Levent Ünsaldı: Kimse size Edward Said gibi elinize taş alın demiyor

Entelektüel kimdir? Nasıl olmalıdır? Türkiye’deki entelektüeller nasıllar? Fikir işleyen, üreten kişinin yeri tam olarak neresidir? Sosyolog Levent Ünsaldı, “İstifa etmekmiş, eyleme gitmekmiş… Bunlara gelmeden sembolik şeyler de ciddi bir etki yaratabilir” diyor. HDP Kocaeli Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu, “İki yıldır kaçırılan insanlardan bahsediyorum. Buhar oluyor insanlar! Bir büyük hak ihlali sorgusuz sualsiz kalıyor. Bu konuda yalnız hissediyorum" diye anlatıyor.

Abone ol

DUVAR - Tarihsel mirasıyla entelektüel kavramı, Dreyfus Davası ile kamuoyunda yaygınlaştı. Dreyfus Davası 1894 yılında, Fransız ordusunda görevli Yüzbaşı Alfred Dreyfus’un Almanya lehine Fransız ordusunda ajanlık yaptığı suçlamasıyla başlar. Davaya ilişkin tek delil, bir çöp kutusunda bulunan el yazısıyla yazılmış bir mektuptur. Dreyfus mektubu reddeder, buna rağmen cezası onanır. 15 Ekim 1894'te tutuklanır ve Şeytan Adası’na gönderilir.

Dreyfus, 12 yıl sonra aklanacaktır. Beraat kararının ertesi günü Émile Zola, o dönemki devlet başkanı Felix Faure’a “J’accuse” (Suçluyorum) mektubunu yazar. Zola açık mektubunda Genelkurmay Başkanı'nı ve diğer yüksek rütbeli subayları görevlerini kötüye kullanmakla ve kamuoyunu yanıltmakla suçlar. Birkaç gün içinde akademi üyesi bazı profesörler ve aydınlar, Millet Meclisi’ne Zola'nın mektubunu destekleyen bir bildiri yollarlar.

Yakın tarihte Türkiye’de de kimi hak ihlallerine karşı imza listeleri yayınlandı. Mail aracılığıyla yayılan ve alfabetik sıraya göre her kulvardan insanın olduğu bu imza listelerinin hiçbir işlevi olmadı. Ta ki “Bu Suça Ortak Olmayacağız" bildirisine imza atan Barış için Akademisyenler'e kadar. Toplumsal meseleye ilişkin sözünü ortaya koyan akademiye devletin yanıtı gecikmedi. Birçoğu hakkında adli soruşturma başlatılarak işlerine son verildi.

‘KAMUSAL ENTELEKTÜEL FİGÜRÜ BUGÜN FRANSA’DA DAHİ YOK OLMA YOLUNDA’

Levent Ünsaldı

Heretik Yayıncılık'ın kurucusu ve Genel Yayın Direktörü, Sosyolog Levent Ünsaldı, entelektüel alandaki kişiyi en özü itibariyle “zihinsel olanla uğraşan ve sözüne kulak kabartılan biri” olarak tanımlıyor ve şu notu ekliyor:

“Sözü kıymeti olmak, ilkin bir otorite, ikinci olarak da bir dinleyici kitlesi gerektirir. Dolayısıyla entelektüelden bahsettiğimizde bir ilişki tipinden de bahsederiz ve bu da bizi entelektüel alanın oluşum koşullarına götürür. Her ülkenin kendi tarihselliğinde entelektüel alanın oluşum koşulları değişiklik gösterir. Konuşmanın başında 1968 dünyasını hatırlattınız. Mesela Fransa özelinde Sartre, Camus, daha da eskisinde Émile Zola akla geliyor. Bu kişilerin söz sahibi olmalarını sağlayan şey o alanın kendine has yapısı ve özerkliğiydi. Tek belirleyici unsur, doğrudan bir aygıt ya da devletle ilişkili olmaları değildi. Fransa’da entelektüel alan, akademiyi de içine alan ama onu da aşan bir alandır. Bu alandaki üreticiler (entelektüeller) ve tüketiciler (okurlar) sadece üniversite dünyasına sıkışmamıştır. Bizde işler bu şekilde yürümemiş. Türkiye’de entelektüellere baktığınız zaman devlet, gerek zihni dünyalarının, sorgulamalarının, dertlerinin gerekse de gündelik varoluşlarının (meslek, makam, mevki anlamında) hep merkezinde yer almıştır. Mesela yolu akademiden, dolayısıyla da devletten geçmemiş, Karl Mannheim’ın ifadesiyle, “serbestçe süzülen entelektüel” tarzında bir varoluş içinde üretimde bulunmuş çok az figür vardır Türkiye’de. Bunu illa ki menfi anlamda söylemiyorum. Sadece entelektüelin dünyasını kaçınılmaz biçimde etkileyen bir unsur olarak not ediyorum. Diğer taraftan şunu da söylemek gerekir. Bahsettiğiniz o kamusal entelektüel figürler bugün Fransa’da dahi yok olma yolunda. Bunun en son örneklerinden biri Bourdieu idi.”

