"Devamsızlıkla ilgili ben buradan bir kez daha söyleyeyim, bu konuda önümüzdeki eğitim öğretim yılı sonunda çocuklarımız af ya da benzeri beklenti içerisinde olmasınlar. Devamsızlık ve sınıf tekrarı konusunda çok ciddiyiz. Şimdiden arkadaşlarımızı uyarmış olalım, sonra bir problemle karşılaşmamak adına…”
Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin dün yaptığı açıklamada söyledi bunları. İlk ve ortaöğretimde sınıf tekrarı, Bakan Tekin’in Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarı olarak göreve atanmasından bir yıl önce, 21 Temmuz 2012’de yapılan bir yönetmelik değişikliği ile kaldırılmıştı.
Aslında devamsızlıktan kalma liselerden kalkmadı ancak ‘devamsızlık affı’, ‘tek ders sınavları’ ve ‘başarısız sayılmak için zayıf ders sayısının artırılması’ gibi düzenlemelerle neredeyse imkansız hale getirildi. İlköğretimde ise zaten 1 kere ve o da veli isteği ile sınıf tekrarı söz konusu olabiliyordu. Tabii hiçbir veli de kolay kolay çocuğunun bir yıl kaybetmesini istemediği için fiili olarak orada da sınıfta kalma ortadan kalkmıştı.
Yeni Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, 2013’te getirildiği müsteşarlık görevini, 2018’deki hükümet sistemi değişikliği ile müsteşarlıklar kaldırılana kadar sürdürdü. 14 Mayıs seçimleri sonrasında bu kez bakan olarak döndüğü Milli Eğitim’de, gündem olan ilk açıklaması ‘kız çocukların okula gönderilmemesine önlem olarak kız öğrenci okulları kurulabileceği’ sözleri oldu. Önceki gün yaptığı açıklamada ise devamsızlık konusunda kimsenin ‘af beklentisi’ne girmemesini istedi, sınıf tekrarının geri geleceğinin işaretini verdi.
Öyle anlaşılıyor ki sınıf geçmek mevcut halinden daha zor olacak bundan sonra.
Peki neden şimdi? Aradan geçen zamanda ne değişti?
***
Daha iki ay önce yapılan LGS’nin ardından öğrencilerin geleceklerini belirleyen bütün eğitim hayatlarının sonucunun birkaç saatlik sınavlara sıkıştırıldığına değinmiş, bu durumun yarattığı baskıyı anlatmaya çalışmıştık.
2012’de yapılan ve Bakan Tekin’in 5 yıllık müsteşarlığı boyunca eğitim hayatına yerleşen bu iki uygulama, yani devamsızlıktan sınıfta kalmanın ve sınıf tekrarının kaldırılmasının temel nedeni de aslında sınava dayalı sistemin getirdiği baskıydı. Ortaokula başlar başlamaz lise giriş sınavlarına, liseye başlar başlamaz üniversite sınavına hazırlanma yarışı içinde ‘eğitim’ alan öğrencinin de onların en büyük destekçisi velilerin de en büyük şikayet konusu bir yandan da okula devam ediyor olmanın gereklerini yerine getirmekti. Eğitim sistemi sınav odaklı olunca, 4+4+4 boyu geçen yıllar sadece o sınavların sonucundaki başarıya endekslenerek geçirilince, okulda verilen eğitimin yerine sınava hazırlanmaya yönelik kurslara, özel derslere zaman ayırmak hatta ‘evde oturup test çözmek’ nasıl öne çıkmasındı ki?
Okulda 'başarısız', devamsız öğrencinin de sınıf geçebildiği düzen bu baskının sonucunda kurulmuştu işte. Eğitiminde başarılı olmak isteyen öğrencinin okuldan uzak durduğu bu garip sisteme karşı teslim bayrağı çekilmişti aslında.
***
Şimdi bu yanlıştan geri dönülüyor olması iyi bir adım evet. Ancak Milli Eğitim Bakanı, kendi müsteşarlığı döneminde yerleşen bu düzenin değişeceğini ilan ederken o baskının ortadan kalktığı/kalkabileceği yönünde bir şey diyor mu? Şu anda demiyor. LGS de, YKS de aynen yerlerinde duruyor. Sınavların tamamen kaldırılması söz konusu olamıyorsa bile, eğitim hayatı boyunca elde edilecek başarının üniversiteye kadar her aşamada etkili olacağına dair bir işaret var mı?
