Liberal demokrasinin Filistin sınavı

Günümüz koşularında, kolonyalist işgale ve kolonyalistlerin soykırım saldırılarına genelde veya Filistin özelinde karşı mücadele aynı zamanda demokratik özgürlüklerimiz için verilen mücadeledir.

Abone ol

Mehmet Uğur*

Kişisel hayatımızın en mahrem yerlerine kadar canlı yayınlanan bu küstah katliamın devam etmesine izin verirsek, biz de bu işin suç ortağıyız. Ahlaki benliğimizdeki bir şeyler sonsuza kadar değişecek. (Arundhati Roy, Hintli yazar, insan hakları ve çevre adaleti aktivisti,  The Literary Hub, 17 Kasım 2023)

Eğer amaç soykırımın olmadığı bir ortak gelecek hayal etmekse, 7 Ekim öncesinde Filistinlilere karşı işlenen suçları kabul etmek ve onlara yönelik soykırıma karşı çıkmak gerekli olan asgari düzeydir. (Ariella Azoulay, İsrailli yazar, fotoğraf ve görsel kültür teorisyeni; Brown Üniversitesi'nde modern kültür ve medya profesörü, Boston Review,  8 Aralık 2023.)

İşgalci İsrail devletinin Filistin halkına yönelik katliamlarını protesto edenlerin sayısı ve infiali artıyor. Arundhati Roy ve Ariella Azoulay’ın yukarıda söyledikleri bunun iki örneği.

Büyüyen tepki Euro-Med İnsan Hakları İzleme Örgütü raporunda belgelenen kıyımın vahşetini yansıtıyor. 26 Aralık 2023 tarihi bitibariyle, Gazze’de öldürülen Filistinli sayısı 30 bine yaklaşmış. Ölenlerin 11.422'si çocuk, 5.822'si kadın, 481’i de sağlık personeliydi. Yerinden edilen ve güvenli bir barınaktan yoksun kalan Gazzeli sayısı 2 milyona yakın. 250 bine yakın konuta ek olarak, İsrail’in Gazze’de bombalayıp yıktığı hedefler arasında 305 okul, 1.541 sanayi tesisi, 23 hastane, 56 klinik, 183 cami ve 3 kilise bulunmaktadır.

Buna karşılık, başta ABD olmak üzere İsrail’in Batılı destekçileri yerleşimci kolonyalizmin soykırımsal vahşetini ‘meşru savunma’ olarak pazarladılar; bu vahşeti sürdürsün diye İsrail devletine silah, diplomasi ve siyaset desteği verdiler. Bunun da ötesinde, İsrail’in işlediği soykırıma karşı çıkanları bastırmak için 1945’ten bu yana görülmemiş ölçekte bir sansür ve baskı kampanyası örgütlediler. Liberal demokrasinin entellektüel camiası ile üniversite ve medya gibi kurumları bu kampanyaya destek verip soykırım suçuna ortaklık ettiler.

FİLİSTİN AYNASINDA LİBERAL DEMOKRASİ

Liberal demokrasinin normatif amacı birey ve azınlık haklarının devletin ve çoğunluğun baskısına karşı korunmasıdır. Bunun için öngördüğü mekanizmalar düşünce ve örgütlenme özgürlüğü, hukukun üstünlüğü, bağımsız yargı ve yürütmenin yetkisinin sınırlanmasıdır.

Ne var ki, ideal-tip liberal demokrasi pratikte kendi amacından giderek uzaklaşmıştır. Bir yandan, ikibinli yıllarda liberal demokrasi kendi içinden otoriteryen rejimler üretmiştir. Türkiye’de başlayan bu sürecin daha sonra Polonya, Macaristan Hindistan ve ABD’ye uzandığını; günümüzde de İtalya, Hollanda ve Arjantin’i kapsadığını biliyoruz. Diğer yandan, hala liberal demokrasiyle yönetilen ülkelerdeki ortalama demokrasi kalitesi düşme eğilimi göstermektedir. Bu sorunların ötesinde, liberal demokrasi rejimlerinde karar alma süreçlerine katılım ve eşitlikçi demokrasi boyutları her zaman geride kalmıştır. Liberal demokrasinin bu sorunlu evrimi Varieties of Democracy (Demokrası ve Türleri) verilerine dayalı aşagıdaki grafikte açıkça görülmektedir: Demokrasinin eşitlik ve katılım boyutu liberallik boyutundan düşük kaldığı gibi, ‘demokratik’ olarak sınıflandırılan rejimlerdeki ortalama demokrasi kalitesi 1980’lerden itibaren gerileme göstermektedir. 

