Kürt aşiretlerinin desteğiyle belirli bir başarı elde eden bu operasyon sonunda Ankara’nın Londra’yla Kürtler’in statüsü üzerine anlaşmaya varmasıyla sona erdirilecekti. Ekim 1922’de hükümet düştükten sonra Dışişleri Bakanlığı görevini sürdüren Lord Curzon, Ankara’ya Güney Kürdistan’a bağımsızlık verilmeyeceği sözünü vererek sınırları çizen anlaşmaya varmıştı.
Kahire
Konferası'nda iki görüş çatışmaktaydı: Birincisi, yeni Mezopotamya
Yüksek Komiseri Percy Cox’un temsil ettiği ve Kürtler’in Irak’a
dahil eden görüş; ikincisi, yeni Sömürgeler Bakanı Winston
Churchill’in dile getirdiği Güney Kürdistan’a bağımsızlık tanıyan
görüş.
1920'lerde Birinci Dünya Savaşı’nın galibi Britanya Ortadoğu’da
büyük bir kriz yaşıyordu. 1919’da Mısır ve Sudan’da Britanya
işgaline karşı bir devrim patlak vermiş ve 1922’de Londra’yı
Mısır’ın bağımsızlığını tanımaya mecbur etmişti. 1920’de Bağdat’ta
başlayan ayaklanmaya Kuzey’de Kürtler’in isyanı da eklenmişti. Yine
1920’de Fransa Suriye’deki dört aylık monarşiyi ilga etmiş; Kral
Faysal’ı tahttan indirmiş; bunun üzerine Faysal’ın kardeşi Abdullah
silahlı adamlarıyla Hicaz’dan kalkıp bugün Ürdün Krallığı’nın
topraklarına yerleşmiş, Fransızlar’ı tehdit etmeye başlamıştı.
Fransızlar Abdullah’ı tepelemek için Sykes-Picot anlaşmasına göre
Britanya’nın kontrolündeki topraklara girmeye çekiniyor, Britanya
ise Ürdün nehrinin doğusundaki bu toprakları fiilen idare etmek
istemiyordu. Ancak vekili müttefikine saldırmaktaydı ve bu konuda
bir çare üretmeliydi. Bunlar yetmiyormuş gibi Londra bir taraftan
Rus Devrimi’ne karşı bir iç savaşı körüklerken, diğer taraftan
Moskova’yla ittifak içinde Ankara’da ayaklanan bir meclisle
uğraşmak ve bu ayaklanmanın Hindistan ve diğer sömürgelerdeki
etkisini kontrol etmek durumundaydı. İşte, Britanya’nın Ortadoğu
politikalarını eşgüdümleyebilmek ve bütüncül bir strateji
geliştirmek amacıyla bir ay sürecek Kahire Konferansı bu
konjonktürde 12 Mart 1921’de toplandı.
KAHİRE 1921
Kamuoyunda Sykes-Picot anlaşmasının popülerliğine rağmen,
aslında Kahire Konferansı’nın sonuçları Ortadoğu’ya şekil vermek
açısından daha belirleyici olmuştur. En önemlisi Arap
milliyetçilerinin Büyük Suriye projesinin Fransa tarafından
engellenmesi tescillenmiş, Londra’ya kaçmış Faysal’a Irak tahtı,
Abdullah’a da Ürdün tahtı verilmiştir. Bir devlet olarak Ürdün bu
konferansta yoktan yaratılmıştır. Sykes-Picot’yu bir kabus olarak
gören Kürtler açısından ise esas karar bu toplantıda
verilmiştir.
Dışişleri Bakanlığı, Hindistan Bakanlığı ve Savaş
Bakanlıkları’nın Londra’da birbiriyle güç mücadelesine girdiği bir
dönemde birbiri ardına baş gösteren siyasi krizler Britanya manda
idaresinin mali yükünü arttırmış, böylece parlamento da tartışmaya
dahil olmuştu. Sonunda kabine Sömürge Bakanlığı altında bir
Ortadoğu Bölümü ihdas etmiş ve siyaset geliştirme, idare ve sivil
ve askeri harcamalar konusundaki sorumluluğu bu bölüme vermişti.
Ancak mesele mali kaynak yetersizliğinin ötesinde ABD Başkanı
Woodrow Wilson’ın ortaya attığı “ulusların kendi kaderini tayin
hakkı” ve Milletler Cemiyeti bünyesinde oluşturulacak Manda
Sistemi’ydi. ABD yeni bir büyük güç olarak uluslararası siyaset
sahnesine çıkarken oyunun kurallarını yeniden tanımlıyor, gücünü
yitirdiğinin fark eden Britanya ise Ortadoğu’daki yönetimini 19.
yüzyıl kurallarıyla sürdüremeyeceğini biliyordu. Başka bir
ifadeyle, “fetih hakkı” ve ilhak 20. yüzyıl emperyalizmi için meşru
bir zemin sunmuyordu (Toby Dodge, Inventing Iraq: Failure of Nation
Building and a History Denied, New York, Columbia University Press,
2003, ss. 1-41).
