Yalan değil, Cumhuriyet’i elime almadığım dönemler olmadı diyemem… Ama bugün (tabii ki aralarında Duvar’ımızın da yer aldığı sayılı yayınları unutmadan) ) Cumhuriyet’in “Cumhuriyet haber verir” başlığı altında sıraladığı haberlerin önemli bir bölümünün okurlara “Yeter ki haber eksilmesin medyadan!” temennisini karşılayan türden olduğu apaçık… Memleketteki medyanın “ana akım”ını “yan akımlar”ını vs. betimlemeye gerek yok. İş giderek öyle bir noktaya geldi ki, tonlarca kuruluşunu (alıcının bir devlet bankasından uygun şartlarla kredi temin ettiğinden söz ediliyor) devreden bir patron çok geçmeden içlerinden pek çoğuna yol verilmesi muhtemel olan çalışanlarından “helallik” istiyor! “Helallik” söz konusu olduğunda hitap edilmesi gerekenlerin en başta “okurları- izleyicileri” olduğunu aklına getirmeden. Yıllarca o haberi gizle (son örnek: İlhan Çomak’a kesilen cezanın Yargıtay tarafından onanması) şu önemli gelişmeyi sayfanın dibine sıkıştırmaya çabala, milleti habersiz ve yorumsuz bırakmak için yapmadığını bırakma ama sonunda medya dünyasına “alkışlarla” veda et…
“Cumhuriyet haber verir” (tabii) ilkesi çerçevesinde gazetenin “Boğaziçi” gelişmelerine ilişkin yaptığı habere göz atalım:
“Lokum meselesi”nden tutuklu Agah Suat Atay’ın babası 'Biz oğlumuzun arkasındayız. Son derece demokrat, aydın, ilerici, özgürlükçü bir kişidir' diyor. Deniz Yılmaz’ın babası da benzer açıklamalar yapıyor: 'Çocuklarımızın yaptığı tek şey sadece barışı savunmaktır.' Konuya ilişkin ayrıntıya girmek gereksiz; belli ki (besbelli ki) tutuklanan gençler üniversitede o güne kadar karşılaşılmayan biçimde “lokumu millileştirmeye” çabalayan bir grup öğrencinin lokumlarına yönelik şiddet içermeyen tepkilerini dile getirmişlerdir.
Konuyla ilgili gelişmelere ilişkin benim özellikle dikkat çekmek istediğim husus, söz konusu öğrencileri tutuklayan İstanbul 7'nci Sulh Hakimliği’nin açıklamalarıdır.
"Sulh ceza hakimliği"nin nasıl bir şey olduğunu açıklamanın gerekli olduğunu sanmasam da konuya ilişkin kısa bir hatırlatmayı ihmal etmeyelim:
Daha önceden ismini birkaç kere andığım Prof. Kemal Gözler, 2014’te 6545 sayılı kanunla kurulan bu “hakimlikler”in her şeyden önce “tabii hâkim” - “tabii mahkeme” ilkesine aykırı olduğunu dile getiriyordu. Bu ilkenin amacını da şöyle ifade ediyordu: "Yasama organının belirli bir olayı yargılamak için o olaydan sonra mahkeme kurmasının önüne geçmektir. Bu ilkeye uyulduğu takdirde, yasama organı dahil devletin herhangi bir organı, olaydan sonra sırf o olayı yargılamakla görevli bir mahkeme kuramayacaktır." Şu alıntıyı da ihmal etmeyelim: “Böyle mahkemelerde ve böyle hâkimler huzurunda suçlanan kişiler masum iseler beraat edeceklerdir. Oysa sırf o olay için kurulmuş ve hâkimi sırf o olay için atanmış bir mahkemede suçlanan kişiler masum olsalar bile mahkûm olabilirler.”
Evet söz konusu ilke bu derece açık… Prof. Gözler, “tabii mahkeme-tabii hâkim” ilkesini tanımayan bu türden mahkemelere iki de örnek veriyordu: “İstiklal Mahkemeleri” ve “27 Mayıs’ın Yassıada Mahkemesi”. (Unutmuyoruz, sulh ceza hakimliğinin hâkim ve mahkemesinden söz ediyoruz…)
Bu hâkimliklerden çıkan kararların “temyiz” usulünü de hatırlıyorsunuz: Bir Sulh Ceza Hâkimliği’nin verdiği karara ancak bir üst numaralı sulh ceza hâkimliğine itiraz edebiliyorsunuz. Bu hâkimliklerin çalışma ofislerini bilenler (bu konu birazdan sözünü edeceğim Venedik Komisyonu’nun ilgili raporunda da belirtildiği gibi) söz konusu itiraz için kararı veren hâkimliğin hemen yanı başında bulunan ofisin kapısını çalmanın yeterli olduğunu söylüyorlar…
Bu itiraz (temyiz) meselesi Venedik Komisyonu’nun “Sulh ceza hâkimlikleri'in görev, yetki ve işleyişleri hakkında görüş” başlıklı 10-11 Mart 2017 tarihli raporunda şöyle anlatılmaktadır:
"26'ncı Sulh Ceza Hâkimliği'nin kararları yatay olarak, başka bir ifadeyle ancak başka bir sulh ceza hâkimliğine temyiz edilebilmektedir. Bu tarz bir temyize ‘itiraz’ denir (Ceza Muhakemesi Kanunu Madde 268). İl başına düşen sulh ceza hâkimliği sayısı oldukça kısıtlıdır. Sulh ceza hâkimlikleri, her bölgede birden başlayarak numaralandırılmış olup bir itiraz daima numara olarak kendisini izleyen hâkimliğe gönderilir. Şöyle ki bir numaralı sulh ceza hâkiminin kararına karşı itiraz, ikinci sulh ceza hâkimliği tarafından, ikinci sulh ceza hâkiminin kararına karşı itiraz, üçüncü sulh ceza hâkimliği tarafından incelenir ve süreç bu şekilde ilerler. En son numaralı sulh ceza hâkimliğine itirazlar ise bir numaralı sulh ceza hâkimliğine gönderilir. Ankara’da sulh ceza hâkimleri, vardiyalar halinde geceleri ve hafta sonları da çalışmaya devam etmektedir. Bu sistem, 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanunu'nun 54’üncü maddesine dayanarak kararlaştırılmıştır."
