Lokman Kurucu: Bu albüm tüm sokaklara bir saygı duruşudur
Şiir kitaplarının ardından Leş albümüyle bu kez dinleyicilerine seslenen Lokman Kurucu’nun albümü digital ortamda Beyoğlu Metropol Müzik etiketiyle yayımlandı. Kurucu, "Bu albüm babamın meyhanelerine, içini arabesk şarkı sözleriyle doldurduğumuz defterlere, 90’lara, yani şu ana kadar bu ülkede dinlediğim bütün müziklere ve elbette tüm sokaklara bir saygı duruşudur" dedi.
DUVAR - Şair-yazar Lokman Kurucu edebiyatın ardından müzikle döndü. Yazdığı şiirleriyle adından söz ettiren Kurucu Leş albümüyle hem bestelerini hem de sesini dinleyicilerine duyuruyor. Kolektif bir çalışmanın ürünü olan Leş albümünde ''Leş'' ve ''Yasak Hikaye'' isimli şarkıların sözlerinin (daha doğrusu şiirlerinin) yazarı Şair, Ressam Ercihan Yolcu’ya ait. ''İncesu'da Bir Gecekondu'' adlı şarkının sözlerini ise şair Banu Kalyoncu, Serap Yüksel’e imzası taşırken müziği de şair, yazar, müzisyen Köksal Erdenoğlu’na ait.
Emmuşa, Kapıyı Unut, Görkemli Araf şarkılarının söz ve müzikleri ise Lokman Kurucu’ya ait. Aranjörlüğünü Mehmet Yöntem ve Cem Sait Arslantunalı’nın üstlendiği Leş albümü digital ortamda dinleyicisiyle buluşurken, Lokman Kurucu bu albümü tüm sokaklara bir saygı duruşu olarak niteliyor...
Edebi bir değer taşıyan, müzikleri ve sözleriyle de çok konuşulacak Leş albümü için Kurucu’yla bir araya geldik...
Sözler şiirin yoğun dünyasına ait olsa da bu albümde kulağımıza tanıdık gelen tınılar var. Albümün her şarkısı alışık olduğumuz farklı türlere dokunuyor lakin bütün olarak bir yere oturtamıyoruz gibi. Siz Leş albümünü nasıl tanımlarsınız?
‘’Leş’’ albümünü yaparken ne tam geçmişe takılmak istedim ne de ‘’yenilik’’ saplantısına yenilmek. Bu albüm babamın meyhanelerine, içini arabesk şarkı sözleriyle doldurduğumuz defterlere, 90’lara, yani şu ana kadar bu ülkede dinlediğim bütün müziklere ve elbette tüm sokaklara bir saygı duruşudur. ‘’Leş’’ verilmiş bir sözdü ve şu an yaptığım müzikle hiç alakası olmasa bile onu yerine getirmenin huzuru içindeyim
Neden Leş?
En yakınımızdaki kişiyle bile aramızdaki ilişki, akbaba ve leşin arasındakini geçmiyor. Birileri sürekli yara içinde; sürekli delik deşik, birileri ölü ve kokuyor. Birileri geniş kanatlı avcı; sert ve acımasız. Hiç umulmadık yerden vuruyor keskin gagasını; kanatıyor avını. Bu ilişki insanlığın yazgısı mıdır? Değil! Yine de insanın bir türlü kurtulmak istemediği bir lanet. Bu lanetten kaçamazsam da ben, en azından, hangi uçta duracağıma karar verme talihini buldum kendimde. Akbaba olmayı reddettim kesinlikle! Acı, karardır. Belki de sanat adına yarattıklarımızın tümü bu kararın eseridir.
Peki, biz sizi daha çok şair kimliğinizle ve edebiyat piyasasına karşı geliştirdiğiniz muhalif eylemlerinizle tanıyorduk. Müzik yapma fikri nasıl ve ne zaman ortaya çıktı?