İlköğretimini tamamlayıp, liseyi bitirmeye hazırlanırken hayatının en önemli anını yaşıyor olmayacak mı artık liseliler üniversite sınavına hazırlanırken?
Şu ana kadar bu yönde bir adım da yok.
O zaman gerçekten sormak lazım değil mi: Devamsızlıktan kalma ve sınıf tekrarı neden kaldırılmıştı ve şimdi neden geri geliyor?
“E bakan değişti sonuçta bir şeyleri değiştirecek tabii” deyip geçelim mi?
Liselilere ‘size af yok, sonra bir problem olmasın’ deyip kapatalım mı?
İşçiye vekil olan siyasetçi: Sevda Karaca…
Bu hafta bir kadın siyasetçi işçi hakları konusundaki çabasıyla, bir kadın sendikacı da –bir kez daha- siyasetle anıldı…
Emek Partisi Gaziantep Milletvekili Sevda Karaca, Şireci Tekstil’de ücret artışı ve yan haklar talepleri için direnişe geçen işçilerin ‘temsilcisi’ olarak seçildiği ana dair sosyal medyada paylaşılan görüntülerle gündeme geldi. Fabrika girişinde parmaklıkların üzerine çıkan milletvekili, içeride Fatma Şahin ve Melih Meriç görüşmeleri sürdürürken, “İşçilerin onayıyla görüşmeye geldim diyeceğim, kabul mü?” diye sorduğu soruya, “Kabul!” yanıtını alıyordu.
İşçilerin taleplerinin gerçekleşmesi ile sona eren direnişin o anında neler yaşandığını Karaca’ya sorduk, şunları anlattı:
“6 gün boyunca direnen işçilerin yanındaydık. Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı Fatma Şahin ve CHP Gaziantep Milletvekili Melih Meriç'in patronla görüşmek için içeri girdiği bilgisini veren işçi temsilcileri benim de içeri işçiler adına girip görüşmeleri takip etmemi istedi. Sözlerinin, taleplerinin olduğu gibi aktarılmasını, olanı biteni öğrenmeyi istiyorlardı. İşçilerden görüşmelere katılmak için onay aldık. Ancak görüşmeye girmek üzere fabrikaya yöneldiğimde, patronla henüz görüşen Fatma Şahin ve Melih Meriç’in işçilere getirilen yeni teklifle dışarı çıktığını gördük. Onlara ‘Burada işçilerin temsilcileri var. Getirilen teklifi işçilere söyleyin, tartışıp değerlendirmelerini sunsunlar, bizim görevimiz işçileri ikna etmek değil, kararlarını bildirmelerine aracılık etmek’ dedim. Kimse işçiler adına herhangi bir şeye imza atamaz, sözler veremez çünkü. Bunun üzerine tekrar işçilere gidildi ve teklif iletildi. Görüşmenin sonraki bölümü de işçi temsilcileri tarafından sürdürüldü. Ben teklifin işçiler arasında tartışılması sırasında yanlarındaydım. Yani benim doğrudan patronla görüşmem söz konusu olmadı. Hep işçilerin yanındaydım.”
Karaca, Şireci işçilerinin kendi temsilcileri olarak görüşmelere katılmasını neden istediklerini sorduğumuzda ise şunu söyledi: “Görüşmelerle ilgili kendilerine sağlıklı bilgi verilmemesinden, taleplerinin olduğu gibi yansıtılmayacağından endişeliydiler. Bizim kendilerini temsil etmemizi bu yüzden istediler.”
Sonuçta Şireci işçileri mücadeleleri karşılığında istediklerini aldılar. Antep’te konuşulanlara göre yıllardır benzer eylemler yapan ancak sonuç alamayan, sektörün ildeki en büyük işletmelerinden biri olan Şireci Tekstil’deki bu anlaşma önemli. Çünkü Şireci’deki ücretler ve haklar sektördeki diğer işletmeler için de ölçü oluyor. Eylemin kazanımla sonuçlanmasında, Şireci işçilerinin birliğini hiç bozmamasının ve 17 yıllık Şehir Hastanesi projesinin tamamlanarak yakında Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından açılacak olmasının da etkili olduğu belirtiliyor…
Karaca’nın "işçi temsilcisi milletvekili" olarak seçilmesi ise eylemin siyaseten dikkat çeken yanı olarak kayda geçiyor…
Siyasete ‘yakıştırılan’ sendikacı: Arzu Çerkezoğlu…
DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu ise bu hafta ‘siyasete yakıştırılan’ kadın sendikacı oldu. DİSK genel başkanları da başka sendika başkanları da her zaman siyasete yakın olmuş, sendikal görevlerinin ardından siyasete de atılmışlardır. Sendikacıların siyasete yakın olmasında gariplik yok, hatta işin doğası gereği böyle belki de. Bu elbette Arzu Çerkezoğlu için de geçerli. Ki kendisinin adı geçmişte de siyasete dair ‘kulis’ haberlerinde geçti.
