“Türk” sözcüğünü “Türkiye” diyerek okuyan, ufacık bir müdahaleyle 24 yıl önceyi hatırlatan Zana’nın “yeminini” Baykal geçersiz saydı. MHP ve AKP kürsülerinden homurdanmalar yükselse de 1991’deki linç havasından eser yoktu. Çünkü artık ne Zana 24 yıl önceki gibi güvercin tedirginliğindeydi ne de karşısındakiler şahin gücündeydi. Devletin dönemeyeceği bir yemini varsa, Zana’nın da dönemeyeceği bir yemini vardı.
Leyla Zana 3 Mayıs 1961’de Diyarbakır’ın Silvan ilçesine bağlı,
hepi topu sekiz hanelik Bahçe mezrasında dünyaya geldiğinde,
Kürtler 1925’teki Şeyh Said İsyanı’nın bastırılması ve 1938 Dersim
katliamı sonrasının derin sessizliği içinde debelenmeye, devletin
değirmeninde öğütülmeye devam ediliyordu.
18 Mayıs 1975’te evlenip eşiyle birlikte Diyarbakır yoluna düşen
Zana, kısa süre içinde bu değirmenin nasıl işlediğini deneyimlemeye
başladı. Kocasının belediye reisliği dolayısıyla katıldığı
protokollerdeki askerlerin, bürokratların kendilerini aşağılama
girişimlerinden Diyarbakır Cezaevi’ndeki vahşete kadar, devletin
tüm yüzleriyle karşılaşmış olan Zana Türkçe bilmeyen bir Kürt'tü,
köylüydü, kadındı ve tüm bu kimliklerin bedelinin ağırlığını
kişisel yaşamında her gün deneyimliyordu.
O yıllarda olup biteni fark etmekle kalmayıp itiraz etmek,
herhangi bir ideolojik tedrisattan geçmeyen çok az insanın harcı
olabilirdi. Leyla Zana o kadınlardan biri olarak öne çıktı ve kısa
süre içinde tüm Kürtlerin nazarında bir kahramana dönüştü.
1980’lerin ortalarından itibaren sıradan Kürt kadın uyanışının
sembolü olması için büyük bir kahramanlık yapmasına gerek yoktu ama
zaten itaati reddetmek, faşist cunta rejiminde ziyadesiyle
kahramanlıktı.
Fotoğraflar Faruk Bildirici'nin
"Yemin Gecesi" kitabından alınmıştır.
Devletin Kürtleri inkârı o kadar kaypak bir zemine
yerleştirilmişti ki, ufacık bir mum, tüm hakikatleri ortaya sermeye
yetiyordu. O yüzden devlet, “hassasiyetlerine” büyük ehemmiyet
veriyor, ilkokuldan başlamak üzere Kürt çocuklarını “ant” içmeye
zorluyordu. İlkokuldaki törenler sırasında devletin temsilcisi olan
öğretmen tüm öğrencileri dikkatle izliyor, kimin coşkuyla, kimin
mırıldanarak, kimin sadece dudaklarını oynatarak varlığını Türk
varlığına armağan ettiğini tespite çalışıyordu. Herkes o yeminin
içtenlikle okunmadığını biliyordu ama zaten yemin, itaati sağlamak
için değil, onun yolunu döşeyen öz saygı yitimi için
ettiriliyordu.
ZANA’NIN SIRTINDA EZİLMİŞLİĞİN YÜKÜ, YÜZÜNDE DİRENİŞİN
GÜCÜ
Ve nihayet 6 Kasım 1991 tarihinde Leyla Zana da TBMM kürsüsünde
bunu andıran bir bağlılık “andı” içmeye hazırlanıyordu.
1991 yılındaki genel seçimlerinde SHP çatısı altında
milletvekili seçilip TBMM kürsüsüne çıktığında sırtında yüz yıllık
bir ezilmişliğin yükü, yüzünde 1970’lerden itibaren yükselen Kürt
itirazı ve direnişinin gücü, başında ise Kürtlerin kalbini resmeden
sarı-kırmızı-yeşil renkli bandana vardı.
Yemin günü Zana’dan önce SHP milletvekili Hatip Dicle çıktı
kürsüye.
“Ben ve arkadaşlarım, bu metni anayasanın baskısı altında
okuyoruz… Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin
bölünmez bütünlüğünü… Ve Anayasa’ya sadakatten ayrılmayacağıma
büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine and
içerim.”
SEPTİOĞLU’NUN KÜRTLÜĞÜYLE DİCLE’NİN
KÜRTLÜĞÜ
TBMM’ye en yaşlı üye sıfatıyla Ali Rıza Septioğlu başkanlık
ediyordu. Septioğlu da bir Kürt’tü. Aksanlı Türkçesiyle “devletin
kurallarını” işletiyor, yeminin “kusursuz” bir biçimde okunmasını
ısrarla “rica” ediyordu. Septioğlu’nun Kürtlüğü ile Dicle’nin
Kürtlüğü, Septioğlu’nun “uzlaşmacılığıyla” Zana’nın uzlaşmazlığı,
Kürtler açısından iki ayrı çağa işaret ediyordu. Septioğlu devletin
emirlerini uyguladıkça salondan alkış alıyor, kürsüdeki Hatip Dicle
“ezberi” bozdukça da sıkışıp kalıyordu.
Kürsüye öfke saçan milletvekillerinin saldırganlığı karşısında
iyiden iyiye sıkışan Septioğlu’nun ısrarıyla Dicle dört defa
“anayasanın baskısı altında” yemini tekrarladı.