Bu bağlamda Britanya’nın siyaset değişikliğindeki püf noktası
Mezopotamya’da Londra’nın “dolaylı” güdümünde yerel bir idare
oluşturmaktı (Kahire Konferansı konusundaki bilgiler için bkz: Saad
Eskander, Southern Kurdistan under Britain’s Mesopotamian Mandate:
From Separation to Incorporation, 1920-23, Middle Eastern Studies,
Cilt 37, No.2, Nisan 2001, ss. 153-180). Başka bir deyişle
görünüşte bağımsız, fiilen Londra’ya bağlı bir rejimdi
arzulanan.
Toplantıda iki görüş çatışmaktaydı: Birincisi, yeni Mezopotamya
Yüksek Komiseri Percy Cox’un temsil ettiği ve Kürtler’in Irak’a
dahil eden görüş; ikincisi, yeni Sömürgeler Bakanı Winston
Churchill’in dile getirdiği Güney Kürdistan’a bağımsızlık tanıyan
görüş. Her iki taraf da Britanya’nın başındaki iki derde çözüm
sunduklarını iddia etmekteydi: 1) Uzun vadede Britanya’nın
Mezopotamya ve Güney Kürdistan’daki pozisyonunu tahkim etmek; 2)
Mezopotamya’ya yönelik Ankara’nın yapacağı hamleleri önlemek. Cox
ve sekreteri Gertrude Bell - diğer diplomatların verdiği bilgilerin
aksine - Süleymaniye bölgesi dışında Kürtler’in Irak’a katılmak
istediğini öne sürüyordu. Churchill ve yeni kurulan Ortadoğu
Bölümü’nün Bakan Müşaviri Hubert Young bir yandan Ankara’daki
meclis hükümetini, diğer yandan Bağdat merkezli Arap krallığını
dengeleyecek bağımsız bir Güney Kürdistan’ın Britanya çıkarları
için daha uygun olduğunu iddia ediyordu. Sonunda konferansta Güney
Kürdistan’ın Sèvres Anlaşması’nın 5. maddesinde öngörülen süre
doluncaya kadar Bağdat’taki geçici Arap yönetimine değil, doğrudan
Britanya’nın Yüksek Temsilcisi’ne bağlanması karara bağlandı. Yani,
Kahire Konferansı’ndaki karar Güney Kürdistan yönetimini Irak’tan
ayrı tutulması ve ileride ayrı bir devletin kurulmasıydı. Ancak
konferans kararları Bağdat’ta Faysal’ın kral seçilmesi ve yeni bir
sömürge yönetiminin kurulmasıyla uğraşan Sömürge Bakanlığı
tarafından hemen hayata geçirilmedi. Böylece Cox muhalefet ettiği
konferans kararlarını uygulamama şansı elde etmiş oldu ve Britanya
yönetimini tamamen kendisiyle aynı fikirde olan memurlardan
oluşturdu. Ekim 1922’de Lloyd George’un koalisyon hükümetinin
düşmesiyle Churchill de Sömürgeler Bakanlığından ayrılacak ve Cox
Kahire Konferansı’nı tamamen gözardı edebilecek bir pozisyona
gelecekti.
BERZENCİ VE ANKARA'NIN ÖZERKLİK VAADİ
1921’de gerçekleştirilen referandumda Faysal’ın Kürtler’den
Cox’un umduğu desteği bulmaması, tersine büyük bir çoğunlukla kralı
reddetmesi ve Güney Kürdistan’da muhalefetin yükselmesi Sömürgeler
Bakanlığı’nın meseleye müdahale edip, Hindistan’da sürgünde olan
Şeyh Mahmud Berzenci’yi Kürdistan’a geri getirmesine yol açtı.
Süleymaniye bölgesinde etkili bir Kadiri şeyhi olan Mahmud’un
ailesi 19. yüzyılın son çeyreğinden beri bölgenin en etkili
ailesiydi. Savaş sonunda Britanya bölgeyi işgal ettiğinde Şeyh
Mahmud, Ekim 1918-Haziran 1919 arasında geçici bir yönetim kurmuş
ancak sonra Britanyalılar’la çatışmış ve sürgüne gönderilmişti.
Şeyh Mahmud’un Kürdistan’a dönüşü meseleyi basitleştirmedi.
Britanya idaresi bir taraftan Ankara’nın Kürtler üzerindeki
etkisine karşı Şeyh Mahmud’u geri getirerek sempati toplamaya
çalışıyor, diğer yandan Mahmud’a karşı başka Kürt liderlerin
sponsorluğunu yapıyor ve şeyhe söz verdiği yardımı yollamıyordu.
Şeyh Mahmud ise bir taraftan Britanya idaresini Bağdat hükümeti
için gerçekleştirdikleri türden bir referanduma ikna etmeye ve Kürt
milliyetçiliğini güçlendirmeye çalışıyor, diğer yandan Britanya’ya
karşı Ankara’yla işbirliğine giriyordu.
