Louis Althusser ile hayali bir sohbet: Covid-19

Geçtiğimiz günlerde Giorgio Agamben, Jean-Luc Nancy, Slavoj Zizek gibi birçok filozof içinde bulunduğumuz korona virüsü üzerine yazılar kaleme aldı. Gelişen bütün bu yazılar ve tartışmalardan hareketle, ben de kişisel olarak hep referans aldığım Louis Althusser’i “kurgusal” olarak bu tartışmalara müdahil etmeye çalıştım. Acaba Althusser'in kendisi bugün yaşasaydı bu olanları nasıl yorumlardı, ne gibi analizlerde bulunurdu?

Abone ol

Fatih Tan

İtalyan filozof Giorgio Agamben, 26 Şubat’ta korona virüsü üzerine toplumlarda “istisnai durumun” genişlemesi rizikoları üzerine bir yazı kaleme aldı. Agamben, İtalya’da tıbbi uzmanların virüsü “çok ehemmiyetli bulmadıkları” sözünden yola çıkarak, “özgürlüklerin kısıtlanmasının” siyasi olarak İtalyan toplumunu “istisnai durum” haline sokacağı endişesiyle, polisiye tedbirleri eleştirmekteydi. Agamben, yaşanılan bu durumu Michel Foucault’nun biyo-iktidar söylemiyle ilişkilendiriyordu.

Bir başka Fransız filozof Jean-Luc Nancy ise “normal” gribin aşısı olmasına rağmen bu virüsün aşısının olmadığının unutulduğunu vurgulayarak, Agamben’in günümüzde “istisnanın artık kural haline geldiğini” unuttuğunu yazdı. İki filozofun arasındaki bu tartışma, dünyanın birçok yerinde akademik anlamda devam etti. Türkiye’de de bazı akademi ve sanat çevreleri tarafından, bu tartışmayla ilgili çeşitli makaleler yayınlandı. Açıkçası ‘pandemi’ ile ilgili en ‘insani’ analiz, her ne kadar ‘post-romantik’ algılansa da Zizek tarafından yazıldı. Çünkü bu mesele insanüstü bir noktaya çekiliyor ısrarla. Mevcut sistemlerin, iktidarların, ulusların, ideolojilerin insan dışı ‘üçüncü bir tür’ tarafından yönetildiği algısı hâkim şu anda. Dolayısıyla yapılan her yeni analiz birer felaket teorisine dönüşüyor. Bu ’pesimist’ teoriler ‘DreamWorks’ stüdyolarından önce kapitalist sisteme bir dayanak oluşturuyor gün be gün. Günün sonunda ise bütün bu analizler kapitalist kavrama ‘post’ ön ekini zoraki de olsa getirecek gibi duruyor. Oysa bütün bu yazılan-çizilen-konuşulan 'post-apokaliptik’ senaryoların doğruluk payı yüksek olsa dahi, onların ‘distopik’ projeleri değil, bizlerin ‘ütopik’ ideolojileri gerçekleşecek demekten başka bir dayanağımız yok maalesef.

Dolayısıyla yukarıda gelişen bütün bu tartışmalardan hareketle, ben de kişisel olarak hep referans aldığım Louis Althusser’i “kurgusal” olarak bu tartışmalara müdahil etmeye çalıştım. Acaba Althusser'in kendisi bugün yaşasaydı bu olanları nasıl yorumlardı, ne gibi analizlerde bulunurdu? Kendi Marksist terminolojisinden bu meselelere -genel anlamda- nasıl bakabileceğini, onun kendi teorilerinden yola çıkarak ve ondan alıntılar yaparak “anakronik” teknikle bir metin ortaya koydum. Ve şöyle bir kurgu üzerinden gitmeye çalıştım; Paris’e hocalık yaptığı “École Normale Supérieure” Üniversitesi’ne giderek, kendisini odasında yakaladım.

Althusser’in ENS’deki odasında geçen kısa sohbetimiz:

