Toplumların kadınlar için yaşanılabilir olması, emekçinin hakkının verilmesi, insanların refahı düğünlerde takılan altınlar üzerinden aramadığı bir düzenin kurulması, isteyenin istediğini giyebilmesi için çok büyük mücadeleler mi vermek gerekecek? Yarın seçimlerde Meclis’e girmek, temsilde adaleti sağlamak, kadın sorunlarını kadınlar olarak dile getirmek için sürekli mücadele vermiş kadınlar verecek bu sorunun yanıtını.
Leyla, tüm yaşamını dört erkek kardeşine ve anne babasına kâh bir hizmetçi kâh bir hemşire kâh da bir köle gibi bakmaya adamış, onları maddi olarak geçindiren, 40 yaşında bir kadın. Yaşadığı stres, ona sırt ağrısı şeklinde geri dönüyor.
Arka fonda, uluslararası ekonomik yaptırımlara konu olan bir ülkede her geçen saniye artan enflasyon ve zayıflayan bir para birimi var. İlk bakışta, bir çekirdek aile düzeyinde yaşanan bir dram olsa da, kabuğunu biraz soyduğunuzda ülkenin sosyo-politik durumu, ekonomik gidişatı, kadına biçilen konum gibi birçok bileşenle de karşılaşıyoruz.
“Çocukken hayal ettiğim gelecek hiç de böyle değildi,” diyor Leyla. Ve erkek kardeşlerinden biri ona karşılık veriyor: “Büyümenin, hayallerinden yavaşça ama emin adımlarla vazgeçmek demek olduğunu öğrendim.”
“Peki,” diyor Leyla, “tüm zenginlerin birbirini tanıdığını biliyor musun? Çünkü sayıları az. Yoksullarsa birbirlerini tanımıyor ama kılıklarından ayırt ediyorlar.”
Leyla, kendi geleceği konusunda artık ne babasının ne de erkek kardeşlerinin karar vermesini istiyor. Kılıklarından ayırt edilen yoksullar kervanında ilerlemekten de çok yorgun. Çünkü o İran’da kadının güçlenmesine yönelik tüm protesto hareketlerinin gücünü içinde barındıran bir kadın...
Leyla bir simge... Patriyarkal düzene, hayalleri küçülten feodal zihniyete, kaderci edilgenliğe karşı kişinin bireysel gücünü, imkanlarını zorlamasını, aklını ve sağduyusunu kullanmasını simgeliyor. Çevresi erkeklerle örülü bir dünyası olsa da, hayallerini eril kodlara ve zorunluluklara feda etmeye razı değil.
Ailesinde herkes derin yoksulluğun pençesinde... Kısa süre öncesine kadar bir fabrikada maaşlı çalışan erkek kardeşi, fabrikanın aniden kapanması sonucu işsiz kalmış. Bir diğer erkek kardeşi hızlı şekilde köşeyi dönmek üzere dolandırıcılık işlerine merak salmış. Diğer erkek kardeşinin aklı fikri, daha kaslı bir vücuda sahip olmakta.
Öteki erkek kardeşi ise, AVM’de tuvalet temizleyerek aldığı bahşişlerle yaşamaya çalışıyor, ancak evde onu bekleyen çocuklarını doyurmak için babasının buzdolabından her defasında yumurta aşırıyor. Dolayısıyla, Leyla’nın artık İran’da bir “kadın” olarak dizginleri ele alması gerekiyor.
Seksenine merdiven dayamış aksi babası, İran toplumunda onur ve saygınlık unvanı olan bir rütbeye gelmek için canhıraş bir mücadele veriyor. Baba, bir nevi yaşadığı mikro-kozmosun “Godfather”ı olmak istiyor. Gençliğinde görmediği saygıyı, kırk yıl işe otobüsle gidip araba almaya yetecek birikim yapamadığı için yükselemediği toplumsal hiyerarşideki saygınlığı, yaşlandığında acıma duyguları eşliğinde tatmak istiyor. Babası, bunun için tüm birikimlerini ve aile ilişkilerini heba etmekte beis görmüyor.