ABD ve Avrupa hükümetlerinin İsrail’in Filistin’deki katliamına verdiği destek, liberal demokrasinin evriminde yeni bir kırılmanın habercisidir. 7 Ekimden sonra, liberal demokrasinin fikir özgürlüğu ilkesi açıkça çiğnenmiş; Gazze’de ateşkes ilan edilmesi, kuşatmanın kaldırılması veya İsrail katliamının durdurulmasıyla ilgili talepler anti-semitizm suçlamasıyla kriminalize edilmiştir. Sansür ve yasaklama pratikleri üniversiteleri, medyayı ve sosyal medyayı kontrol eden teknoloji şirketlerini kapsamıştır. Bu kurumların sahipleri ve çoğu çalışanı soykırım pratiklerine goz yummuş; moral, mali ve teknolojik olanaklarını ve zihinsel yetilerini kullanarak soykırım suçunu meşrulaştırma yoluna gitmiştir.

Üniversite yönetimleri Filistindeki katliamları kınayan tek bir açıklama yapmazken, İsrail devletine yönelik eleştirilerin yahudi düşmanlığı olarak değerlendirileceğini ve buna uygun yaptırımlara tabi olacağını açıkça belirtti. Bu tehdidin ilk etkilerinden biri Harvard Hukuk Fakültesi’nde yaşandı. Fakülte’nin öğrenci topluluğu tarafından yönetilen Harvard Hukuk Dergisi, Filistinli doktora adayı Rabea Eghbariah'ın yazdığı “Devam Eden Nakba: Filistin için Yasal Çerçeveye Doğru”  başlıklı makaleyi önce kabul edip baskıya hazırlamış, ama İsrail’in Gazze katliamları başlayınca makaleyi yayınlamayı durdurmuştur.

Tehdidin etkisinin tekil bir kurumla sınırlı olmadığını gösteren veriler var. Örnegin, tarih, siyasal bilimler ve Orta-Doğu çalışmaları alanlarında çalışan ABD’li akademisyenler arasında yapılan bir ankete göre, tüm katılımcıların yüzde 82’si (daha az kıdemli doçentlerin yüzde 98’i) 7 Ekim’den sonra oto-sansür uygulamak zorunda kaldıklarını belirtmektedir. Oto-sansür uygulayanlar arasında büyük çoğunluk (yüzde 87) İsrail’le ilgili eleştirilerde bulunmaktan kaçındıklarını belirtmektedir.

Buna benzer veriler Avrupa’da da mevcut. Örneğin Humboldt Üniversitesi, Toplumsal Eşitlik için Uluslararası Gençlik ve Öğrenciler grubunun "Gazze'deki Soykırımı Durdurun" başlıklı bir etkinlik düzenlemesini 24 Ekim’de yasakladı. Viyana Üniversitesi Rektörü dünyanın farklı üniversitelerinden akademisyenlerin, öğrencilerin ve eğitim personelinin katılacağı “Şimdiyi Sorgulamak: Filistin Üzerine Geçmiş ve Gelecek Perspektifler” başlıklı Filistin konulu eğitim serisini iptal etme kararı aldı. Hollanda'daki birçok üniversite, Filistinle ilgili akademik tartışmaları ve eğitimleri erteledi, kısıtladı veya iptal etti ve Filistinlilerle dayanışmanın çeşitli biçimlerini sansürledi.

Benzer örnekler Birleşik Krallık’ta da yaşanmaktadır. Bir çok protestoya neden olan genel uygulmalara ek olarak, kendi deneyimimden bildiğim gizli uygulamar da sözkonusu. Bu uygulamalardan bir tanesi Filistin konulu e-posta mesajlarının veya ziyaret edilen web sayfalarının ‘siber güvenlik’ adı altında sıkıca izlenip kaydedilmesi; çoğu zaman erişilmez hale getirilmesidir.

Liberal demokrasinin fildişi kulelerinde yaşanan bu sefalet Batı’nın kamu entellektüelleri ve araştırma fonu kurumları arasında da gözleniyor. Örneğin, ‘eleştirel’ felsefe ve siyasal teori konularında duayen olarak kabul edilen Jurgen Habermas tarihsellikten tamamen yoksun bir yaklaşımla Gazze’deki “mevcut durumun” Hamas'ın yarattığı bir “vahşet” olduğunu saptıyor(!); İsrail'in Hamas'a karşı "misillemesini" "haklı" buluyor. Zizek bu kadar ileri gitmiyor, ama beyaz kolonyal efendilere öykünen bir küstahlıkla herkese ders veriyor ve Gazze’deki katliamlara soykırım denmesini yanlış buluyor; bunun solun bir hastalığı olduğunu iddia ediyor.

Almanya’daki Yeşiller Partisi'ne yakın Heinrich Böll Vakfı, daha önceden Rus asıllı Amerikalı gazeteci Masha Gessen'e  verdiği Hannah Arendt Siyasi Düşünce Ödülü için düzenlenen törenden Bremen Eyaleti Senatosu ile birlikte geri çekiliyor. Çekilme gerekçesi, Gessen'in New Yorker dergisinde yayımlanan "Holokostun Gölgesinde" başlıklı makalesi. Gessen bu makalede Almanya'nın İsrail politikasını eleştiriyor ve günümüzün kuşatma altındaki Gazzelilerinin durumunu Nazi işgali altındaki Yahudilerin durumuyla karşılaştırıyordu.