Geçen sene Nisan ayında Gazete Duvar’da ilk yazımı yazmaya başlarken, ki tam olarak bir yıl oluyor o günden bu yana sizinle bu sohbeti gerçekleştirmek istiyordum. İlk yazımı Şener Özmen’in Pilevneli Gallery’de gerçekleştirdiği “Yeni Bir Umutsuzluk” sergisi üzerine yazmıştım. Ve o yazının altyapısı, sizin Gelecek Uzun Sürer kitabınıza dayanarak yazıldı. Açıkçası şuan ki tepkinizi kestiremiyorum. Donuk ifadeniz beni rahatsız etmiyor değil. Ama buna rağmen size sormak istediğim çok fazla soru var. Mesela 60-70’li yılların Fransa’sında bir grup öğrencinizle birlikte (Etienne Balibar, Regor Establet, Jacques Ranciére, Pierre Macherey) Marksizm’i Yapısalcılık terminolojisiyle revize ederek, Fransa’daki düşünce dünyasını tahakkümü altına aldığınız o uzun dönemi hep merak etmiştim. Keza Fransız Komünist Partisi’nin önemli bir teorisyeni olduğunuz halde, -“ 68 Mayıs Harekâtı” ve “Maoculuğun” şüphesiz etkisiyle- partiden atılma sürecinizi sizden duymak isterim. Ya da bugün Fransız Çağdaş Felsefesi diye nitelenen ‘Kıta Felsefesi’nin birçok önemli ve popüler filozofunun öğrenciniz olması, size ‘Hocaların Hocası’ sıfatını kazandırması ya da ‘Althusser Okulu’ denmesi tesadüf değildir. En başta Michel Foucault, Jacques Derrida, Michel Verret, Alain Badiou, Antonio Negri, Jacques-Alain Miller, Ernesto Laclau, Pierre Bourdieu, Michel Serres, Jacques Bouveresse gibi isimlerin ki bunlar öğrencilerinizin bir kısmı oluyor sadece. (Bunların bazıları hayatta ve Fransız da değil bu arada) Bütün bu ismini saydığım ve sayamadığım kişilere bir şekilde temas etmeniz, bana kalırsa bu düşünce ekolüne etkinizin ve katkınızın çok büyük olduğunu bir bakıma ortaya koyuyor. Entelektüel çevre ve akademi çevresi tarafından sürekli eleştirildiniz, polemiğe dâhil edildiniz. Çok karmaşık ve şiddetli ilişkiler içinde oldunuz. Kimi Marksistler, mesela Henri Lefebvre sizi “Stalinist” olarak hep suçladı, keza öğrenciniz Pierre Bourdieu’nun saldırmaları hiç bitmedi. Yine bir başka öğrenciniz olan Jacques Ranciére’nin sizden keskin ve dramatik bir şekilde ayrılmasını ise hep ilginç bulmuşumdur. Karşınıza -Raymond Aron’un başını çektiği belli çevrelerce - sürekli Sartre’ın kendisi konulmaya çalışıldı.

Ancak bütün bunlara rağmen Lacan’ı neredeyse herkesten önce keşfetmeniz, fenomonolojiye olan düşünsel mesafenize rağmen Merleau Ponty’i her zaman önemli bir düşünür olarak görmeniz, Derrida’yı felsefede büyük bir dev olarak nitelemeniz, bana kalırsa bunların hiçbirisi göz ardı edilemez. Hele Marksizm’de yarattığınız kırılma, kazandırdığınız önemli, yeni kavram ve teoriler ise hiçbir zaman göz ardı edilmeyecek. Çünkü bugün hala hepsi güncel ve eklektik bir şekilde de devam ediyor. Aslında bakarsanız bu konular çok konuşuldu, yazıldı, çizildi o yüzden sizi aynı konularla sıkmak istemiyorum. İfadeniz hala donuk, sizi gazete okumanızdan alıkoydum üzgünüm, zamanınızın olmadığının da farkındayım. O yüzden sizi fazla meşgul etmeyeceğim. Bir kahve arası gibi düşünün, elimden geldiğince kısa tutmaya çalışacağım. Şunu çok rahat diyebiliriz ki, bir yerde bir iktidar biçimi varsa, orada bir ideoloji her zaman vardır; eğer bir yerde bir ideoloji varsa orada da muhakkak bir Louis Althusser vardır. Bu olguyu bizlere kapsamlı bir şekilde kazandırdınız, dahası hayatımıza soktunuz. Birçok kişide olduğu gibi, “öznenin kendi gerçek varoluş koşulları ile arasındaki düşsel temsili’’ olan o müthiş formülasyonunuz beni de çok etkilemiştir. Bir çekim gücünüz var şüphesiz ve bir şekilde bir yerlerde karşımıza çıkıyorsunuz.

