LGBT: Evsiz, dilsiz

Ortak dil, dayatılan bir üst-dil değil, herkesin kendini ifade edebildiği zengin bir delta olarak adlandırıldığında kavramsal olarak yerine oturacaktır. Dilsiz topluluklar susuyor, susturuluyorsa, kendi aramızda konuşuyoruzdur sadece…

Abone ol

Mehmet Kazım*

Azınlıkların yaşadığı sorunlar, temelde öteki başlığı altında birbirine benzese de, LGBT’ler bunu azınlıklar arasında bile, bir alt azınlık, ötekinin de ötekisi olarak yaşarlar. İktidarlar tarafından ahlak, din, gelenek, sağlıklı toplum gibi kavramlar üzerinden her uğradıkları saldırıda, ne kadar yalnız bırakıldıklarını bir kez daha görürler. Sessiz çoğunluğun onları dışlayan gizli anlaşmasına, en politize olmuş azınlıklar bile suskunluklarıyla ortak olurlar. Yanlış bir inancın gölgesinde, tedavi edilebilir bir hastalık, değiştirilebilir bir seçim gibi düşünülerek, yaşantılarını değiştirmeleri beklenir. Dini anlamda tövbe ederek, toplumsal anlamda ise bu dürtülerini bastırarak, bir yeniden dahil olma imkanı da verilir kendilerine. Bir başka yol da, kendi kimlikleri üzerinden kendilerini ifade etmekten feragat etmeleridir. Toplumun onayladığı bir persona ile görünebilir, kendilerini bu persona üzerinden ifade edebilirler ki böyle olduğunda sorun yoktur. Bu haksızlığın giderilmesi, kendilerini özgürce ifade edebilmeleri için uygun zaman, diğer haksızlıkların da giderilebileceği uygun zamanla çakışacaktır ki, kolay görünmüyor.

LGBT bireylerin yaşam zorluğu daha çıkış noktasında, ailede, evde başlar. Kendilerini fark ettikleri anda bir gizlenme süreci başlamış, suçluluk duygusu üzerlerine sinmiştir. Kendilerini ifade edebilecekleri dili daha baştan yitirmişlerdir. Çünkü evde, sokakta konuşulan dil, heteroseksüelin dilidir. Bülent Somay (1) bunu tüm azınlıklara yayarak söyler: “Dil, erkeğin, Avrupalının, beyazın, burjuvanın (ya da hakim sınıfın), heteroseksüelin, ulus-kurucu etnik grubun dili. Madunun kendine ait bir dili yok. Sesini çıkarabilmek için ötekinin dilini öğrenmesi; ama dil asla masum, nötr bir yapı olmadığı, Lacan’ın ifadesiyle bir “simgesel düzen “ oluşturduğu için de, ağzını açtığı andan itibaren yukarıdaki öteki’nin düzenine tabi olmayı kabul etmesi gerekiyor." LGBT’ler için Gramsci’nin dile getirdiği, Spivak’ın netleştirdiği “subaltern", yani madunluk kavramı tam da bu noktada devreye girer. Madunluk, toplumsal/kültürel/ekonomik/siyasal olarak alt-üst ilişkisi kurulduğunda, alt grupları belirtmek için kullanılır. LGBT’ler de dahil, öteki ilişkisinde düşünülen tüm toplulukları ifade eder. Spivak ünlü “Madunlar Konuşabilir mi" adlı makalesinde, bu soruya net bir “hayır” cevabı vermiştir. Buradan yola çıkarak söylersek, LGBT bireyleri kendilerini dışlayan üst-ötekinin dilini kullanmaya mecbur kalmışlardır. Kendi kimlikleri üzerinden ise bir dilsizlik durumu söz konusudur. Dilsiz kalanın kendini ifade etmek için şiddeti seçmesi, daha çok etnik azınlıklarda görülen bir yoldur. LGBT’ler yetersiz de olsa, bir başka yol olarak şifreli bir dil, daha doğrusu bir jargon oluşturmuşlardır: Çingene dilinden yola çıktıkları ve “Lubunca" adını verdikleri bu dil, üst-ötekinin diline bir karşı koyuş biçimi olarak zayıf kalsa da, en azından bir avuntudur.