‘’Müziğe nasıl başladınız?’’ sorusu sorulduğunda ta bebekliğime kadar bir yol beliriyor gözümde. Annemin kulağıma fısıldadığı ilk ağıtla başlamışımdır belki. O ilk ses, o ilk işaret fişeği şiirin karanlığında gezinip durdu hep. Müzik üretmeye şiirle başladım diyebilirim. Zira yıllarca her şiirin önce müziği bitmiş ruhumda. Sadece bunu anlamak biraz zaman aldı. Farkına vardığımda beste yapmaya başlamıştım zaten. Yaptığım besteler yüzü geçince bir tıkanma yaşayacağımı hissettim ve hemen stüdyoya girip ilk şarkımı okudum. İlkini, yani “Emmuşa”yı Yasemin Göksu, ikinci çalışmam “Kapıyı Unut”u İlkay Akkaya okuyup albümlerine taşıdılar. İki muhteşem sesten şarkılarımı dinlemek beni epey hızlandırdı.Sonrasında sık sık stüdyoya girip tek tek şarkılarımı seslendirmeye başladım. Bir süre sonra bütünlüklü bir şey yapmaya karar verdim.
Müzikle olan ilişkiniz nasıl gelişti? Şiir dışında başka etkenler vardır muhakkak.
Tabii ki. Bunların başında Urfa’da doğmak geliyor. Urfa’nın kendine has zengin bir müziği var. Yani öyle bir kendine özgülük ki bu, o müziği alıp Urfa’nın yüz kilometre batısındaki ya da doğusundaki bir yere mal edemiyorsunuz. Urfa müziği işte. Evlerde, çeşitli mekanlarda bir araya gelinmiş, yenilmiş, içilmiş, eğlenilmiş, dertlenilmiş ve böyle bir müzik çıkmış. Bu müziğin kederindeki ‘’ah’’ bile kendine has. Başka bir duygulanım biçimi bu. Yaşamak gerek. Ki zaten insanlar Urfa’da müziği yaşıyor. Canlı bir şey orada müzik. Orada müzik dinleyenle müzik üretenler arasında kıl kadar bir mesafe bile yok. Her an herkes müzik üretebilir.
Sonra bu bir şans mıdır yoksa lanet midir bilmiyorum ama babam hayatı boyunca hep meyhane işletti. Bir meyhaneyi kapattı diğerini açtı. Çocukluğum, ilk gençliğim babamın meyhanelerinde birçok ‘’kaybetmiş ve kaybetmekte olan’’ adamın dinlediği meyhane müzikleri içinde geçti. Salt kasetçalardan çıkan sesler değildi o ‘’meyhane müziği’’ . Yaralı ve sarhoş adamların mimikleriydi, içip içip anlattıkları dertleriydi, yenik ve çocuk bakışlarıydı, içmekten yorgun düşmüş sesleriyle eşlikleriydi şarkılara. Meyhane müziği her yıl birer birer hayattan eksilen, ölen adamlardı. Öldüler, çok öldüler o adamlar. Hepsinin yasını tuttum o çocuk başımla. Beni tetikleyen şeylerdi bunlar.
Tabii bir süre sonra sıkıldım bunlardan. Derken doksanlar pop girdi tv’lerden evlerimize. Bir oksijen çadırı olarak gördüm ben o müziği. Benim için yeni bir şeydi.Yapılan müziği severek takip ettim. Birçok şarkıyı ezberime aldım. Tabii bir süre sonra o müzik de sıktı beni. Yetmemeye başladı.
Kürtçe müzik?
Elbette. O ayrı bir etki. Çok beslendim Şiwan’dan, Gülistan’dan, Brader, Ciwan Haco’dan ve daha birçok isimden. Kürtçe müzik kadar Ermeni müziği de çok etkilemiştir beni. Ama işin doğrusu şu ki Arapça müzik daha çok sardı.
Neden?
Arap müziğini dinledikçe Türkiye’de üretilen çoğu müziğin bir taklit ve hatta bir kopyadan ibaret olduğunu keşfettim. Arabeskçilerimiz de popçularımız da çokça tüketmişler bu müziği. Tükete tükete bitirememişler. Arap müziğini dinledikçe dinlemekte olduğum her şey büyük bir oranla kıymetini yitirdi bende.Sekiz dakikalık bir Arapça şarkıyı sekize böldüğünüzde sekiz ayrı şarkı yapabiliyorsunuz Türkiye’de. Ve ne yazık ki kimse de bunun farkına varamıyor .
Sizce neden varamıyoruz?
