Louis Wain: Kedilere fısıldayan adam…

Büyük oyunculuklara yer veren, çok özel bir ‘imza’ taşımasa da ‘temiz’ sayılabilecek bir yönetmenliğin sergilendiği bu dram, bazı hantal bölümlerine ve asıl hikayeden biraz kopan sekanslarına rağmen keyifle izleniyor.

Kerem Bumin kbumin@hotmail.com

Genel olarak ‘biopic’ olarak adlandırabileceğimiz, yani yaşamış, gerçek bir karakterden esinlenmiş filmler içlerinde birçok farklı ‘dinamik’ barındırırlar. Hikayesinin merkezine koyduğu karakter ister yakın bir tarihten isterse de artık oldukça geride kalmış bir zamandan hatta dönemden olsun, seyirci doğal olarak bu karakterin hem bilinmeyen yönlerini hem de iç dünyasını merak eder. Eğer bu kişi, aşağı yukarı herkesin bilgi sahibi olduğu başka bir deyişle belli ölçülerde ‘ön bilgi’ sahibi olduğu birisiyse (Van Gogh, Prenses Diana vb.) bizce yönetmenin de senaryonun da işi ‘yeni bir şey sunmak’ açısından zorlaşır ve hikayenin ilgiyi ayakta tutması için çok beklenmedik ve bilinmedik yollardan ilerlemesi gerekir. Bu gibi durumlarda yönetmen ve senaristler o kişinin hayatını değil, ‘hayatından özel bir kesit’ sunmayı tercih edebilirler.
Eğer bahsettiğimiz başkarakter tanınmadan önce türlü türlü zorluklar yaşamış, çok çetrefilli yollardan geçmişse veya ‘travmalı’ bir geçmiş taşıyorsa bu durum, senaryoya ister istemez bir enerji, bir haraketlilik katar. Bu ‘sancılı’ durum ister karakterin çevresinden isterse de ‘bulanıklaşan’ psikolojik dünyasından kaynaklasın sonuç değişmez...

Karakter eğer heykel veya resim gibi görsel yanı ağır basan bir sanat dalıyla uğraşıyorsa ve yarattığı eserler yaşadığı dönemde hak ettiği değer ve önemi bulmamışsa, klasik ama izlemesi ilginç bir senaryo şablonuyla karşılaşabiliriz. Zamanında hiçbir değer biçilmeyen hatta ‘kötü’ veya ‘olmamış’ gibi görünen sanat eserlerinin ve onların yaratıcılarının artık ne kadar değerli, unutulmaz olduğunu anlatan birçok ‘biopic’ tarzda film görmüştük. Bizce bu toplum tarafından ‘ret edilme’ süreci yazarlarda da bu derece ‘görünür’ olmasa da aynı derecede yaşanabilir. Hatırlanacağı üzere bugün ünlü birçok yazar ilk romanını yayınlatmadan önce rekor sayıda basımevinden ‘ret’ cevabı almıştır.

Bu hafta vizyona giren ‘Louis Wain’in Elektrikli Hayatı’ da bu ‘değeri bilinmeyen sanatçılar’ filmi türüne dahil oluyor. Hâlâ günümüzde bile elden ele dolaşan, birçok kartpostal, resim veya farklı süs eşyalarını ‘dolduran’ sevimli kedi motiflerinin ilk örnekleri Louis Wain ismindeki bir ‘illüstratör’ tarafından verilmişti. Üstün resim yeteneğini bu doğrultuda geliştiren ve yaşadığı acı tecrübelerle bunu ‘besleyen’ sanatçı sadece kedi resimlerine karşı değil, kedilere karşı bakışımızı da şekillendirecek bir tarz yaratmıştı. Bu ‘pek bilinmeyen’ sanatçının beyaz perdeye yansıması bazen biraz ‘şematik’ yollara sapsa da genel olarak ilginç ve sürükleyici bir şekilde olmuş…

Hikayeye değinecek olursak: 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında (kariyeri ciddi anlamda 1881 yılında başlayıp 1911’lere kadar sürüyor) yaşamış Louis Wain, aristokrat bir ailede büyümüş ama ‘babasının yokluğunda’ kalabalık ailesine bakma yükümlülüğünde kalmış olan genç bir çizerdir. Soylu bir konumda olmalarına rağmen maddi sorunlar yaşayan bu aileye katılan genç mürebbiye Emily, Louis’in ilgisini çeker ve bir süre sonra aralarında bir aşk başlar. Aralarındaki sosyal sınıf farkına aldırmadan evlenen çiftin mutluluğu hem yaşadıkları maddi zorluklar hem de acı kayıplar yüzünden bozulacaktır.

TRAJEDİLER ORTASINDA DOĞAN BİR AŞK…

Filmin en başından itibaren bize eşlik eden ‘anlatıcı’ (narrateur) ses ve başkarakterin hikayesinin belli bir yaşa geldikten sonra anlatılmaya başlanılması senaryoya hızlı bir ‘giriş’ yapmamızı sağlıyor. Hikayede bazen yıllara yayılan süreçleri, bazen ise tekrarlanan olayları bir ‘kenara iten’ bu anlatım baş karaktere ve onun iç dünyasına daha başarılı bir şekilde odaklanmamızı sağlıyor.