Aile üyelerinden birinin cinsel kimliğinin farklı olduğu anlaşıldığı andan itibaren, zorluk iki taraflıdır artık. Aile hemen bir başka gizlenme biçimini devreye sokar. Bu durum aile dışında duyulmamalı, açığa çıkmamalıdır. Bir yandan gizleme çabaları, diğer yandan o bireyi bu eğilimden vazgeçirme eylemleri (ne yazık ki şiddete kadar varabilir) paralel olarak yürür. LGBT birey, ailesinin kendisinden duyduğu utancın yükünü de taşımaya başlar. Henüz ekonomik bağımsızlığını elde edemediği için önünde iki yol vardır: Kimi zaman görünüşte, kimi zaman da gerçekte bu kimliğini bastırmaya çalışır (ki bu tavır ağır travmalara, psikolojik sorunlara yol açar) ya da evden kaçarak kendi kimliğiyle yaşamaya çabalar ki bu da savrulup, yok olabileceği tehlikelere kapının açılması demektir. Ekonomik anlamda bağımsızlığını kazanması da yetmez bazen. Gelenekler doğrultusunda, toplumsal utanç yaşadıkları gerekçesiyle, kimi aile üyelerinin öldürmeye varan şiddet eylemleriyle karşı karşıya kalabilirler. Bir yanlış genel kanı da. LGBT’lerin dini inanç, milliyet gibi kavramları taşımadıklarıdır. Yaşadıkları ortamdan edindikleri, cinsel kimlikleri dışında, ailenin, toplumun diğer üyelerinin inandığı, taşıdığı değerleri onlar da taşırlar çoğu zaman. Bu nedenle muhafazakar aileler içinde yaşayanlar, aslında korudukları inançları doğrultusunda, kimlikleri ve inançları arasında bir paradoksa hapsolurlar. İnançları gereği günah işledikleri için, lanetlendiklerini, cehenneme gideceklerini düşünürler, ama kimlikleri de budur. Bu ikilemin içinde umutsuz, çaresizdirler. LGBT’ler için asıl yıkıcı olan evlerinden er geç ayrılmak, kaçmak, kovulmak durumunda kalmaları, bir kez uzaklaştıktan sonra da, geri dönemeyecek olmalarıdır. Aile artık onları yok sayacak, evin kapıları tamamen kapanacaktır. Benjamin’in Tek Yön’de dile getirdiği “Eve dön! Her şey affedildi" fragmanındaki talih çarkı, onlar için dönmeyecektir. Telafi edilemeyecek bir durumdur bu. Aile bireyleri, kendi aralarında bile, bu konuda hiç konuşmayacak, bu anı, ailenin kolektif hafızasından tümüyle silinecektir. LGBT birey, kökeni bağlamında, evsiz de bırakılmıştır. Bununla baş etmenin zorluğu, dile getirseler de, getirmeseler de bir gölge gibi izler onları. Başka bir yerden başladıkları hayat, köklerinden engellenmeleri nedeniyle, hep bir eksiklik duygusuyla yaşanacaktır.

Geçtiğimiz günlerde Diyanet İşleri Başkanı'nın söyleyip, iktidarın da bütün kademeleriyle onayladığı görüş, yalnızca dini çerçevede düşünülemez. Ötekileştirmenin ötesinde, bir hastalık kaynağı, toplum için bir tehlike olarak nitelendirilmelerine, asıl bu söyleme karşı çıkanlar üzerinden bakmak gerekiyor sanırım. Siyasi muhalefet yapanlar, LGBT’leri savunmak, bu haksızlığa karşı tavır almaktan çok, bunu bir imkan olarak kullanarak iktidar eleştirisi yapmaya soyundular. Bu söylemin içinde barınan tehlike, yıkıcılık, siyasi muhalefetin gördüğünden ya da görmek istemediğinden çok daha vahimdi oysa. LGBT’lere yönelebilecek her türlü şiddeti meşru gösterebilecek bir söylemi, sıradan bir eleştiri diliyle karşıladı siyasi muhalefet. Belli ki gerektiği ölçüde kullanılacak bir karşı çıkma dilinin, toplumsal olarak benimsenmeyeceği, oy kaybına neden olacağı hesaplanmış, eleştirinin odağı kaydırılmıştı. İktidarın yaptığı eleştirilmiş, asıl önemlisi iktidar eleştirilmiş, suda seken bir taş gibi, LGBT üzerinden sektirilerek, odağa genel bir iktidar eleştirisi yerleştirilmişti. Sivil toplum kuruluşları da, az sayıdaki örnek dışında, siyasi muhalefetle aynı çizgide kalmış, bir bölümü bu tartışmayı yalnızca izlemişlerdir.

Diğer azınlıkların bu konuyla ilgili durumu ise karmaşıktır. Kendi içlerinde de kullandıkları heteroseksüel dil ve anlayış, genele uygun inançları, geleneklere bağlılıkları, LGBT’ler konusunda onları duyarsızlaştırmıştır. Onaylamasalar da keskin bir tavır almadıkları görülebilir. Böyle durumlarda herkes, o sessiz, adı konulmamış mutabakatın kurallarına bağlı hareket eder. Oysa aynı mutabakatın içinde kaldıkları toplum, onları da etnik köken, mezhep, dil gibi konularda öteki saymaktadır. Ötekileştirilmenin acısını bilmelerine, olumsuzluklarını her anlamda yaşamalarına rağmen, suskunluklarını sürdürürler. İstisnalar elbette vardır. Ancak bunlar bir yankı uyandırmayacak kadar cılız kalırlar. Homofobia toplumun bütün katmanlarına o kadar sinmiştir ki, azınlık toplulukları bile LGBT’leri bir başka azınlık gibi görür, bir biçimde ötekinin ötekisi haline getirir. Aslında toplum, genel olarak bakıldığında, siyasi iktidarlar dahil, ikiyüzlü bir tavır içinde olmuştur hep. Bu kadar keskin bir dille ötekileştirdiği LGBT toplumundan kimi bireyleri bağrına basıverir. Zeki Müren’e “Sanat Güneşi" payesini verirken, Bülent Ersoy’a da, büyük kadın seslere verilen “Diva" unvanını vererek, dolaylı biçimde kadınlığını da onaylar; üstelik onları devlet resepsiyonlarına davet ederek, resmen de tanımış olur. Kuşkusuz bu istisnalar genel bakışı değiştirmez. Ama bize güçlü gördüğü bir LGBT bireyle dahi uzlaşmanın yolunu bulan toplumun, ahlak konusunda ne kadar ikiyüzlü olduğunu gösterir.