İzninizle sizinle şu an dünyada mevcut olan salgınla ilgili konuşmak istiyorum, sizin için de bir mahsuru yoksa tabi. Siz felsefeyi bilimden ayrılmaz bir olgu gibi görüyorsunuz ve bu konuda hiçbir zaman taviz vermediniz. Marks’ı, Hegel diyalektiğinden koparmaya çalışarak iki döneme ayırdınız ve bilimselliğe götüren yolu açtınız; ‘tarih kıtası’ diye. Sizin tabirinizle; Marksizm’i, Ortodoks Marksistlerden kurtarmaya çalıştınız desek daha doğru olur sanırım. Bilim ve felsefe flörtünü, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan Levinas ve Bauman ‘Auschwitz sonrası felsefe’ ile bu tezinizi pekâlâ destekleyebiliriz. Şu anda dünyada bir salgın söz konusu ve ben bu konuda apayrı bir yerde duruyorum, açıkçası ‘dilimi bana çok gören bir dünya için’ ne gibi iyi bir dileğim olabilir ya da benim açımdan niye olsun ki? Şuraya geleceğim, bu salgından sonra teori bağlamında yeni bir söylem çıkar mı sizce? Bir diğeri ise bugün herkes salgına karşı ‘ihtiyatlı olunmaya’ çağırıyor, bu “çağırma” sizin meşhur çağırma tezinizle örtüşüyor gibi, siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Louis Althusser: Önce sizin diliniz ve genel anlamda tavrınız için şunu diyebilirim ki: “İnsan söz yoluyla kavram-sözcükte varlığın hiçliğini yani evrenseli kavrar ve yine söz aracılığıyla kendini, yansımış evrensel olarak yani ‘özne’ olarak kavrar. Kendi içinde, dil sadece kendine göndermede bulunur. Hegel’in dili olmayan insanların özgür olmayacaklarını söylemesi bundandır, gerçekten de söylemin hiçliği olmasa, o varlıklar ne doğadan kurtulabilir ne de kendi doğalarını kavrayabilir” (1) Sizin diliniz ve söyleminiz hiçliğin boşluğunda hareket ediyor. Bu hiçlik sayesinde varlığınızı, belki de ontolojik olarak kavrayabiliyorsunuz.

‘İKTİDARIN SÖYLEMİ HER YERİ KUŞATMIŞ DURUMDA’

Çağırmaya gelirsek; bir benzerlik söz konusu mu derseniz değil, benzerlik değil bence. Örtüşmenin bizatihi kendisidir bu durum, bilhassa çağrılmanın birebir kendisi söz konusu olan. Hatta büyük bir çağrılma. İdeolojinin dışında gelişen şeyler, tam da böyle durumlarda onun dışında gelişiyor gibi görünür. Burada belki de Foucault’ya bir atıfta bulunarak –böyle zamanlarda-iktidar artık her yerde. İktidarın söylemi her yeri kuşatmış durumda. Yerelde sivil toplum örgütünün; genelde ise Dünya Sağlık Örgütü’nün bu çağrısı ideolojinin içinden geçen bir olgudur. “Çağrının biçimi ile koşullar arasında ne kadar çok bağdaşma imkânı varsa, ideolojinin inandırıcılığı ve çekiciliği de o kadar fazlalaşır.” (2) Ve iktidarın diline dönüşür. Ancak tanım gereği herkes kendini bu dilin dışında sanır. Çünkü bir suçluluk duygusudur içinde olmak.

‘HERKES ARTIK BU SALGININ BİRER PARÇASIDIR’

Temel problem şu ki; siyaset ile ideoloji iki ayrı pratiktir. İdeolojinin bir tarihi yoktur. “ İdeoloji tarihe değil, insan zihninin işleyişine ilişkin olarak açıklanmalıdır. Bu zihnin işleyişi ise tarihin başından beri aynı olduğuna göre, tarih-dışı, çünkü tüm-tarihidir, tarih boyunca hep aynıdır ve somut tarih tarafından belirlenmez. Somut tarih ideolojinin içeriğini belirler, ama işleyiş biçimini belirlemez.”(3) İdeolojinin işleyiş biçimini belirleyen ise siyasettir. Siyaset özellikle “duyarlılık” gibi benzer nosyonlara gider böyle zamanlarda. Bu nosyon kaçınılmaz olarak herkesi yutar. Olumlama gibi gözükse de ideoloji yine özneleşme sürecini gerçekleştirmiştir. Ve herkes artık bu salgının birer parçasıdır. Hastalığa bir bakıma yakalanmıştır.

‘DUYARLILIK BİR GERÇEKLİK DEĞİL, KURGUNUN İSTEĞİDİR’

“İdeoloji, üretim koşullarını yeniden üreterek iş görür, bunu da bireyleri sorgulayarak ve onların sisteme tabi özneler olduğunu varsayarak başarır.”(4) Son kertede konu sağlık da olsa ötekinin ideolojinin diliyle örtüşen bir tarafının olmaması gerekir. Örtüştüğü sürece yeni bir söylemin çıkacağı kanısında değilim. Özellikle böyle büyük bir çaptaki salgın noktasında, uyuşmayan bir dilin üretilmesi gerekir. Çünkü: “İktidarın kendisi de nitelenebilir bir öz değil, bir ilişkidir.” (5) Dolayısıyla ben bir diyalektiği ve idealizmi kastetmiyorum ya da olumsuzlama dilini de. Bir istisnai durumdan hiç bahsetmiyorum. Çünkü bu bir istisnai durum değil. Eğer burada istisnai bir olgu arıyorsak bu olgu, iktidar ilişkisine sivil-toplum olarak mesafe koyma ve iktidarı yalnız bırakmadır, istisnai olan budur, salgının kendisi değil. Ya da güneşin yarın doğmaması istisnai bir durumdur mesela. Bu bakımdan bu tür salgınlar ve afetler tarihte hep yaşandı. Burada Derrida’ya kulak vermeliyiz: ’’Kurgu, gerçeklikten daha tutarlıdır.’’ Duyarlılık bir gerçeklik değil, kurgunun isteğidir. Gerçek olan ise sizin tavrınızdır ki bu da büyük bir boşluktur. İdeolojinin bir tek zayıf olduğu alan ve zamandır tutarlılığını kaybetmesi. Ama ideoloji, siyaset uzamının aracılığıyla ortaya koyduğu bu nosyonlar sayesinde, kendi zayıflığını bir şekilde ayakta tutmayı başarır. Ve bu nosyonları da en fazla sahiplenen -çelişki gibi gelecek- sizin bilinçli politik tutarlılığınızdır.

