değil mi? Yani bir ilişkinin başkalaşması önceden verili bir ilişki biçimini imliyor?
“Usta”, başından beri benim en fetiş örneklerimden biri oldu. Zira birtakım yapısal unsurların nefis bir örneklemesini sunuyor. Örneğin, Türkiye’de gözlemlendiği şekliyle alanların birbiri içine girmesi veya kendi hususiyetlerini kuramamış olmaları (Bourdieucü terminolojiyi ödünç alıyorum burada) örneğin ustayı, ustalığında tefrik edecek elimizde herhangi bir şey yok. Herkes her an usta olabilir. Bu açıdan bakıldığında usta, aslında bir “brikolör”; kâh çatışmalı kâh daha dingin bir işbirliğinde bir şeyi “beraber” onardığınız ve yaptığınız bir kişi. Diğer taraftan “çerçeve” kavramı, bilişsel olanın yükünü alma amaçlı pragmatik bir kavram aslında (yani eylemde bilişsel ya da zihinsel olana vurguya bir nevi itiraz). Genel olarak “çerçeve”, bir eylemin örgütleniş şekli ve bunun bilgisi olarak basitleştirilebilir. Şimdi bu açıdan baktığımızda, usta örneğinde gözlemleyebileceğimiz başkalaşmış çerçeve bir anlamda eylemin öncesinde verili. Yani sorunuzda tariflediğiniz şekilde bir usta-müşteri ilişkisinin var olabileceği, yani işin örgütlenme şeklinin böyle olabileceği ve bunun bilgisi karşılıklı olarak taraflarda mevcut. Kısacası, biz bizi biliriz.
Usta örneğimizdeki çerçeveyi “başkalaşmış” yapan, standart formattaki bir meslek sahibi-müşteri ilişkisinde gramatikal (Wittgenstein) olarak olmaması gereken birtakım sorunsal olasılıkları (Schutz) bünyesine taşıması (burası biraz karışık olabilir, kitapta daha kapsamlı geniş bir izahatı mevcut). Dolayısıyla bu türden bir başkalaşmış çerçeve dâhilinde ilişki başladığında, bunun gerektirdiği normatif zorunluluklar sistemi de tarafların bilgisinde. Ustayla ilişkinizde her şeyi yapamazsınız ya da diyemezsiniz ve vice versa, bu ilişki her ne kadar kaotik ve belirsiz gözükse de. “Yol yordam bilmek” gerekir. Biraz daha basitleştirmek gerekirse şöyle denilebilir: başkalaşmış çerçeveler bir nevi GDO’lu mısırlar gibi çerçevelerdir. Mısır mıdır? Evet, ama başka bir mısır. Hakiki mısırı ise daha standart bir profesyonel-müşteri ilişkisi gibi düşünebilirsiniz.
Dolayısıyla, daha ilk başka, evdeki musluğun tamiri için bir usta ararken, danıştığınız ustaların fiziksel, görsel ve sosyal tanıma kategorileri üzerinden hangi tür mısırı yiyeceğinizi bilirsiniz ve buna göre vaziyet alırsınız. Bir seviye ötesinde ilginç olan ise şu: tüm piyasayı GDO’lu mısırlar kaplamışken ve belki hayatınızda hiç hakiki (organik diyelim) mısır yememişken ve bu tür mısırlar da artık bulunmazken, GDO’lu mısırı (başkalaşmış çerçeveleri) informel olanla, “sapmayla” ya da “normalde olmaması gerekenle” eşleştirmenin ve hakiki mısır mitini korumanın da bir işlevi olması gerekir.
'BAŞKALAŞMIŞ ÇERÇEVEDE DE YAPILABİLECEK HAMLELER BELLİDİR'
Her durumda diyebiliriz ki “başkalaşmış çerçeve” farklı olumsallıkları bünyesinde barındırıyor ve örtük gibi görünen ama aslında bilindik olan bir düzen içerisinde yürüyor. Ne dersiniz?
