Okyanusta gelgit arasında yürüyordum. Okyanus çekilirken çok ama çok hızlı gidiyordu, peşine takılıyordum. Dikkat etmek gerekiyordu. Küçük çukurlarda su kalıyordu. Onlar çekilemiyorlardı. Su kayaların kenarlarını işlemişti. Mavi bir heykeltıraştı, oldukça mavi.
Sadece su kalmıyordu buralarda. Ahtapotlar yuva yapıyorlardı. İyi biliyorum, Faslı küçük çocuk Mehdi ile ava çıkıyorduk bazen. Fas’ta okyanus kıyısında küçük bir kasabada. Çok iyi bir ahtapot avcısıydı Mehdi. Önce demir bir çubuğa siyah bir bez bağlıyordu. Suyun içinde açılıp kapanıyordu bez. Ona kanıyordu ahtapot. Kollarını sallayarak peşine takılıyordu. Bazen eliyle bazen ucu kıvrık demir çubuğu ile yakalıyordu Mehdi. Sonra karnından çubuğa sokuyordu ahtapotu, inceydi demir, bir ahtapot karnı delecek kadar. Siyah bezi çıkartıp cebine koyuyordu. İlk yakalanan ahtapot artık diğerlerini çağırıyordu. Sonra bir diğeri yakalanınca o da. Garip bir paradokstu, hemen ölmüyorlardı, halbuki hemen ölseler diğerlerini çağıramayabilirlerdi. Okyanus geri çekilmeye devam ediyordu.
Kırlangıç balıkları suyun altında oyuklara yerleşiyorlardı. Bir balıkçı anlatmıştı bana. Güneş yeni doğuyordu anlattığında ve kırlangıç avlamaya gidiyorduk. Başka bir ülke ve başka bir denizdi. Eğer kerteriz alabilirsen her zaman aynı yerde kırlangıç yakalayabilirsin, diyordu. Çünkü birinin çıktığı oyuğa diğeri yerleşir. Demokratik Kitle (!) Örgütleri gibi gelmişti bana anlattığında bu oyuklar. Polis birilerini alınca yerine başka birileri geliyordu. Oradan istediğinde gene birilerine ulaşıyordu. İpucu gibiydi. Balıkçı biraz sonra kendisine kerteriz aldığı üç noktayı gösterdi. Oyuğa yeni yerleşen kırlangıç oltaya geldi.
Eskiden şubede böyle çalışırdı polisler. Herkese bir numara verir. Şubede duvara numaralar arasında çizgiler çekerler ve tanımadıkları biri varsa bu çizgilerden tespit etmeye çalışırlardı. Çapraz bulmaca gibiydi bu. Şimdi ise galiba sadece telefon dinleme ve izleme işine döndü takip etme. Takipçi işi de öldü galiba. Hattatlık, bakır dövücülüğü gibi bir iş oldu. Eskiden üç kişi birden takip ederlerdi. Biri peşinden, biri bir alt yolda, biri üst yoldan gelirdi. Yol değiştirdiğinde peşindeki gelmez, diğeri devam ederdi. Peş peşe üç yol değiştirip gene eski yola geldiğinde karıştırırlar, diyordu eski bir tüfek. "Haroşa yapmak" diyorduk biz buna; bir ters, bir düz yani.
Okyanus çok cömertti. Kocaman yengeçler kalıyordu bazen kaya girintilerinde, yan yan gittiklerinden olacak, pek kaçamıyorlardı. Ve ne zaman istesen deniz kestanelerini bulabiliyordun. Dikenleri artık onları korumuyordu. Sadece tutup çekmeye yarıyordu. Hatta bazen koca balıklar kalıyordu geride. "Kapitalist balıklar" diyordum bunlara çünkü aç gözlülüklerinden okyanusla çekilmiyorlardı ya da yemek için bir bahane uyduruyordum; ama görseniz siz de öyle derdiniz. Şişko, yapılı ve lezzetliydiler. Aslında kapitalistlerin tadını bilmiyorum. Hiç doğrudan yemedim. Birkaç işgal fabrikası filan ama doğrudan lezzet sayılmaz tabii ki.
Ama Venezüella’da bir demir-çelik fabrikasında, ki pek ufak bir fabrika değildi, 2000’den fazla işçi çalışıyordu, işçilere devretme süreci başlamıştı. Yani çalışanların yüzde elliden bir fazlası imza toplayınca, devlet orayı kamulaştırıp işçilere veriyordu. Öyle bir fabrikada, ortada, herkesi rahatça görebilmek için, her tarafı camdan yapılmış bir patron ofisinde bir Japon patron vardı. Onu da çekeyim mi, dedim işçilere, sen bilirsin, dediler. Gittim ofisin camlarından içerisini çektim, ellerini nereye koyacağını bilemedi patron. İtiraf etmeliyim çok keyif aldım. Ne tarafa gitse kamerayla karşısına geçtim. Bu sayılır mı bilmem kapitalist lezzeti konusunda.
Akvaryumda bir Japon balığı gibiydi…