Sosyal medyayı kontrol eden teknoloji şirketleri de benzer pratikler sergiledi.  Dünyanın birçok ülkesindeki binlerce kullanıcı Filistin’le ilgili içeriği hedef alan büyük bir çaba olduğunu belirttiler. "FreePalestine – ÖzgürFilistin" ve "IstandWithPalestine – Filistinin Yanındayım" gibi hashtag'ler gizlenirken İsrail'in resmi anlatısı, aşırı şiddet içerdiğine bakılmaksızın, engelsiz bir saltanata sahip oldu. Filistin ve Arap sivil toplumunun dijital haklarını savunan Arap Sosyal Medyayı Geliştirme Merkezi ve 48 kuruluş “içeriğin kaldırılmasını ve hashtag'lerin gizlenmesini” Filistinlilerin seslerine yönelik orantısız sansür uygulamaları olarak eleştirdi.

Eleştirel medya gözlemcileri, yazılı ve görsel Batı medyasının Gazze'deki katliamla ilgili haber ve bilgilerinin çerçevesini belirleyen beş kurala dikkat çekmektedir. Bu kurallar, aktarılan bilginin ve anlatının İsrail yanlısı olmasını; Gazze’deki katliamı hafifleten ve/veya haklı çıkarmaya çalışan bir dille aktarılmasını sağlamaktadır. Bu tutum Rusya’nın Ukrayna işgaliyle ilgili vahşetin ayrıntılarını sürekli vurgulayan tutumla keskin bir tezat oluşturmaktadır.

Batı medyasının Gazze’yle ilgili ilk kuralı, raporun içeriği ne olursa olsun, her haberin girişinde Hamas'ın 7 Ekim saldırısına atıf yapmak; bu olayın öncesi ve sonrasıyla ilgili tarihi gözardı etmektir. İkinci kural, Gazze'deki ölüm, yaralanma ve yıkım haberlerinin "Hamas yönetimindeki Gazze Sağlık Bakanlığı'na göre" uyarısıyla verilmesidir. Bu uyarıyla, hem bilgilerin doğruluğu konusunda kuşku yaratılmakta hem de bu bilgileri teyit eden insan hakları orgütleri ve Birleşmiş Milletler raporları hasır altına itilmektedir.

Üçüncü kural, katliamın şiddetini hafifletmek için İsrail kaynaklarından alıntı yapmaktır. Bu alıntılarda, İsrail Savunma Güçleri'nin "sivil kayıpları en aza indirmeye" ve "siviller için güvenli bölgeler yaratmaya” çalıştığı belirtilir. Dördüncü kural, İsrail’in saldırganlığını meşru savunma hakkı veya bir hayatta kalma savaşı olarak tanımlamaktır. Oysa, uluslararası hukukta işgalci gücün savaş yöntemiyle kendini savunma hakkı yoktur; işgal altındaki ulusun da kendi kaderini tayin etme hakkı vardır.

Beşinci kural, ABD’de ve Avrupa'nın birçok ülkesinde Filistin halkını desteklemek için düzenlenen protesto miting ve yürüyüşlerinde anti-semitizm aramak, böylece Gazze'ye yönelik vahşi saldırıya karşı yükselen toplumsal öfkeyi gözardı etmektir. Bunun için örneğin “Nehirden Denize Filistin özgür olacak” sloganı nefret söylemi olarak öne çıkartılmakta, bu sloganın ifade ettiği özgürlük çığlığı ‘nefret söylemi’ olarak lanse edilmektedir.

SONUÇ YERİNE

Yukaridaki veriler ve buraya sığdırılması mümkün olmayan çok daha fazla veri liberal demokrasinin kurumlarının ellerinde Filistinli kanı olduğunu gösteriyor. Bunu liberal demokrasi geleneğinden gelen ama liberal demokrasi kurumlarının Filistin halkına karşı işlediği suçlar karşısında  gerçeği itiraf etmek zorunda kalan 160 yılık The Nation dergisi de kabul ediyor. Liberal demokrasi kurumlarının bu pratiği Türkiye dahil dünyanın bir çok ülkesinde iktidarda olan veya yükselen otoriteryenizme cansuyu vermektedir.

Bu durum karşısında, Filistin halkı için adalet isteyen birey ve hareketler bugün aynı zamanda sahipsiz kalan liberal demokrasinin fikir ve örgütlenme özgürlüğü, bilgi edinme özgürlüğü, akademik özgürük gibi ilkelerinin uygulanması için de mücadele etmektedir. Onların bu ikili görevi, öncüllerinin 1930’ların ikinci yarısından sona faşizme karşı kurulan halk cepheleri içinde sosyalizm ile demokrasi mücadelesini birleştiren ikili görevine benzemektedir. Günümüz koşularında, kolonyalist işgale ve kolonyalistlerin soykırım saldırılarına genelde veya Filistin özelinde karşı mücadele aynı zamanda demokratik özgürlüklerimiz için verilen mücadeledir. 

*Greenwich Üniversitesi, Ekonomi ve Kurumlar Profesörü