Ama Leyla böyle bir irrasyonelliğe razı değil. Bunun için AVM’de bir dükkan alma planı ortaya atar ve melodramdan tamamen uzak bir olay örgüsüne sahip olan film bu noktadan sonra nakış işi gibi çözülür ve “ancak dibe vurduğunda yükselirsin” şiarını izler. Bir yıllık emeği karşısında mücadele etmeyen ve çalıştığı fabrika kapandıktan sonra itirazını dillendirmeyen kardeşi Alirıza’nın bir antitezidir Leyla’nın başkaldırısı ve kararlı itirazı...
İranlı yazar ve yönetmen Saeed Roustayi’nin (32) yönetmen koltuğuna oturduğu, İran’da sinemalarda gösterimi (yönetmenin, içerik hakkında hükümetle önceden “istişare etmediği” iddiasıyla) yasaklandıktan sonra, Türkiye’deki gösterim hakları Mubi tarafından satın alınan Leyla’nın Kardeşleri (Leila’s Brothers) isimli 2,5 saatlik uzun metrajlı film, geçtiğimiz sene Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye adayları arasına girdi ve prestijli bir ödül olan FIPRESCI’nin (Uluslararası Film Eleştirmenleri Federasyonu) Cannes ana yarışmasındaki en iyi film ödülüne layık görüldü.
Gerek bu film, gerekse “Yemeği buğdayla pişiririz, sabırla değil. Halka bu mezalimi yaşatmaya son verin” şeklindeki eleştirel İnstagram paylaşımı yüzünden birçok tehditle karşılaştığını duyuran genç yönetmen, bu şaheserinin ardından, Coppola, Arthur Miller ve Visconti gibi ustalarla kıyaslanmaya başlandı.
Roustayi, ülkesinde sanat üzerindeki kısıtlamalar karşısında pes etmeyen bir cesur yürek aslında... Cannes film festivalinde AFP’ye konuşan yönetmen, “İran’da çok fazla kırmızı çizgi var. Film çekme izni almak, çok zor, meşakkatli ve uzun bir süreç. Ardından, filmi sinemalarda göstermek için bir başka izin daha almanız gerekiyor ve bu süreçte elbette sansür devreye giriyor,” demişti.
Filmin “asi” oyuncularından Peyman Maadi de, yine Cannes’da yaptığı bir konuşmada, İran’da enflasyonun bazen günde üç kez arttığını, İran’da bazı kesimlerin buzdolapları bozulduğunda sosyal sınıflarının bile değişebildiğini söylemişti.
Taraneh Alidoosti’nin canlandırdığı Leyla, İran’daki patriyarkal düzen karşısında isminden, kararlarından, belirleyiciliğinden ve aileyi toplayan iradesinden söz ettiren, çalışan, ailesini geçindiren, rasyonel kadını simgeliyor ve bir anlamda yıllardır İran özelinde tanık olduğumuz kadınların onurlu ve cesur direnişinin de bir mikro-öyküsü oluyor.
İran’ın en meşhur aktrislerinden olup daha önce 2016 yılında Oscar alan Asghar Farhadi’nin Satıcı (The Salesman) adlı filminde de rol almış olan Alidoosti sadece filmde Leyla’ya can vermekle yetinmiyor; İran’da Kürt asıllı Mahsa Amini’nin Eylül ayında karakolda ölmesinin ardından güçlenen kadın özgürleşmesi hareketinde de başörtüsünü çıkararak protestolara desteğini açıklamış, kendisi Kürt olmamasına ve halen İran’da yaşamasına rağmen elinde tuttuğu pankartta da Kürtçe olarak “Kadın. Yaşam. Özgürlük” yazmıştı.
Bu fotoğrafını koyduğu İnstagram paylaşımının altında da bir şiir göze çarpıyordu: “Senin son yokluğun, şakıyan kuşların göçü misali, bu isyanın sonu anlamına gelmiyor.”
Alidoosti, protestolar sırasında yaptığı birçok açıklamada “ülkemi terk etmeyeceğim, burada kalacağım, mahkumların ve öldürülen insanların ailelerine destek olacağım ve onların haklarını savunacağım. Vatanım için mücadele edeceğim. Bugün birlikte inşa ettiğimiz şeye inanıyorum” ifadelerini kullanmıştı.
Bir yandan bu eşsiz filmi izlerken, ekrana Yılın Dünya Basın Fotoğrafları’ndan biri düşüyor. Fotoğraftaki isyankar kızın gözleri ve duruşunda Leyla’yı görüyorum. Mahsa Amini protestoları sonrası değişen İran’dan bir kesit veren Ahmet Halabisaz’ın fotoğrafında Leyla’nın düzene karşı isyanını ve yardım çığlığını yakalamak mümkün. Çünkü fotoğraflar konuşur, kadınların dertlerini dillendirir. Fotoğrafların dili ve belagati çok güçlüdür.