Evet, başkalaşmış çerçevenin en önemli hususiyeti bileşik bir “sorunsal olasılıklar” alanını bünyesinde taşıması. Kitapta verdiğim örneğe geri dönecek olursam, herhangi bir devlet dairesinde işinizin görülmemesi (örneğin belge eksikliğinden dolayı), sınır sorunu yaşamayan daha standart bir birincil çerçevede herhangi bir sorgulamaya yol açmaz. Burada Weberci inanç sorunsalını devreye sokabilirsiniz. “Belgeniz eksik, işleme koyamam” ifadesi, eğer çerçeve standart işleyişini sürdürüyorsa, meşru bir ifade olarak kabul görür.
Zira memur bu belgeyi kendi keyfi için istememektedir; talebinin meşruluğu, arkasındaki bürokratik organizasyonun rasyonelliğinin meşruluğudur, vb. Buradaki etkileşimde temel ilgi “mesaja” yöneliktir (eksik belge), zira mesajın yorumlanacağı meta-mesaj düzeyi ya da ilişki tipi tartışmaya açık değildir. Oysa işler her zaman böyle yürümez, özellikle başkalaşmış çevrelerde. Aynı ifade (belgeniz eksik, işleme koyamam) karşı tarafta “Neden zorluk çıkartıyorsunuz?” veya “Daha önce filanca gelmişti ve işleme koymuştunuz” gibi sorgulamalarla başlayıp tanıdıkları devreye sokmaya kadar gidebilir. Artık burada sorgulanan, mesajın içeriği değil, ilişki tipidir (neden bana?). Zira Türkiye’de devlet dairelerinin, bürokratik ilkeler yanında, bir dizi etnik, siyasi, dini, hemşerilik, yandaşçılık ya da en basitinden akçeli parametrelere göre de iş gördüğü toplumsal bilgi stoğunda kayıtlıdır. Ancak bu parametrelerin sayısı sonsuz da değildir. Dolayısıyla başlangıçta bir miktar “belirsizlik” içeren ilişki (neden bana? ne istiyor acaba?), etkileşimin seyrinde berraklaşacak ve “iş görür mutabakata” ulaşılacaktır.
Kısacası burada da görüyoruz ki, bir başkalaşmış çerçevede de yapılabilecek hamlelerin sayısı, sınırı bellidir. Diğer bir ifadeyle kendi içinde bir zorunluluklar sistemi vardır. Yine burada da yol yordam bilmek gerekir. Son olarak, tüm bu etkileşim sürecinde, Batılı etkileşim çalışmalarında pek irdelenmeyen mikro düzey güç ilişkilerinin “işin halledilmesi” noktasında fevkalade etkili olacağını da ekleyelim. Bu Alan, “etkileşim çalışmalarının” kör alanıdır ve Türkiye örneği bizi bu noktada yeni kavramsal açılımlara zorlamaktadır.
Metinde, “olmak”, “ontolojik” bir anlamda kullanılmıyor, daha çok toplumun bakışları altında, gündelik hayat etkileşimleri bağlamında bir “olma” hâlinden bahsediyorsunuz; doktor olma, akademisyen olma gibi.
Evet, metin tamamıyla “ontoloji” dışı bir metin. Buna özel hassasiyet gösterdim. Tamamıyla pragmatizm içinde konumlanan argümanlar söz konusu. Olmak, Kenneth Burke’ün ifadesiyle, yapmak olarak tanımlanıyor, ama Goffman’ı takip ederek belli bir normatif hale dâhilinde ve seyirciler önünde. Bu anlamda Goffmancı dramaturjik yaklaşımı takip etmekten başka bir şey yapmadım. Benlikler bu bağlamda birer çıktı, başlangıç noktası değil. Birbirlerinin hem yargıcı hem de izleyicisi olan kişilerin, bir şeyi belli bir uygunluk ve kabul edilebilirlik sistemi (durum) dâhilinde yaptıklarında ve onandıklarında oldukları şey. Kısacası çalışma, tekil bir benliğin gizemli dünyasına bir yolculuk hiç değil, sadece, benliklerin kendilerini gösterdikleri ya da daha doğrusu dünyaya geldikleri sahnelerle ilgileniyor.