‘ENTELEKTÜEL FAALİYETİN KENDİSİ AKADEMİYLE ÖZDEŞLEŞTİ’

Ünsaldı, entelektüel faaliyetin en temel koşulunun aynı zamanda gündelik aciliyetlerden kopabilme lüksü ya da imkânı olduğunu belirtiyor. Başka türlü geçinme şansının olmaması bu sefer de “memuriyet kapanına” sıkıştırıyor.

“Tam bu noktada sınıfsal durumlar devreye giriyor. Zırvalamak için bile boş zaman gerekir. Entelektüel faaliyeti en basitinden, düşünme-yazma-çizme olarak tanımlarsak, Türkiye’de bu türden bir yaşam ritmini sürdürebileceğiniz tek yer mecburen akademi. Malumun ilamı olacak ama sadece zihinsel emeğinizin, örneğin kitaplarınızın ya da benzer faaliyetlerinizin sağladığı gelirle nasıl, nerede ve hangi koşullarda yaşayabilirsiniz ki? Dolayısıyla, entelektüel bir yaşam ritmini düşlediğinizde, aklınıza doğrudan üniversitenin gelmesi çok doğal. AKP döneminde tuhaf bir hinlik yapıldı. Hoş, bunu çok bilerek yaptıklarını zannetmiyorum. Üniversitelerde kadro patlamasının yaşandığı dönemde, entelektüel faaliyetin kendisi bir anda akademiyle özdeşleşti. Bu, yazan çizen herkesin tek hedefinin akademi olması anlamına geldi. Çünkü bu işi olası en iyi koşullarda yapabileceğiniz tek yer orası. Başka türlü geçinme şansınız yok ama bu sefer de entelektüel faaliyetin ‘memuriyet kapanına’ sıkışma riski ortaya çıktı. Zira en son tahlilde orası devletin alanı ve onun sınırlarını çizdiği alanda konuşma hakkınız var. Türkiye’de devletin bu sınırları genel konjonktüre göre nasıl çizdiği de bilinir. Kâh alanı açar, kâh kapar, kâh tüm üniversiteyi bir aygıta dönüştürür. Bunu en net biçimde kriz anlarında görürsünüz. Barış Akademisyenleri bu anlamda onurlu bir duruş sergiledi. Sonrasında imzalarını çekmemiş olmamaları da keza ama sonucunda ne yapıldığını da gördük.” 

‘FİKİR ÖZGÜRLÜĞÜ YOKSA ENTELEKTÜL ALAN DA OLUŞAMAZ’

Ünsaldı, istifa etmek gibi tepkilere ihtiyaç olmadan sivil itaatsizlik eylemlerinin gücünden bahsediyor.

“Çok basit şeyleri yapmaktan dahi çekiniyoruz. Kimse size Edward Said gibi elinize taş alın demiyor, barikat kurun demiyor. Bu da bir opsiyondur ama buna gelmeden önce başka şeyler de yapılabilir, bir hafta derse girmemek mesela… Şunu demek mesela: ‘Bütün idari görevlerimizden çekiliyoruz.’ İstifa etmekmiş, taş atmakmış, eyleme gitmekmiş… Bunlara gelmeden ufak tefek sembolik şeyler de ciddi bir etki yaratabilir. Şu öğrencilerin yaptığının onda birini bizim öğretim üyeleri yapamıyor. İhraç edilen hocaların dersleri, aynı bölümdeki diğer hocalar tarafından neredeyse kapışıldı. Biri de, ‘bu dersi almıyorum, protesto ediyorum’ demedi. Diğer taraftan, çok ciddi bir devlet şiddeti de var. İnsanlar korkuyor. Akıl vermek haddime değil, ama bizim yaptığımız iş açısından fikir özgürlüğü temel şart. Derste şu veya bu kelimeyi telaffuz etmekten dahi çekiniyorsanız bitmiştir o iş. Gerisi boş lakırdı. Çok basit bir ilke var: Bir ülkede fikir özgürlüğü yoksa akademisyenlik de olmaz entelektüellik de olmaz.”

