“Tarihin henüz ağır ağır yol aldığı çağlarda, az sayıdaki olaylar belleklerde rahatça yer ediyor ve önünde özel yaşamın çekici serüvenlerinin izlendiği bir arka fon perdesi oluşturuyordu. Günümüzdeyse zaman büyük adımlarla ilerliyor. Tarihi olaylar bir gecede unutuluveriyor, hemen ertesi sabah bir yenisinin çiğ damlacıkları parıldamaya başlıyor ve artık öykücünün anlattıklarına bir fon perdesi oluşturmaktan çıkıp özel yaşamın o tekdüze bayağılıklarının arka planda yer aldığı bir perdede oynanan çok şaşırtıcı bir serüvene dönüşüyor.”
Geçtiğimiz ay hayata veda eden Milan Kundera’nın Gülüşün ve Unutuşun Kitabı’nda yaptığı bu ‘hızlandırılmış tarih’ saptaması, yıllardır Lozan’ın yüzüncü yılı üzerine üretilen tevatürlerin ve ateşli tartışmaların son kullanma tarihi geçtiği anda hızla sahneden çekilip yerini aynı kişi ve kurumlar tarafından aynı tutku ve şiddette ama hiç alakasız başka konular üzerine (CHP’nin sorunları, Disney Plus kanalı, Merkez Bankası başkanının kılık-kıyafeti ve benzeri) tartışmalara bırakmasında gözlenebilir. Muhtemelen önümüzdeki aylarda cumhuriyetin yüzüncü yılı tartışmaları da böyle bir anda alevlenip 30 Ekim günü itibarıyla sönecek. Ama bu kurucu vakaları sorunsallaştırma süreçlerinin gerek içerik gerekse aldığı biçimler bakımından incelenmesi, meraklısını günümüz Türkiye toplumunun kök problemlerine ulaştıracak ‘kraliyet yolu’ olabilir. Bu nedenle analitik bir fikri takibi, daha doğru bir deyişle bir soykütüğü araştırmasını hak ediyor.
Lozan tevatürlerinin başlıca referansı, konferansta Ankara’yı temsil eden üç asıl delegeden biri olan Rıza Nur’un pek güvenilir olmayan anılarıdır. Tek parti yönetiminin son döneminde Necip Fazıl’ın Büyük Doğu dergisinde çeşitli biçimlerde alıntılanmış ve İslamcı hareketlerin önemli besin kaynaklarından biri olmuştur. Bu eleştiri, delegasyon başkanı İsmet Bey’in Hayım Nahum adlı danışmanı tarafından Lord Curzon’la gizli bir anlaşma yapmaya ikna edildiğini iddiasına dayanır. Bu anlaşmaya göre, Türkiye coğrafyası üzerinde Kemalist egemenliğin tanınması karşılığında hilafet kaldırılacak, laiklik getirilecektir. Öte yandan İngilizler, Misak-ı Milli dahilindeki Musul’u almış, Ege adaları ve Batı Trakya’yı da Yunanistan’a vermiştir. Dikkatli bakıldığında Kemalistlerin 1923 yılından itibaren bazı “iç ve dış güçlerin” talimatıyla hareket ettikleri iddiasından başka bir önerme içermeyen bu anlatıya Necip Fazıl çizgisi içinden yetiştiği bilinen Erdoğan’ın kani olması gayet doğaldır:
“Birileri bize Lozan’ı zafer diye yutturmaya çalıştı. Her şey ortada. Şöyle bağırsan duyulacak adaları biz Lozan’da verdik. Zafer bu mu? Oralar bizimdi." (2016)
Aslında gizli anlaşma tevatürü, Lozan’ın imzalanma sürecinde Ankara’daki meclis içinde yaşanan tartışmaların metaforu olarak hayat buldu. Mustafa Kemal’in diktatörlük hevesi içinde Misak-ı Milli’den ödün vermeyi kabullendiği, hilafeti ilga ederek laiklik getirmeyi amaçladığı iddialarının muhalif vekiller tarafından sürekli dile getirildiği meclisten Lozan anlaşmasının geçmesi mümkün görünmüyordu. Bu nedenle Lozan görüşmelerine ara verildiği sırada Ankara’da seçim kararı alınarak meclis dağıtıldı. ‘Seçme’ vekillerden oluşan yeni meclis, Lozan’ı, cumhuriyet ilanını ve 1924 anayasasını ardı ardına onaylayacaktı. Ama monolitik Kemalist iktidarın on yıllar süren reformist icraatının, azledilmiş vekillerle birlikte eşrafın söyleminde Lozan’daki ‘hezimetin’ sonuçları olarak yorumlanmayı sürdürmesi kaçınılmazdı. Kemalistlerin bugün de iddia ettiği gibi Lozan eleştirisi, aslında cumhuriyet, laiklik ve modernleşme ‘inkılaplarının’ reddi anlamını taşımaktadır ama Atatürk’ün Manevi Şahsiyetini Koruma Kanunu ve benzeri polisiye engeller nedeniyle ‘gizli Lozan’ miti ve her şeyin sorumlusu ‘anti-kahraman’ İsmet Bey (İnönü) algısı sürdürülebilmiştir.