‘Ailenin tek erkeği’ olmanın getirdiği sorumluluğu üstüne almak zorunda kalan ve uzunca bir süre maddi problemlerle boğuşan Louis, aradığı gerçek aşkı bulmasıyla ve işlerinin bir süre sonra kabul görmesiyle aslında bir ‘umut ışığı’ yakalıyor. Ancak bu ‘umut ışığı’ hikayenin karamsar ve ‘travmatik’ süreci içerisinde giderek azalıyor ve sonunda bitiyor. Çünkü Louis Wain’in Elektrikli Hayatı aslında bir dram… Zaman zaman başkarakterine tekrar ayağa kalkması için süre tanıyan ve yaşananları daha da kötü göstermemeye çalışan ama yine de duyarsız kalamayacağımız bir dram…

Emily’yi, Louis’den amansız bir hastalık yüzünden koparmasıyla başlayan bu ‘kâbus’ gibi süreç, ailesinin bir türlü çözemediği maddi sorunlar, Louis’in çocukluğundan beri içinde taşıdığı ‘psikolojik’ gelgitler ve bir türlü ‘aklındaki’ sanatı insanlara anlatamaması ile daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Ancak bütün bu ağır kayıplarla dolu ve zorlu süreçte belki de benzer ölçüde acı verici olan ama aynı zamanda da Louis’in aklında adeta bir fikir ’ampulü’ yakan olay, kedisi Peter’ın ölmesi oluyor.

YABANİ HAYVANDAN EVCİL HAYVANA GEÇİŞ…

Eşini kaybettikten kısa bir süre sonra beraber adeta ‘evlat’ edindikleri kediyi de kaybeden Louis, bir nevi eşiyle arasında kalan son bağın da kopmasıyla daha da yıkılıyor. Ama birçok insan art arda gelen bu trajedilerle tamamen hayata küsüp, bir kenara çekilecekken, Louis kendini biraz toparladıktan sonra sanatına yeni bir yön veriyor: Kendine has tarzıyla ‘kedi’ illüstrasyonları yapmak. Ancak ondaki bu ‘değişim’ resimleriyle sınırlı kalmıyor, ondan sonraki hayatında asla yanından ayırmadığı, hayat yoldaşı gibi olan birkaç kedinin yer aldığını görüyoruz.
Aslında Louis Wain’ı diğer ‘hakkı yenmiş’ ressamlardan ayıran bir nokta var: Her ne kadar kendisi başarılı bir ressam olsa da sonuç olarak yaptıkları ‘kedi’ figürleri ve bunlar, ne diğer büyük ressamların tablolarının yarattığı etkiyi taşıyor ne de çok üst düzey bir sanatı temsil ediyor. Hatta bazı açılardan biraz basit ve çocukça bile gözükebilirler. Ancak bu esnada hikaye ilginç bir açılım kazanıyor ve bu kedi resimleri o dönemki toplumda nerdeyse başkarakterin bile beklemediği bir etki yaratıyor. Herkesin ve özellikle aristokrat çevrelerin o zamana kadar ‘evcil’ görmediği, yabani bir hayvan gibi baktığı kedileri, insanlar evlerine almaya başlıyorlar.

Eşinin hatırasını bu şekilde taşıyan Louis ciddi bir ün kazanıyor, dikkat çekiyor, hatta kendisini bazı imza günlerinde bile görüyoruz. Ancak hayatı boyunca onu bir ‘virüs’ gibi rahat bırakmayan ‘parasızlık’ tekrar kendini gösteriyor ve tabii günümüzde geçerli olan ‘telif’ hakları o dönemde mevcut olmadığı için Louis bu ‘tanınırlıktan’ hiçbir maddi kazanç elde edemiyor.

ELEKTRİKLİ AMA NEDEN?

Filmin ismini de göz önüne aldığımızda birçok seyircinin aklında ‘Elektrik bu hikayenin neresinde?’ gibi bir soru belirebilir. Bizce bu daha çok metafizik bir anlam taşıyan ve kullanılan bir sözcük gibi sunuluyor. Louis’in birçok yerde bir mucize gibi gördüğü ve özellikle sanki kendisiyle kaybettiği eşinin arasında sürmekte olan ‘aşkın’ temsili gibi kullandığı bu kelime, günlük anlamından başka bir yere oturuyor. Daha doğrusu oturmaya çalışıyor çünkü biz, çok derin bir yere bağlandığını ve hikayeye ciddi bir yön kattığını düşünmüyoruz.

‘Anlatıcı’ rolünde sadece sesiyle bile Olivia Colman büyük katkı yapıyor. Başta Louis’in büyük ablası rolünde Andrea Riseborough ve eşi Emily’yi canlandıran Claire Foy olmak üzere bütün oyuncular nerdeyse kusursuza yakın bir performans sergiliyorlar. Ancak filmin yapımcılarından biri de olan büyük oyuncu Benedict Cumberbatch’a ayrı bir parantez açmamız gerekir: Kuşkusuz oyuncu içine kapanık, depresyon yaşayan, sorunlu bir karakteri ilk defa canlandırmıyor ama yine de bu ‘baş döndürücü’ oyunculuğuna ‘bunu daha önce görmüştük!’ diyerek biraz ‘burun kıvırmamız’ bizce büyük haksızlık olur. Projeyi en baştan beri ‘sırtladığı’ belli olan Cumberbatch, Wain’ın bütün psikolojik evrelerini adeta ‘aklımıza kazıyarak’ muhteşem bir oyunculuk sergiliyor. Bu pek bilinmeyen sanatçıyı bir anlamda ‘ete kemiğe’ büründürüyor.
Sonuçta büyük oyunculuklara yer veren, çok özel bir ‘imza’ taşımasa da ‘temiz’ sayılabilecek bir yönetmenliğin sergilendiği bu dram, bazı hantal bölümlerine ve asıl hikayeden biraz kopan sekanslarına rağmen keyifle izleniyor.
Bizce hayatımıza bu özel ‘kedi’ figürlerini hediye etmiş kişiyi tanımak için bile izlenmeli!

Tüm yazılarını göster