Ancak şunu da ifade etmem gerekir ki, günümüz Türkiye’sinde, yukarıda sunduğum çerçeve dâhilinde alınsın ya da alınmasın, bir “olma sorunundan” bahsedebilmek için yeterince sebebe sahip olduğumuz kanısındayım. Belki de söz konusu olan, başka türden bir oluştur. Eylem mantıklarının ve normatif hatların görece daha çatallı, geçişken karakterinde bir “olmadır”. Veyahut da bu, hiç de öyle hafife alınamayacak bir “olma” krizidir ve Türkiye’de son dönemde “benlik” meselelerine yönelik yoğun ama amatör ilginin, ontolojik kapanlarda bir arayışın temel sebebidir. Unvanları pek seviyoruz. Burada yeni bir şey yok. Telefonda veya bankada, karşıdaki kişiye “Oğlum-kızım, ben emekli Hâkim, emekli Büyükelçi veya emekli Albay Refik” şeklinde yapılan sunumların kendine has mantığını da anlayabiliyoruz. Bu unvan sunumları, bir kişinin ister istemez sahip olduğu bin bir çeşit benlik ve rol tanımını tek-ve-bir-ve bölünmez bir kimlik tanımı içine, üstelik “resmi”, yani devlet tarafından onanmış ve verilmiş bir kimliğin içine yerleştirmekten başka bir şey değilmiş gibi görünüyor bana. Devlete ve unvanlarına sonsuz bağlılık sergileyenlerin, bu türden bir kimlik pornografisini olur olmadık her yere, en başta da kitap kapaklarına taşımalarında şaşılacak bir şey yok elbette. Ancak örneğin, bu bağlılığın, “eleştirel” “muhalif” veya “ihraç” akademisyen biyografisiyle nasıl bağdaşabileceği ise başlı başına bir mesele.
Şöyle devam edelim: roller, esasında bir ilişki ismidir. Kemiksi pek bir şey yoktur içlerinde. Örneğin anne veya baba rolü, sizinle o rolün anı içerisinde neler yapılabileceğine ve sizin de yine o anla sınırlı olarak neler yapabileceğinize veya yapmanız gerektiğine işaret eder. Roller-benlikler çokludur. Biyografik bir bütünlük bu çoğulluğu, bir pamuk şekeri gibi, birbiriyle az çok uyumlu bir yumağa dönüştürebilir. Ancak en azından şurası sabittir ki, sürekli olarak, olur olmadık her yerde, “Ama ben anneyim-babayım” veya “Merhaba, ismim Refik, babayım ben” demezsiniz. Oysa bazı çalışmalar göstermiştir ki “total kurumlarda” (Goffman) kapatılmış ya da her şeyini bu türden kurumlara borçlu kişilerde bu tür bir eğilim görülebilmektedir. Tüm “varlık” ve “kimlik” tek bir “resmi” kuruma borçlu olunduğunda, Doç.Dr Refik, aynen Müsteşar Refik gibi, tüm uzuv veya idrak kategorileriyle artık o kurumun bir mülkü olabilmektedir.
'PALU AİLESİYLE İLGİLİ ACELECİ ÇIKARIMDAN KAÇINMAK GEREK'
Metinde Müge Anlı’nın programından da söz ediyorsunuz ki biliyorsunuz son dönem özellikle aile kurumunun sorgulanması bağlamında epey tartışıldı. Kitapta şöyle söylüyorsunuz: “Programın diğer bir dikkat çeken yanı, muvazaalı ilişkilerin özellikle aile ilişkilerinde ne kadar yaygın olabileceğini göstermesidir. Standart sosyoloji literatüründe, “birincil ilişkilerin”, hissiyatın, samimiliğin, sıcaklığın atıf birimi ailede, görülmektedir ki işler farklı şekilde yürümekte, farklı bir makullük sistemi işlemektedir.” Bu bağlamda Palu ailesini bu argümanlarla nasıl yorumlayabiliriz?