Bu negatif mit karşısında Kemalist savunma hattı, başından itibaren ‘Sévres öcüsü’ üzerinden örüldü. Anadolu, Rumeli ve Mezopotamya’nın büyük güçler tarafından bölünüp paylaşılarak farklı renklerle işaretlenmiş haritası, Türklerin karşı karşıya bırakıldığı o ‘makus talihin’ korkunç imgesi olarak sürekli göz önünde tutulur: Ders kitaplarında, ‘bilimsel araştırma’ metinlerinde, gazetelerde, televizyonlarda ve sosyal medyada… Bunun karşısına, Lozan’da ‘yedi düvele’ kabul ettirilen yeni ülke haritası konduğunda tartışma kendiliğinden sonuçlanacaktır: Osmanlıcı/İslamcı cenahın iddialarının aksine Lozan bir milli zaferdir. Kemalizmin mutlak militarist gücünü muhafaza ettiği 20. yüzyıl boyunca bunun aksinin iddia edilmesi ‘teklif dahi edilemezdi’ ve polisiye tedbirlerin konusuydu. AKP iktidarı altında geçen 2000’li yıllar boyunca Kemalizmin ağır darbelenme sonucu sivilleşmesi, resmi ideolojide İslamcı tadilat ve Osmanlıcı restorasyon olanaklarını beraberinde getirdi. Bu süreçte, Lozan’ın zafer değil hezimet olduğu ve bu hezimetin İngiltere’yle gizli protokollerden kaynaklandığı imaları yeraltından yüzeye yansımaya başladı. Erdoğan’ın yukarıda alıntılanan 2016 tarihli Lozan değerlendirmesi, bu ‘cüretin’ zirvesi olarak belirir.
Ama gerek açık eleştirinin ‘gizli maddeler’ mitinin etki düzeyini yakalamasının imkânsızlığı gerekse eleştirel söylemin zirveye oturması sonucu içine girdikleri varoluşsal tehlike, komplo teorisyenleri için el yükseltme gereğini ortaya çıkarıyordu. Merdiven-altı Lozan efsanesinin gizli maddelerine maden/petrol çıkarma yasaklarıyla 100 yıllık süre şartının eklenmesinin, bu atmosfer içinde beliren bir zorunluluk olduğu anlaşılıyor. İşte bütün ‘emperyalist’ dizginlerin salıverildiği, Türk’ün gücü önündeki Lozan engelinin ortadan kalktığı o gün artık gelip çattı ve yaşanan hayal kırıklığının boyutları üzerine konuşmak için henüz erken. Özelikle iktidarın basın-yayın-medya organlarında aniden başlayan Lozan suskunluğunun, yenilen kolektif darbenin şiddetiyle baş etmenin tek yolu olarak düşünülmüş olması kuvvetle muhtemel.
Lozan’ın yüzüncü yılı denildiğinde ilk akla gelen bu mesnetsiz İslamcı-Kemalist ya da Osmanlıcı-cumhuriyetçi tartışmasının yüzeyde bu kadar yayılarak keskinleşmesinin önemli pratik işlevlerinden biri, bu kurucu tarihsel olguyu ciddi bir sorgulama ve eleştiri faaliyetinin konusu yapan söylemlerin üzerini örtmek ve anlaşmanın açık hükümleri üzerine yürüyen hukuki ve siyasi tartışmayı gizli tutmak, perdelemek oldu. Örneğin Kürt siyasal parti ve sivil toplum kuruluşu temsilcileri hem Lozan’da hem de Diyarbakır’da yüzüncü yıl konferansları gerçekleştirerek Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği ve diğer uluslararası kurumlara şöyle seslendiler: “Lozan Antlaşması, Kürt halkı için yüz yıldır devam eden bölünme, inkâr ve katliamların yolunu açan kara günün adıdır. Halkımızın kendi kaderini tayin etme ve Lozan cenderesini aşma mücadelesine destek istiyoruz.” Lozan’ın sorunsallaştırılmasında görülen bir diğer çizginin özet ifadesi için Temmuz ayında aramızdan ayrılan sosyalist şair Roni Margulies’in kitaplarından birinin adını anmak yeterli: Türk’ün Hizmetçisi – Türkiye’de Azınlık Olmak (2020).
Bu kısa soykütüğü araştırmasının ikinci bölümünde, gizli maddeler histerisinin ardında Lozan’ın açık hükümlerinin oluşumu ve hayata geçirilişi üzerine sürmekte olan yüz yıllık ‘gerçek’ tartışmalar, eleştiriler ve mücadeleler ele alınacak.