‘DAMGALANMA KORKUSUYLA HAK İHLALLERİ SORGUSUZ SUALSİZ KALIYOR’
Ömer Faruk Gergerlioğlu

HDP Kocaeli Milletvekili, TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Üyesi Ömer Faruk Gergerlioğlu, “Herkes kendi mahallesi için demokrat oluyor” diyerek başlıyor sözlerine ve hak arayışlarındaki “damgalanmayı” anlatıyor:

“Diyelim Kürt meselesinde söz söylediniz, terörist damgası yiyorsunuz. Alevilerle, Ermenilerle ilgili bir mesele oluyor, yine öyle. Vekilimiz Garo Paylan’a mecliste sık sık ‘Sen Ermenistan’a git’ diyorlar. Eskiden komünistlere ‘Moskova’ya’, başörtülülere ‘Suudi Arabistan’a git’ denirdi. Bakış hep aynı: Ya sev ya terk et! Her devirde damgalamalar oluyor.”

“Mecliste bize, suçlu insanların haklarını savunuyorsunuz deniyor. OHAL sonrası KHK ile ihraç edilen insanlar hayattan atıldı, vatandaşlıktan çıkarıldı. Ondan sonra diyorsun ki, bu konudan bahseden FETÖ’cüdür. Şu son iki yıldır kaçırılan insanlardan bahsediyorum. O kadar şaşırıyorum ki… KHK’lı en az 30 kişi kaçırıldı. Kürtlerden 160 kişi kaçırılmış ya da kaçırılmaya çalışılmış. Kimsenin umurunda değil. 520 gündür ortada olmayan insanlar var. Buhar olmuş insanlar! 9 ay sonra Emniyet’e bırakılan insanlar oldu. ‘Bu adam Gülen grubundanmış, bana FETÖ’cü derler, kesin bir şeyler yapmıştır’ deniyor. Bir büyük hak ihlali sorgusuz sualsiz kalıyor. Bazen kendimi tam bu konuda yalnız hissediyorum. Olacak iş değil! 25 yıldır Cumartesi Anneleri çocuklarını soruyor. Demek ki basit bir olay değil.”

“İsim vermeyeyim. Çıplak arama için konuştuğum bazı gazeteciler, o konuya girmeyelim dedi. Gündem değişti dedi. Çıplak aramaya maruz kalan genç kadın arkadaşa, 15 dakika sonra arayacağım deyip, aramamış mesela. Gazetecisi, köşe yazarı böyleyse sanatçısı, aydını ne yapsın?”

‘TAMAMEN BARIŞÇIL EYLEMDE 50 KİŞİYDİK’

Sorulması anlamsızlaşan soruyu soruyorum Gergerlioğlu’na. Bunca hak ihlaline rağmen hayat nasıl devam edebiliyor? Bu alışma hali neden? Şöyle yanıtlıyor:

“Şöyle örnek vereyim. KHK’lılar çoğunlukla muhafazakar kesimi ilgilendiriyor. Onlarda da sokağa çıkmakmış, protesto etmekmiş diye bir şey yok. İnsanlar sudan çıkmış balığa dönmüş durumda. Ne yapacaklarını şaşırmışlar. Diğer taraftan en yakın örnek bakıyorsunuz Boğaziçi öğrencilerine yapılanlara: İşkence, darp, çıplak arama, hakaret… İnsanların gözü korkuyor. İki gün önce İstanbul Birleşmiş Milletler Temsilciği önünde KHK eylemi yaptık. İstanbul’da 20 bin KHK’li var. Aileleri ile çarpın en az 100 bin kişi olur. Tamamen barışçıl eyleme gelen 50 insandı. Maalesef durum bu…”

‘MİLLETVEKİLİNİN GİTMESİ, DURUMU 1-1 YAPIYOR’

Gergerlioğlu, hak ihlaline uğrayan insanların bekleyişini şu sözlerle anlatıyor:

“Gökten bir başarı gelsin diye bekliyorlar ya da bana telefon ediyorlar. İyi de diyorum sizsiz olmaz. Bekliyor ki birileri onlar için kahramanlık yapsın. Biz kimseye kavga edin demiyoruz ama hakkınızı aramayı bilin.”

Peki, duruşma salonları niye kalabalık olmalı? Şöyle yanıtlıyor Gergerlioğlu:

“Gitmek zorundayız. Elimden geldiğince gitmeye çalışıyorum. Saygın, bağımsız bir yargı müessesi olsa böyle bir şeye gerek yok ama burası Türkiye. Politik vakalarda mahkemeye bir gidiyorsun ki polis sıralanmış. Çıplak arandığını mahkeme önünde söyleyemeyen bir genç kadın, ‘Arkamı bir döndüm, baktım tüm TEM polisleri arkamda, benim gözümün içine bakıyor’ diyor. Mahkemelerin durumu bu. Milletvekili gitmeyince polis oluyor. Milletvekilinin gitmesi durumu 1-1 yapıyor.”