Sulh ceza hakimliğinin elindeki dosyaları nasıl gözden geçirdiğinin nasıl bir şey olduğunu “Boğaziçi” olayında açıklıkla görüyoruz. Cumhuriyet’te yer alan habere göre “Lokum olayı”nda gözaltına alınan 15 öğrencinin 9’u “örgüt propagandası yaptıkları” iddiasıyla tutuklanmış. Bu kararları İstanbul 6'ncı ve 7'nci Sulh Ceza Hâkimlikleri vermiş. Tutuklama kararında “protestoların içeriğinin ifade ve düşünce hürriyeti kapsamında değerlendirilemeyeceği” belirtilmiş. “Hükümet ile ilgili ‘katil’, ‘hesap verecek’ şeklinde söylemlerin olduğu” öne sürülmüş. Şu suçlamaları da atlamayalım: “Arbede sırasında ikramlık lokumların yere dökülmesi ve içerikleri dikkate alınarak ifade ve düşünce hürriyetini aşıp silahlı terör örgütü lehine propaganda mahiyetinde olduğu” belirtilmiş. Gençleri tutuklayan Sulh Ceza Hakimliği’nin şu suçlamaları da ilgi çekici: “ ‘İşbirlikçi Özgür Suriye Ordusu’ ve ‘İşgalin, katliamın lokumu olmaz’ ibarelerinin TSK ve birlikte hareket eden ‘Suriye asker unsurlarının’ aleyhine olduğu, YPG ve PKK’nın amaçlarını meşru gösterici, övücü, şiddeti tavsiye eder mahiyette olduğu” savunulmuş…
Önümüze gelen bu bilgiler gerçeği yansıtıyorsa, işimiz gerçekten zor demektir. “İkramlık lokumların yere dökülmesi” bile “FETÖ” için icat edilen bu hakimliklerin dosyalarına ne derece hakim olduklarını göstermiyor mu?
Şu soruya da cevap arayalım: Gençlerin “Lokumların yere dökülmesi” esnasında “İşbirlikçi Özgür Suriye Ordusu” şeklinde seslerini yükseltmeleri neden-niçin tutuklanmayı gerektiren bir suç oluyor? Bunun “TSK ve birlikte hareket eden ‘Suriye asker unsurlarının’ aleyhine olduğu” gibi bir tespit ve devamında suçlama ve tutuklamanın salim kafayla anlaşılır bir yanı var mıdır? ÖSO ne zamandır “Suriye asker unsurları” sınıfında yer alıyor?
“İşgalin, katliamın lokumu olmaz” tezahüratına gelince: Olur mu böyle? APAÇIK bir hakikatin dünyada kim bilir kaçıncı kez tekrarlanmasının tutuklanmayı gerektiren bir suç olduğuna bizi kim inandırabilir?
“Lokum meselesi”nden kaynaklanan gelişmeler sonrasında 9 öğrenciyi tutuklayan İstanbul 7'nci Sulh Ceza Hakimliği’nin kararında “(…) olay yüzünden toplumda infial ve kaos oluştuğu, olayın gerçekleştiği mecra nedeniyle ceza miktarında üst sınıra yaklaşılabileceği, bu nedenle tutuklamanın ölçülü ve yerinde olduğu ifade edildi” (Cumhuriyet) denilen bir bölüm de varmış.
Kararda bu bölüm gerçekten yer alıyor ise, ülkede zaten hepten kapanmasına az kalmış hukuk/adalet kapısına kilit vurmanın zamanı gelmiştir demektir. Düşünebiliyor musunuz; bir tutuklama kararı sonrasında “olayın gerçekleştiği mecra nedeniyle ceza miktarında üst sınıra yaklaşılabileceği”nden söz edilebiliyor…
Yalan değil böyle bir manzaranın İstiklal Mahkemelerini ya da Yassıada Mahkemesi’ni hatırlatmaması mümkün mü?