Derken sıra Leyla Zana’ya geldi. Hali-tavrı ürkek bir güvercini
andırsa da; kürsüye çıkarken kendisine öfke kusan erkek yığınına
aldırış etmeden, aksanlı Türkçesiyle yemini okuyup bitirdi. Ama
hemen sonra, bu sahte itaat gösterisini yerle bir edecek “radikal”
bir son söz söylemekten geri durmadı. O sözün “radikalliği”
içeriğinden değil, sadece söylenmiş olmasındandı: “Min ew sonde ji
bo gelê Kurd û gelê Tirk xwand.” (“Bu yemini Kürt ve Türk halkı
için okudum.”)
İTAATSİZLİĞİN BEDELİ
Hepsi bu kadar. Yemin bozulmuş, itaat gösterisi hükümsüz kalmış,
devreye yine Kürt Septioğlu girmiş, yemini tekrarlatmış, sahte
gösteriyi zor da olsa bitirmişti.
Neyse ki Zana ve arkadaşlarının itaatsizliğinin, önce SHP’den
istifa ettirilmeleri ve nihayetinde Mart 1994’te Meclis’ten zorla
alınıp 9 küsur yıl boyunca hapsedilmeleriyle sonuçlanmasına rağmen
Kürtlerde büyük bir coşku yarattığını hatırlıyoruz. Çünkü
temsilcileri diz çözmeyi reddetmiş, Seyit Rıza’nın yarım asır
önceki sözünü tekrarlamıştı: “Önünüzde diz çökmedim, bu da size
dert olsun.”
Leyla Zana, Orhan Doğan, Hatip Dicle, Selim Sadak, Haziran
2004’te serbest kaldıklarında 1999’dan beri süren çatışmasızlık
dönemi kapanmıştı.
Kürtler, 1999-2004 yılları arasındaki çatışmasızlığın
kalıcılaşması ve Kürt sorununun çözümü için parlamenter siyasetteki
“şanslarını” tekrar denemekte kararlıydı. Zana, Doğan, Dicle ve
Sadak, Ekim 2004 tarihinde Demokratik Toplum Hareketi’ni (DTH)
başlattıklarını Diyarbakır’daki bir basın toplantısıyla ilan
etti.
ZANA’DAN DEMİRTAŞ’A…
Basın toplantısında konuşan Zana, kimin başkan olacağı sorusuna
şu yanıtı vermişti: “Başkan, bu dört arkadaşımızın (eski DEP
milletvekillerinin) içinden değil sadece halktan olabilecek.”
Zana’nın “halktan” olacağını söylediği başkan, 1991’deki meşhur
“yemin” sırasında 18, DTH’nin ilanı sırasında da 31 yaşındaki genç
avukat Selahattin Demirtaş olmayacaktı ama hapisten çıkan
DEP’lilerin kurduğu DTH, Demirtaş’ın siyaset yolunu açacaktı.
DTH 2005 yılında Demokratik Toplum Partisi’ne evrilecek ve
tarihin “cilvesi gereği” Demirtaş Temmuz 2007’deki genel seçimlerde
“Bin Umut Adayı” olarak Diyarbakır’dan milletvekili seçilecekti.
Sonrasında eş genel başkanı olacağı HDP 7 Haziran 2015’te, yani
DTP’nin kuruluşundan tam on yıl sonra, Kürt siyasi tarihinin
parlamento bazlı mücadelesinin zirvesini yakalayacak ve
parlamentoya 80 milletvekili sokacaktı.
HDP’nin bu başarısının “bedeli” ağır oldu.
1 Kasım 2015 seçimlerinde Ağrı milletvekili olan Leyla Zana, 24
yıl sonra, yine bir Kasım günü (17 Kasım) TBMM kürsüsündeydi.
Septioğlu çoktan hayatını kaybetmiş (2001), bu sefer en yaşlı üye
sıfatıyla Deniz Baykal, yemin törenine başkanlık ediyordu. Zana,
tekrar “yemin” etmek zorundaydı. İsmini anons eden Baykal gergindi.
Zana “Bi hîvîya aşitîyek bi rûmet û mayînde…” Kalıcı ve onurlu bir
barış umuduyla) sözüyle başlayıp zorunlu yemin metnini okudu:
“Vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü… ve Anayasa’ya sadakatten
ayrılmayacağıma büyük Türkiye milleti önünde namusum ve şerefim
üzerine and içerim.”
“Türk” sözcüğünü “Türkiye” diyerek okuyan, ufacık bir
müdahaleyle 24 yıl önceyi hatırlatan Zana’nın “yeminini” Baykal
geçersiz saydı. MHP ve AKP kürsülerinden homurdanmalar yükselse de
1991’deki linç havasından eser yoktu. Çünkü artık ne Zana 24 yıl
önceki gibi güvercin tedirginliğindeydi ne de karşısındakiler şahin
gücündeydi.
Ama devlet Zana’nın bu “itaatsizliğini” yanıtsız bırakmayacaktı.
Hapse atılmadı ama kendisine milletvekilliği de yaptırılmadı.
Erdoğan, çatışmaların sonlandırılmasını konuşmak için kendisinden
randevu isteyen Zana’ya yemini tekrarlama şartı koştu. Zana
1991’dekinin aksine yemini tekrarlamadı, itaat gösterisi yapmadı ve
11 Ocak 2018’de milletvekilliği düşürüldü.
Devletin dönemeyeceği bir yemini varsa, Zana’nın da dönemeyeceği
bir yemini vardı.