Leviathan’dan Neoleviathan’a: Suç, ceza, hapsetme

Bizler, 'modern insanlar' içinde bulunduğumuz kapitalist sistemi ve bu bahisle hapishaneler dünyasını hep varmış ve var olacakmış, hatta olmalıymış gibi ele alıyoruz.

Abone ol

Zafer Kıraç *  

"Loïc Wacquant’ın belirttiği üzere, dünyada suç oranlarında ciddi bir artıştan bahsedemiyoruz. Ancak hapishane sayısını ve hapishane nüfusunu artırmak yükselen bir trend. Mevzu, suç oranlarındaki artış değilse ne? Neoliberal politikalar ve neticeleri ya da ihtimalî neticeleri nedeniyle “güvenlik” politikalarında ve hâliyle hapsetmede değişiklikler yaşandı. Bir yandan refah devleti politikalarının geri plana düşmesi, yani neoliberal politikaların öne çıkmasıyla beraber işsizlik, güvencesizlik, yoksulluk had safhaya çıkmış, yani “tehlikeli sınıflar” nicelik olarak artmış durumda. Buna binaen suçlulaştırma ve hâliyle hapsetmenin işlevi hem ekonomik hem siyasal açıdan yükseldi.

Diğer yandan 24 Aralık 1811 tarihli Napolyon Kararnamesi, ya da 1933 tarihli Nazilerin Halkın ve Devletin Korunması Kanunu’nu yakın tarihimizde, antiterör yasaları, “olağanüstü hâl” ilanları ya da ABD’nin 26 Ekim 2001 tarihli Yurtseverlik Kanunu olarak zuhur etmekte. Başka bir şekilde ifade edilecek olursa, modern devletin tarihsel tecessümünden beri hiçbir vakit tam olarak yok olmamış Niccolò Machiavelli’nin “Prens”i ya da Hobbes’un “Leviathan”ı devletle toplumun muğlak bir tarzda birbirine karıştığı günümüzde de kendini sıkça gösterebilmekte ve siyasal hayata sirayet etmekte. Bu sirayet hâli şedit bir edim olan cezalandırmanın ve bu minvalde hapsetmenin muktedirin bir “kılıç” sallama faaliyeti olarak öne çıkışının diğer veçhesi."

Yukarıdaki cümleler kendilerini ‘Kolektif bir düşünsel mekan’ olarak tanımlayan NotaBene yayınlarından okurlara ulaşan; Leviathan’dan Neoleviathan’a Suç, Ceza, Hapsetme isimli kitaptan. Yazarı Ezgi Duman. Lisans öğrenimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde tamamladı. 2011 yılından beri İstanbul Barosu'na bağlı olarak avukatlık mesleğini icra eden Duman, çeşitli sivil toplum kuruluşlarında, hapishaneler, ayrımcılık, kadın, LGBTİ+ ve mülteci hakları üzerine gönüllü ve profesyonel çalışmalar yürütüyor. Çeşitli dergilerde ve kitap derlemelerinde yazıları yayınlanmış olan Duman'ın temel ilgi alanları eleştirel hukuk felsefesi, devlet kuramları, psikanaliz, suç ve ceza politikaları, feminizm ve queer teori.

‘HAPİSHANELER DÜNYASINI HEP VARMIŞ GİBİ ELE ALIYORUZ’

Kitabınız, özellikle bu alanda çalışma yapacaklar için suç ve cezanın ve hapishanenin tarihi açısından önemli bir kaynak işlevi görecek. Kitaba başlarken tam olarak amacınız neydi ve amacınıza ulaştığınızı düşünüyor musunuz? 

Ezgi Duman

Amacım her şeyden evvel suç ve cezanın, haliyle bir cezalandırma yöntemi olarak hapishanenin tarihselliğini ortaya koymaktı. Burada da Benjamin en önde gelen esin kaynağımdı. Organik hayat içinde insanlık tarihi bile bu kadar küçük yer kaplarken hapishanenin geçmişi nerdeyse yok denecek kadardı. Ancak bizler, “modern insanlar” içinde bulunduğumuz kapitalist sistemi ve bu bahisle hapishaneler dünyasını hep varmış ve var olacakmış, hatta olmalıymış gibi ele alıyoruz.

Bir diğer temel amacım da modern devletin/Leviathan'nın ilk çıkış sürecinde bir analoji kurmak suretiyle neoliberal dönemde cezalandırmayı anlatmaktı. Bir nevi hapishanenin çıkış süreciyle günümüzde aldığı hali bir arada tartışmak. Bugün basbayağı Neoleviathan çağında yaşıyoruz. Yasa ve kılıcı elinde tutan devletlerin neo hali polis, adliye, hapishane üzerine temellenmiş. Serbesti, “özgürlük” var, fakat kime? Neoleviathan aşağı sınıflara alabildiğine zalim cezai devlet niteliğinde. İşte bunları olabildiğince açmak istedim bu kitapta. 