Leyla’nın Kardeşleri bize temel bir gerçekliği anımsatıyor: Mikro-ölçekte bir ailede bile her bir birey diğerinden bir şeyler gizlerken ve ayağını kaydırmaya çalışırken, bir babanın kırk adet altınının üzerinden yaşanan usulsüz bir çark sonucu bir aile dramı yaşanabilirken, patriyarkal düzen ve reislik sistemi aslında içinde yozlaşmış bir saadet zinciri barındırırken, İran gibi özgür yaşam için canların verildiği, sokaklarda polisle çatışıldığı, üniversite kampüslerinde protestolar düzenlendiği bir toplumun yaşanabilir olması nasıl mümkün olur?
Yoksulluk çaresizce yoksulluk üretirken, insanlar bu kısır döngüden çıkmak yerine sürekli birbirinin kuyusunu kazıp birbirini yoksulluğun daha da dibine çekme derdindeyken, sağlıklı ve birbirinin yurdu olan toplumlar nasıl oluşur? Soruyu tersten sormak gerekirse; bu girdaptan –hangi ülkede, hangi Leyla’larla olursa olsun- birlikte çıkabilmek mümkün mü?
Çok uzağa da gitmeye gerek yok. Sosyal Demokrasi Vakfı (SODEV) tarafından Friedrich Ebert Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği’nin katkılarıyla hazırlanan ve geçen hafta kamuoyuyla paylaşılan “Kadınların Ekonomik ve Toplumsal Yaşamdaki Sorunları Araştırma Raporu”na göre yaklaşık olarak her 4 kadından 3’ü geceleri sokakta yürürken kendini güvende hissetmiyor; kadınların yarıdan fazlası ise –ekonomik sınıftan bağımsız olarak- “mutsuz” olduklarını dile getiriyor. Yaş grupları içinde genç kadınların ve orta sınıf kadınların mutsuzluk oranları diğer yaş gruplarından ve ekonomik sınıflardan daha fazla.
Peki, toplumların kadınlar için yaşanılabilir olması, insan onuruna yaraşır yaşam koşullarının normalleştirilmesi, emekçinin hakkının verilmesi, insanların refahı düğünlerde takılan altınlar üzerinden aramadığı bir düzenin kurulması, isteyenin istediğini giyebilmesi için çok büyük mücadeleler mi vermek gerekecek?
Bu sorunun yanıtını bugün İran’da sadece başörtüsü zorunluluğuna değil zorbalığa karşı da itiraz eden, özgür iradeleri çerçevesinde hayatlarına karar vermek isteyen Leyla’lar, sokak gösterilerine katılarak, metrolarda dans ederek veriyor. Benzer şekilde Kadınların Sesi radyosunun Afganistan’da Taliban tarafından kapatılmasının ardından radyonun genel yayın yönetmeni, bu konuda uluslararası toplumu dayanışmaya ve duygudaşlığa çağıran açıklamalarda bulunuyor.
İran’da da Afganistan’da da diğer zorlu coğrafyalarda da kadınlar canları pahasına bir hak mücadelesi içerisinde.
Yarın ise, yaklaşan genel seçimlerde Meclis’e girmek, temsilde adaleti sağlamak, kadın sorunlarını kadınlar olarak dile getirmek için Cumhuriyet tarihi boyunca sürekli mücadele vermiş olan kadınlar verecek bu sorunun yanıtını...
Bu zaman değin örneğin Kırklareli’nden niçin hiçbir partiden bir kadın milletvekili çıkmadığını veya okuma-yazma oranlarının en yüksek olduğu illerden olan Tunceli’den niçin ana muhalefet partisinin bu zamana değin hiçbir kadın milletvekilinin olmadığını, siyasi partilerin niçin kadınları çoğu zaman seçilemeyecek sıralardan aday gösterdiğini, siyasetin niçin bir erkek kulübüne dönüştüğünü elbette soracak kadınlar...
Sinema da, hayatın saf gerçekliği içinde siyasetin yaşamdan damıtılmış sahneleri, bize bu hakikati her gün bir kez daha anımsatıyor.