En başa tekrar dönersek kaçınılmaz olarak şuraya varıyoruz yine; bizlerin özellikle böyle zamanlarda Marksist terminolojiden başka bir söylemimiz yok ve olamaz da, dahası hiçbir zaman öyle bir şansımız da olmadı. Ortaya konulan her yeni gibi görünen karşı söylem dahi neoliberalist-iktidar ideolojisi içinde gelişti. Daha bir sadeleştirirsek; eğer bugün ‘üniter’ yapı içinde kazanılacak herhangi bir hak, siyaseten sol terminolojiye ait olabilir; ancak ideolojik olarak hiçbir zaman olmayacaktır. “Devrimci teori olmadan devrimci hareket olamaz diyordu Lenin. Biz de şöyle yazabiliriz: Proleter teorik (felsefi) konum olmaksızın Marksist teorinin ‘gelişmesi’ ve işçi hareketi ile Marksist teori arasında uygun [juste] bir birlik olmaz.”(6)

‘KAPİTALİST SİSTEM İÇİN YENİ DEDİĞİNİZ HER ŞEY ESKİMİŞTİR’

Toparlarsak eğer, bugün dünyada öngörülmeyen bir durum yaşandı ve hala yaşanıyor. Öngörülmeyen her olgu, süreç gereği organik olarak kapitalist sistemin evrimine ve kabuk değişimine geçiş yapar ve kaçınılmaz olarak onun bir parçası haline gelir. Devamında ise yeni sömürü ve güvenlik politikalarını beraberinde getirir ki kapitalist sistemin doğasını bilen birisi için bu ne yeni bir sürpriz ne de müthiş bir öngörüdür aslında. Ve ben bunun doğasını hemen hemen Marks’ın ta “1844 El Yazmaları”ndan bu yana farkına vardığımı söyleyebilirim, zamanın ruhu, o yüzden bir sürpriz görmüyorum. Çünkü kapitalist sistem için, yeni dediğiniz her şey; eskimiştir bir anlamda. Son kertede ise Marksist havza yine salt analizle yetinecektir. Hülasa diyeceklerim bunlar, değerlendirmem buraya kadar, izninizle artık ayrılmam gerekiyor. Bayan Hélène beni bekliyor ve beklemeyi hiç sevmez. Yine de son sözüm şu olsun: l'avenir dure longtemps.

Kısa sürmesine rağmen, sizinle yaptığım –benim açımdan ise çok uzun süren- bu keyifli sohbet için, size tekrardan çok teşekkür ediyorum. Ben de son sözümü yine sizin bir söyleminizle bitirmek istiyorum müsaadenizle: ’’Yalnızca iktidar; bir hedefi vardır: İktidar olmanın sonuçları.’’ (7) Sanırım bugünkü tabloyu özetliyor.

Yukarıda da belirtiğim gibi, bu yazı alıntıların dışında tümüyle kurgusaldır.

Louis Althusser’e saygıyla…

KAYNAKLAR

  1. Yazılar Althusser’den Önce Louis Althusser s.154 İthaki Yay. Çev. Z. Zühre İlkgelen
  2. İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları s.12 Louis Althusser İletişim Yay. Çev. Yusuf Alp – Mahmut Özışık
  3. İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları s.50 Louis Althusser İletişim Yay. Çev. Yusuf Alp – Mahmut Özışık
  4. Yeniden Üretim Üzerine s.80 Louis Althusser İthaki Yay. Çev. Işık Ergüden
  5. Makyaveli’in Yanlızlığı s.347 Louis Althusser epos Yay. Çev. Turhan Ilgaz - Alâeddin Şenel – Seda Çarmık
  6. Özeleştiri Öğeleri s.75 Louis Althusser Belge Yay. Çev. Levent Targu
  7. Lenin ve Felsefe s.80 Louis Althusser İlteişim Yay. Çev. Bülent Aksoy – Erol Tulpar – Murat Belge