İlkin, Palu ailesi ve diğer katılımcıların toplumsal koordinatları belli bir sınıfsal kategoriyi güçlü biçimde işaret etse de, bu yönde herhangi bir aceleci çıkarımdan kaçınmak gerekir. Zira program, özellikle belli sınıflardan gelen katılımcılara öncelik tanıyor olabilir ya da toplumsal topografyanın daha üst kesimlerinden bireyler, benzer deneyimleri aynı ölçüde yaşamakla beraber, bu türden bir programa katılarak itibarlarını riske etmek istemiyor olabilirler. Ancak programın, elbette ne türden bir izleyici kitlesi tarafından izlendiği önemli olmakla beraber, özellikle üst sınıflar nezdinde neredeyse “ahlaki bir panik” yaratmak suretiyle (örneğin “Bizim insanımız bu işte, rezilliğe bak” ifadesi) içine kapanma eğilimini arttırabileceği ya da yine aynı sınıflara, ahlakçı bir terazide yargıladıkları bu ilişki formlarını öteki addedilen diğer sınıflar üzerine yıkarak, kendi ellerini, evlerini, vicdanlarını temizleme imkânı sağlayabileceği hatırlatılmalıdır. Müge Anlı’nın programının kanımca ilk olarak üzerinde durulması gereken yönü budur. Bu yön net biçimde politiktir.
İkinci husus kavramsaldır. Yukarıdaki sorunuzda da altını çizdiğim üzere, burada da bazı kavramların kullanımını geçici süreyle askıya almak gerekir. Örneğin, “çekirdek aile”, “geniş aile” gibi kavramlar sadece ve sadece sosyolojiye giriş ya aile sosyolojisi derslerinde işlevseldirler. Tamamıyla tedrisat ürünüdürler, bir tipoloji kurarak, yani tasnif ederek ve basitleştirerek pedagojik işlevlerini yerine getirirler. "Doğu toplumu", "geleneksel toplum", "Müslüman toplum" gibi atıf birimlerini ise tamamıyla unutmak, muhtemelen en makul tavır olacaktır. Kısacası tedrisatı analizle eşlerseniz, şu hata kaçınılmaz olur: “yanlış yere konulmuş somutun sofizmi”, yani soyutlamaların şeyleştirilme riski (Whitehead).
O halde, kafamızdakini şeylerde aramaktansa, şeylerin mantığına nüfuz etmeyi öncelik olarak tesis edip Palu ailesine ilişkin olarak fazla detaya girmeden şu tespiti yapmakla yetinelim: insanlar, eğer organik temelli bir patolojileri yoksa (ki "sapkınık", "tuhaflık" veya "delilik" gibi kategorilerin imlediği davranışların çok az bir kısmı bu dairede değerlendirilebilir), öğrenmedikleri, daha önce deneyimlemedikleri, duymadıkları, kısacası belli bir meşruluk/makullük kalıbına oturtmadıkları davranışlar içinde bulunmazlar.
Palu ailesinde de sorulması gereken esas soru şudur: bu insanlar, söz konusu hamleleri ve edimleri bu rahatlıkla yapmalarını sağlayan makullük sistemini nasıl ve nereden öğrenmişlerdir? Kültürel dünya buna ilişkin bazı "teşvik edici" unsurlar taşıyabilir: örneğin, "Bal tutan parmağını yalar" ya da "Baldız baldan tatlıdır" vs. Ama kültürel dünya bunların tam zıddında da değerlere gönderme yapabilir ve yapmaktadır. O halde, yöntemsel açıdan en uygun yaklaşım açısı, kendi içlerinde de zıtlıklar içeren tüm bu davranış öncüllerinin bir durumun zorunluluk sisteminde nasıl işlediğini, ne gibi normatif zeminler kurduğunu incelemektir. Tam da bu noktada, Palu ailesi çok uç bir örnek ama bünyesinde taşıdığı bazı örüntüler sadece aile ile sınırlı değil kesinlikle. Kitapta bu türden örüntüleri, başkalaşmış çerçevenin bir tür varyantı olan muvazaalı çerçeve kavramı dâhilinde incelemeye çalıştım.
Çok basitleştirmek gerekirse şu şekilde özetlenebilir: iki tarafın da bilgisi dâhilinde ve rızasıyla gerçekleşen bir karşılıklı kendi kendini aldatma durumu ve sessizlik paktı (zira bu oyun kesinlikle ifşa edilmemelidir). Palu ailesi örneği, bazı yönleriyle bu kavramın da dışına taşabilecek bir vaka. Ancak bizim için esas olan, muvazaa örüntülerini de ziyadesiyle içermesi.