‘ONLARI KİLİTLEYİN, ANAHTARI ATIN MANTIĞI İŞLİYOR’

Hapsetmenin neoliberal dönüşümü hangi aşamalarla ve nasıl gerçekleşiyor?   

Neoliberal dönüşümü uzun uzun anlatmayayım. Özetle neoliberal ekonomi politikaları “wellfare”in “workfare” oluşu demek. Buradaki “workfare” aynı zamanda “prisonfare” anlamına da geliyor elbette. Zira sosyal güvencelerin çekildiği yerde, “tehlikeli sınıflar” genişliyor ve daha tehlikeli hale geliyordu. Devreye güvenlik politikaları ister istemez girecekti. Modernizmin ön günlerindeki “Büyük Kapatılma”nın neo versiyonu olarak, işsizleşmiş, güvencesizleşip, marjinalleşmiş kişileri bir yerlere kapatmak gerekti. Devletler yoksulllukla değil yoksullarla amansız bir mücadeleye girişmeyi tercih ediyor ve işte hapishane, kardeşleri polis ve adliyeyle beraber çok mühim bir vasıta. O sebeple Fransız sosyolog Wacquant neoliberal devlete “cezai devlet” diyor. Cezai devletin en önde gelen özelliklerinden biri amansızca hapseden devlet olması.

Güvenlik politikalarının baskıcı hale gelişi, “sokak suçları”nın artışı, ceza miktarlarının yükselmesi derken bugün artık hapishaneler dünyasında değil, “hapsetme hiperenflasyonu” dünyasında yaşadığımızı söyleyebiliriz. Tabii bu sadece yeni hapishane yapma, sürekli mahpus nüfusunu arttırma şeklinde cereyan etmiyor sadece. Bakıyorsunuz artık “ıslah” masalına bile gerek duyulmuyor. “Onları kilitleyin anahtarı atın” mantığı işliyor. 

‘ARTIK 'ISLAH ETMEK' GÜNDEMDE DEĞİL’

Dünya bir Guantanamo deneyimi yaşadı, hapsetmenin tarihsel gelişimi açısından bu nereye oturuyor?  

Leviathan’dan Neoleviathan’a
Suç, Ceza, Hapsetme, Ezgi Duman, 312 syf., Notabene Yayınları, 2021

11 Eylül’den sonra az önce bahsettiğim tablo biliyorsunuz daha da vahimleşti. Mevzu ciddi bir yabancı düşmanlığını da içine alıp derinleşti. Guantanamo da tam bu noktada özel bir ada hapishanesi değil bana göre. Guantanamo bir düşman ceza hukuku uygulama merkezi. Butler bunu Agamben’in “istisna hali” tartışmasıyla izah ediyor. Orada artık savaş hukuku kurallarının bile işlemediği, zira herhangi bir kuralın işlemediği alandayız. Bu aşikâr. Ancak Guantanamo’nun diğer hapishanelerden kopuk olduğunu da söyleyemeyiz. Nasıl ki Foucault’nun dediği gibi panoptikon bir yönetme modeliyse Guantanamo da öyle. Aslında bir trendi, dalgayı oradan görmek mümkün.

Artık söylem olarak bile “ıslah etmek”, “topluma kazandırmak” gündemde değil. Guantanamo’da, geçmişe gidersek, Nazi toplama kamplarında, daha da öncesinde sömürge plantasyonlarında gördüğümüz anlayış bir biçimde günümüz hapsetme anlayışı üzerinde etkili.

‘F TİPLERİ SÜRECİNİN BİR DEVAMI’

Türkiye’de son dönemde ‘kampüs hapishaneler’ modelini görüyoruz. Bu modeli ben de yaklaşık 15 yıldır ‘DEPO’ olarak tanımlıyorum. Bu hapishanelerin dünyada örnekleri var mı? Sizce amaç nedir? 

Sizin de CİSST konferansında açıkladığınız gibi amaç izolasyon. Ben bunu F tipleri sürecinin bir devamı olarak ele alıyorum. Kampüs tipi hapishaneler dışarıdan da tecride imkân tanıyor. Avukatlar bile zor gidiyor bu hapishanelere. Mahpusların yakınlarını, hele de uzakta oturanları, hasta ve yaşlı olanları düşünsenize bir de… Otomatik olarak dışarıyla bağ çok zayıflar. Maksat da bu zaten.