Ancak bir süredir ilginç bir şekilde iktidara yakın medyada ‘CHP İstanbul İl Başkanlığı’ görevine getirileceği iddiası ısrarla yazılıyor. Konuyu kendisine sorduk, şu yanıtı aldık:
“DİSK bir emek örgütü, kuruluş ilkelerinden en temeli de sermayeden ve bütün siyasi partilerden bağımsız bir kurum olmasıdır. Bu nedenle her zaman siyasi partilerin iç gündemlerinden uzak durmaya çalıştık. Benim ya da DİSK’teki başka yönetici arkadaşların siyasi partilerin kongre süreci polemiklerinin parçası ya da tarafı olması beklenemez. Benimle ilgili yazılanlar gerçek dışı. Nereden ve neden yapıldığını da anlayamıyoruz. Bu haberler yine gerçek dışı bilgiler eşliğinde yapıldı. Benim 10 Aralık Hareketi ile özdeşleşmiş olduğum öne sürüldü mesela. Oysa uzaktan yakından bu hareketle ilişkim olmadı. Herhangi bir partinin il başkanlığına adaylığım söz konusu değil. Bugüne kadar bir sorumluluk almak istediğimde kendim ifade ettim ve aday oldum. Böyle bir şey olsa tabii ki yine kendim ifade ederim.”
Peki ‘siyaset yapma’ hakkında sendikacı olarak ne düşünüyor? Siyaset sadece siyasi partilerde mi yapılır? Ona yanıtı da şöyle Çerkezoğlu’nun: “Siyaset yapmak TBMM ya da parti binaları ile sınırlı görülüyor Türkiye’de. En büyük sorun bu. İşçilerin, emekçilerin, yurttaşların kendisini siyasetin öznesi olarak göremediği ve karar alma mekanizmalarından dışlandığı bir süreç yaşanıyor. Oy vermekle sınırlı bir demokrasi anlayışı var. Oysa siyaset hayatın kendisidir. Ancak bir kişinin ağzından çıkanın kanun sayıldığı bu düzende herkesin kendi yaşamına sahip çıkmak üzere siyasetine müdahil olması, demokrasiye sahip çıkması gerekir.”
Hazır bulmuşken Çerkezoğlu’na farklı sektörlerde devam eden ücret pazarlıklarını ve sözleşme süreçlerini de soruyoruz. Acaba siyaset biraz da buralarla ilgili olabilir mi? Yanıtı şöyle oluyor: "Çok doğru. Bugün siyasetin de, halkın da, işçi sınıfının da gündemi geçim derdi. Bu kadar yüksek enflasyonla, hepimiz yoksullaşırken, adaletsiz gelir dağılımında olağanüstü artış, adaletsiz vergi sistemi varken… Bu alanlarda Cumhuriyet tarihinin en kötü dönemini yaşıyoruz. Biz bu süreçte DİSK olarak hem ekmeğimize sahip çıkmaya hem de gerçek bir demokrasi için sendikalaşmanın önündeki engellerin kaldırılmasına çalışıyoruz. Artık 1960’ların, 70’lerin Türkiye’sinde değiliz. Toplumun dörtte üçü beyaz yakalısıyla, mavi yakalısıyla ücretli… Ama sendikalaşmanın önünde bu kadar engel varken, emeğin hakkı verilmezken ne demokrasiden ne de siyasetin ve Cumhuriyet’in geleceğinden söz edilebilir… Bizim için temel mesele de bir emek siyasetinin, emeğin Türkiye’sinin kurulabilmesidir.”
Çerkezoğlu’nun siyasete ‘yakıştırılan’ sendikacı olarak söyledikleri de böyle kayda geçiyor…