Arap halkıyla iç içeyiz. Arap ülkeleriyle sınırdaşız. Her şeyimizde Arap etkisi var. Ama buna rağmen Araplara ve Arap kültürüne karşı birçok nedenden ötürü mesafeli bir tavrımız var. Abartıyor muyum bilmiyorum ama benim gözlemlediğim, hissettiğim; en ötekimizde bile bizdeki Araplığı görmezden geliş var. Hadi Araplaşalım demiyorum ama yüz metre ilerimizdeki ülkenin müziğini bilmemek boşluk yaratıyor. Hal böyle olunca dinlediğimiz şeylerde farkındalık oluşmuyor.
Konu sadece Arap Müziği olsa keşke. Bir kere kapı komşumuzun kültüründen, dilinden haberimiz yok. Yani ben bunu salt egemen kültürün baskısı ile açıklayamıyorum. Temelde merak eksiğimiz var toplum olarak. Meraksızlık bizi bizde boğuyor, pasifize ediyor.
Biz Kazım Koyuncu’yu tanıyana kadar tüm Karadeniz’i Karadeniz şivesi ile konuşan insanlardan oluşan bir bölge sanıyorduk ne yazık ki.
Ben Kazım’la tanıştıktan sonra o bölgenin farklı dillerdeki müziğine merak sardım. Derken kendimi Gürcü Müziği’nin içinde buldum. Lela Tataraidze, Lela Tsurtsumia, Hamlet Gonashvili…Derken tüm Kafkaslara oradan Balkanlara.
Alışılmışın dışında sözleriniz var. Her yerde duyabileceğimiz şarkı sözleri değil bunlar. Çoğunda yoğun olarak imge kullanılmış. Bu anlaşılmak açısından sizde kaygı uyandırıyor mu?
Özellikle son dönemlerde gündelik konuşmalarımızda bile sarf etmeyeceğimiz basitlikteki sözlerle şarkılar yapılıyor. Bir de üstüne sanki düşünsel bir derinlik taşıyorlarmış gibi bu sözler kliplere alt yazı olarak konuyor. Bu bir nevi toplumun zeka seviyesini küçümsemek gibi geliyor bana. Bu toplumun birçok eksiğini sayabilirsiniz, eleştirebilirsiniz ama kesinlikle bu derecede bir algıya sahip olduğunu iddia edemezsiniz. Birçok ülkede örnek, öncü, taşıyıcı olarak görülen ‘’sanatçı’’ bu ülkede kendi toplumunun çok gerisinde maalesef.
Böyle bir ortamda, her şeyden önce bir şair olarak sorumluluğum dile karşıdır. Gündelik dile düşmeyen ama yine de toplumun hissiyatında karşılık bulduğunu düşündüğüm şiirleri bestelemek beni anlaşılmak açısından kaygılandırmıyor.
Hazır konusu açılmışken şunu da belirteyim; bu ülkenin çok zengin bir şiir, söz dünyası var. Yılda binlerce şiir kitabı basılıyor. Çok iyi şairlerimiz var. Çok iyi şiirler yayınlanıyor dergilerimizde. İşlenecek bunca söz/şiir varken o basit sözlerle şarkılar yapılmasını bu toplum için kayıp olarak görüyorum.
Edebiyat ortamında politik bir duruşunuz var. Aynı zamanda bunu çoğu şiirinizde de görebiliyoruz. Fakat albümde herhangi politik bir gönderme yok. Bunun sebebi nedir?
Öncelikle şunu söylemeli; “Hayat politikaya değil, politika hayata dahil”. Bu albümde girdiğim çıktığım aşklardan bende kalanları olduğu gibi işlemek istedim. Her şarkıda hayatımın bir kısmını adadığım başka biri var. Bireysel bir albüm bu. Buna rağmen böyle bir süreçte bireysel de olsa yaratıcı üretimde bulunmak politik bir eylemdir. Zira karşımızda öncelikle şiiri, yani sözü yok etmek isteyen bir sistem var. Slogan gibi gelecek ama gerçekten sevmek politik bir eylemdir.
Peki doğrudan toplum meselelerine değinen çalışmalarınız var mı?
Elbette. Şu ana kadar yaptığım bestelerin yüzde yetmişi doğrudan bununla ilgi diyebilirim. Mesela şu an bitmek üzere olan ikinci albümümde şair Sunay Akın’ın, şair Ömer Faruk Hatipoğlu’nun ve benim politik şiirlerimden bestelediğim şarkılar var. Üçüncü albüm projem de keza öyle…