Ankara’daki meclis hükümeti bu gelişmeler karşısında hem siyasi
hem de askeri taktikler uyguluyordu: Siyasi planda, meclis 20 Ocak
1921’de kabul ettiği ve Türkiye’nin ilk anayasal metni olan
Teşkilât-ı Esasîye Kanunu’yla vilâyetlerin mahallî işlerde manevî
şahsiyeti ve muhtariyetini (özerkliğini) tanımaktaydı. Bu kanun
halk tarafından seçilen yerel şûralar ihdas etmekte ve valileri
meclisin temsilcisi olarak merkezi ve mahallî idare arasındaki
eşgüdümü sağlayan bir mercî olarak tanımlamaktaydı, bir mülkî amir
olarak değil. Buna göre eğitim, sağlık, ekonomi, bayındırlık ve
sosyal yardım gibi konular illerdeki ve bucaklardaki yönetimin
seçimle işbaşına gelen meclislerin yetkisinde olacaktı (Bkz: Sinan
Birdal, Cumhuriyet, Evrensel, 27.10.2015). 1921 Teşkilât-ı Esasîye
Kanunu bir taraftan meclisin yerel kongrelerden gelen üyelerine
siyasi etkilerini koruyacakları garantisi veriyor, diğer yandan en
yakın müttefiki Sovyetler Birliği’ne sovyet tarzı bir idareyi
benimseyeceği mesajını veriyordu. Ancak en önemlisi Kürtler’e
özerklik vaadiydi: Kürtler ayaklansa meclis hükümeti Sakarya’da
tutunabilir miydi? Dahası Cox’un uygulamaları ve Kürtler’in
Bağdat’taki Arap krallığının idaresi altına girme korkusu
Ankara’ya, Britanya ve Bağdat’a karşı Güney Kürdistan’ı
ayaklandırmak için altın bir fırsat sunmaktaydı.
Bu bağlamda, Ankara Musul’a Mısır kölemenlerinden Binbaşı Ali
Şefik Özdemir kumandasında, bugün özel harekat timi olarak
tanımlayacağımız bir askeri güç yolladı. Genelkurmay Başkanı Fevzi
Paşa Özdemir Bey’e verdiği talimatın ikinci maddesinde bu hamlenin
Ankara’yla resmi bir ilgisinin olmadığı izleniminin yaratılmasını
emrediyordu. Özdemir Bey operasyonu sanki “şahsî bir teşebbüs” gibi
idare edecekti (Zekeriya Türkmen, Özdemir Bey’in Musul Harekatı ve
İngilizler’in Karşı Tedbirleri, 1921-1923, Atatürk Araştırma
Merkezi Dergisi, Cilt 17, Sayı 49, 2001, s.60). Kürt aşiretlerinin
desteğiyle belirli bir başarı elde eden bu operasyon sonunda
Ankara’nın Londra’yla Kürtler’in statüsü üzerine anlaşmaya
varmasıyla sona erdirilecekti. Ekim 1922’de hükümet düştükten sonra
Dışişleri Bakanlığı görevini sürdüren Lord Curzon, Ankara’ya Güney
Kürdistan’a bağımsızlık verilmeyeceği sözünü vererek sınırları
çizen anlaşmaya varmıştı.
Bu operasyon konusunda Sabah gazetesinde köşe yazan Milli
Savunma Üniversitesi Rektörü Erhan Afyoncu “94 yıl önceki harekât
başarılı olsaydı Musul bizimdi” başlıklı yazısında şu sonuca
varıyor: “Lojistik destek verilememesi yüzünden Şefik Özdemir
Bey'in komutasındaki askerî harekâtın hüsranla sonuçlanması bize
Musul'u kaybettirdi” (Sabah, 16.10.2016). Afyoncu’nun TV programı
arkadaşı Murat Bardakçı ise 2014’teki köşesinde operasyonun
başarısızlığından Ankara’nın destek vermemesinin yanı sıra Barzan
ve Palik aşiretlerinin Britanya’nın yanına geçmelerini sorumlu
tutuyor (HaberTürk, 15.06.2014). İki yazarın da temsil ettiği
milliyetçi-maneviyatçı tarih anlayışı Ankara’nın Londra’yla uzlaşma
siyasetini gizleme işlevini görüyor. Berzenci’nin Ankara’daki
meclise Musul adına üç temsilci göndermeyi kabul etmesi hiçbir
yazarın dikkatini çekmemiş nedense (Othman Ali, The Kurds and the
Lausanne Peace Negotiations, 1922-23, Middle Eastern Studies, Cilt
33, No.3, Temmuz 1997, s.525). Bu tarihyazımı Ankara’nın Londra’yla
anlaşarak sadece Güney Kürdistan’daki direnişi ve 1921 Teşkilât-ı
Esasîye Kanunu’nu değil, aynı zamanda Sovyetler Birliği’yle
ittifakını da terk ettiğini tamamen gözardı ediyor, daha doğrusu
adeta göz önünden kaçırıyor. Aksi halde özerklik vaadi olmadan
Güney Kürdistan’da herhangi bir siyaset izlenilemeyeceğini ikrar
etmek durumunda kalırlardı. Turgut Özal’ın neo-Osmanlıcılığı tam da
bu eski Kemalist prensibe dayanıyordu.