Bir de yine işte en çarpıcı şekilde Silivri’de örneğini gördüğümüz o her şeyi kampüsün içine inşa etme meselesi var. Personelin lojmanı, mahpusun tedavi olduğu hastane, hepsi kampüs içinde olursa orası adeta bir ada hapishanesi olmaz mı? Bir nevi sürgünle hapsetmenin iç içe geçmesi gibi. Meşhur Kelebek filminde izlediğimiz Fransız Guayanası gibi. Orada mahpuslara komutan şöyle diyor: “Fransa sizi unuttu, siz de onu unutun”. Kampüs tipi hapishane işte tam böyle bir mekân, mahpusları, olabildiğince uzağa taşıyıp, varlıklarını bile unutturmak amaç. Tam bir “DEPO” işte.

‘PERSONEL ŞİMDİLERDE BİLGİSAYARIN BAŞINDA DURUYOR’

Hapishaneler meselesinde personel çok ilgi çekici bir konu. Siz bu kitabı hazırlarken tarihsel açıdan personelin rolünü nasıl gördünüz? 

Tarihi açıdan personelin konumu dediğimizde hem gerçek hem de mecaz anlamıyla benim aklıma panoptikon geliyor. Temel olarak mahpus görmesin fakat görülsün mantığı üzerine kurulu bildiğiniz gibi. Yani bir iletişimin öznesi olmasın. Peki görecek olan, panoptik kulenin merkezinde duran kim? Elbette personel. Bu personel şimdilerde kulede değil fakat bilgisayarların başında duruyor. Sürekli izleyip, teftiş ediyor, yeri geldiğinde güvenliği arayıp, müdahale ediyor. Haliyle mesele sadece görme ehliyeti de değil. Bauman bunu çok güzel anlatıyor. Amaç burada kapatılanın iradesini neredeyse sıfırlayıp, yerine personelin iradesini koymak.

Elbette bu her şeyi yapabilme halini, yani yetkisini herkes kötüye kullandı ve kullanacak demiyorum. Mesele kişilerle alakalı değil. Ancak personelin de içinde olduğu, denetlenmediği, mahpusların korunmadığı bir sistem var. Aynı panoptik mekanizmadaki gibi, neopanoptikonda da tek taraflı bir teftiş ve yetki toplamış olma hali var.

‘KORUNAN KİM? KİM KİMDEN KORUNUYOR?’

Türkiye’de toplumda mahpus sayısı ve hapishanelerin artmasıyla ilgilenilmemesi büyük bir talihsizlik. İktidar bu konuda istediğini yüzde yüz gerçekleştirirken hiçbir itiraz olmamasını neye bağlayabiliriz? Önümüzdeki süreçte hapsetme ile ilgili neler ön görüyorsunuz?

Türkiye’de belki de en önde gelen örneğini gördüğümüz popülist iktidarlar, özellikle hapishanelerdeki hak ihlallerini insanların gözünün içine sokuyorlar. “Suçla savaş!” diye naralar atıyorlar. Türkiye’de de hapishanelerdeki aşırı kalabalıklaşma “suç”la özelde “terörle mücadele” adı altında meşrulaştırıldı. Maalesef küçük bir kesim dışında kimse olanı biteni etkili bir tepkiyle karşılamadı. Oysa hapishane açıyorsa bir devlet onu doldurur ve artık kimin ne zaman “suçlu” ilan edileceği hususu çok karmaşıklaştı. İnsanlarda yaratılan algıysa bütün bunların büyük bir kitlenin selameti için yapıldığına dair. Hapishane duvarları kalınlaştıkça ve daha çok insan kilit altına alındıkça daha güvende olacağımızı sanıyoruz.  Oysa korunan kim, kim kimden korunuyor sorularını hep sormak gerek.

Hapsetmenin hali ne olur sorusuna elbette kesin bir cevap vermek mümkün değil. Ve ben ne yazık ki çok iç açıcı tahminlerde bulunamıyorum. Zira işte Türkiye’de çok fena bir ekonomik kriz yaşıyoruz. Bu durumun pandemi nedeniyle kısmen azalan hapishane nüfusunun tekrar artmasına yol açabileceği gibi hapishanelerdeki hak ihlallerini de artıracağını diye düşünüyorum. İstisna hali dediğimiz şey sıradan bir hal oldu neticede. Hele dezavantajlı gruplar, mesela mülteciler söz konusuysa artık orada hukuk askıda sallanıp durmaktan başka bir işe yaramıyor.

Tabii ben yine de her zaman ‘umutsuz olma’ cesaretimizi koruyalım derim. Nihayetinde hapsetme de içine doğduğu sistem de namütenahi değil.

* İnsan Hakları Çalışanı