Entelektüellerin, bilim adamlarının bile, en azından bir bölümünün söylemine sızan, bilerek ya da bilmeyerek kullanılan homofobik ifadeler, sorunsalın ne kadar kökleştiğini, toplumun tamamına yakınının hücrelerine kadar nasıl sızdığını gösterir. Kendileri de iktidarın ağır baskısını hisseden azınlıklar, entelektüeller, kimi sivil toplum kuruluşları, diğer muhalif ögeler, konu LGBT olunca neden genel bir suskunluk yaşıyorlar; bir arada görünmek istemiyorlar, sorumluluk almıyorlar; doğrusu düşündürücüdür. Öncelikle kullandıkları dilin heteroseksüel, erkeksi, ataerkil olduğunun farkında değildirler; muhtemelen homofobik olduğunun da. Bu dilin, LGBT için ait olmadıkları bir dili kullanmak ya da dilsizleşmek dışında bir seçenek bırakmadığını anlamazlar. Özgürlük ve kendilerini ifade etme talebi olan bütün grupların ana sorunu dildir oysa. Kendileri için istedikleri bu hakkı, bir başka azınlığa tanımadıklarının bilincinde değillerdir. Özgürlük isteminin bölük börçük düşünülemeyeceğini, serbestlikten farklı olarak, sorumluluk da içermesi gerektiğini anlamaları gerekiyor artık. LGBT’ler hastalıklı (vebalı) bir toplulukmuş gibi kurban seçildiğinde, bunun kendi özgürlüklerine de gelecek bir tehditten farksız olduğunu, sorumluluk ve tavır alınması gerektiğini herkes kavramalıdır. Özgürlüklerin iktidarlar tarafından kısıtlanması, hep azınlıklar üzerinden başlatılır. Her topluluk sıranın kendisine gelmeyeceği yanılsamasıyla sessiz kalır. (Almanya’da Naziler, Yahudileri, entelektüelleri, eşcinselleri, engellileri, kimi din adamlarını, Çingeneleri birer birer almaya başladıklarında, kimse sıranın kendilerine ya da bir yakınına geleceğini düşünmemişti.)

LGBT’lerin karşılaştıkları, hep ucu saldırıya kadar varan dışlayıcı tavır, bir azınlık olarak dahi kabul edilmemeleri, onların giderek kendi içlerine kapanmaları, yoksul olanların kendi gettolarını oluşturarak yaşamaya çalışmaları, bir biçimde aradan sıyrılan az sayıda LGBT birey dışındakilerin, seks işçiliği dışında seçeneklerinin olmayışı, yakıcı bir gerçek değil midir? Guy Hocquenghem (2) üzerinden söyleyecek olursak, üstelik heteroseksüel dünya, dışladığı, ötekileştirdiği LGBT’ler üzerine fanteziler kurmaktan da kaçınmazken. Kimi sosyal medya kanallarında, yarı saldırgan dil, parlak giysiler, çılgın tavırlarla kendini gösteren LGBT bireylerin bu aşırı dışarı vurumunun, bir savunma mekanizması olduğunu anlıyor muyuz? LGBT bireylerin tamamının, kendilerini giysi, makyaj, taşkın tavırlar gibi yöntemlerle ifade ettikleri de zihinlere yerleşen yanılsamalardan, yalnızca biridir. Bu konudaki önyargılar yalnızca algımızı köreltmekle kalmaz, özgürlükle ilgili kavramsal zihnimizin de sakatlanmasına neden olur. Herkesin hakkı olan kendini, kendi kimliğiyle ifade etme özgürlüğünün istisnası olamaz.

Özgürlüğün, ancak sorumlulukla yan yana geldiğinde anlamı olduğunu, bir bilinç gerektirdiğini kavramak gerekiyor kuşkusuz. Ortak dil, dayatılan bir üst-dil değil, herkesin kendini ifade edebildiği zengin bir delta olarak adlandırıldığında kavramsal olarak yerine oturacaktır. Dilsiz topluluklar susuyor, susturuluyorsa, kendi aramızda konuşuyoruzdur sadece…

(1) Bülent Somay. Çokbilmiş Özne. Metis Yayınları

(2) Guy Hocquenghem. Le Desir Homusexuel (Eşcinsel Arzu)

*Şair-yazar