Lübnan’da patlama oldu, geçmişten günümüze Lübnan’ın bugün yaşadıklarında doğrudan ya da dolaylı payı olanlar da dahil herkes “yardıma” koştu. Asıl dert Lübnan’a müdahale politikalarını tahkim etmek.
Macron Beyrut’a koştu, Erdoğan “Lübnan halkının yanındayız” dedi, Trump “patlamanın saldırı olduğu” uydurmasını ortaya attı, Çin “limanı yaparım ama ben işletirim” dedi.
Her açıklamanın altındaki hesap ayrıca ele alınabilir ama biz yardım öneren ülkeler arasında özellikle öne çıkan Fransa ve Türkiye’ye bakalım. Her ikisinin de geçmişte Lübnan’daki varlıkları sırasında yaptıkları ve patlama sonrası açıklamaları göz önüne alındığında yardım önerileri skandal sayılır.
Fransa Cumhurbaşkanı Macron “reform paketi” öneriyor ve “önerinin kabul edilmesinin yeniden imar için uluslararası toplumun el ele ve etkili biçimde çalışmasına imkan tanıyacağını” belirtiyor. Ahlaksız teklif. Lübnan’ın iç işlerine doğrudan müdahale. Reform paketinde muhtemelen Hizbullah gibi oluşumların elimine edilmesini sağlayacak maddeler olacak.
Ya Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun sözlerine ne demeli? “Türkiye Lübnan vatandaşı Türkmenlere vatandaşlık vermeye hazır.” Lübnan halkının birliğe en çok ihtiyaç duyduğu günlerde yapılan teklife bakar mısınız? Suriye’de yönetim karşıtı kıtalar oluşturmak için vatandaş devşirme işi bitti şimdi bir türlü etkili olamadığımız Lübnan’a karşı diaspora oluşturacağız. Asıl sorun bu çağrının da rektörün kendi eşi için yaptığı gibi “adrese teslim” bir çağrı olması. Malum Türkmen olmanız yetmiyor, mezhepsel kriterleri de yerine getirmeniz gerektiğini Irak ve Suriye’den biliyoruz. Çağrı “ümmetten” Müslümanlar, Hıristiyanlar ya da Türkiye’den göçmüş Kürtleri de kapsamıyor. Mühim olan insanlık!
Beyrut limanını işletmeyi de istiyor iktidar. Bir anımsatma yapmak lazım: TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu 2010 yılında bir heyet ile Lübnan’ı ziyaret etmişti. Görüşmelerde Türkiye ile Lübnan arasında Suriye’den geçecek bir otoyol, gümrük kapılarının işletilmesi gibi konular ele alınmıştı. Tam da Erdoğan’ın “Şamgen”söylemlerini kullandığı günlerdi. Sonra “Arap Baharı” başladı. Türkiye’nin de desteği ile Arap tahribatına dönüştü. Türkiye, Lübnan, Suriye, Ürdün, Irak için büyük bir fırsat da kaçmış oldu.
Fransız medyası nasıl haber yaptı bilmiyorum ama Beyrut’ta yapılan gösterilerde Fransa ve Erdoğan lehine slogan atanlar da vardı. Medyamız bu sloganları göstericilerin kendi yöneticilerine olan öfkelerinin değil Türkiye’ye olan sevdalarının sonucu olduğunu vehmetti. Oysa slogan atanların azlığı bir yana Lübnan halkı Fransayı da, Türkiye’yi de, başkalarını da kendi ülkelerinde görmek istemiyor. Zira Lübnan halkı tarih boyunca diğer müdahaleci devletlerin yanı sıra Fransa’nın da, Türkiye’nin de (Osmanlı) siyasi mirasının acısını çekiyor.
Fransızları Lübnanlılar ile ilk tanıştıran Osmanlı İmparatorluğudur. Kapitülasyonlar hayata geçince Fransızlar ilk önce ticaret için gelmişler (Büyük) Suriye kıyılarına. Geliş o geliş. 20'nci yüzyılın başlarında orduları da gelmiş.
Lübnanlılar bugün hâlâ Cezzar Hasan Paşa’nın Şii ya da Hıristiyanlar için yanında taşıdığı seyyar idam sehpasını anlatır. Abdülhamit döneminde ise yüzbinler Latin Amerika’ya göçmek zorunda kalmıştır.
Fransızlar da kendilerini o bölge ile tanıştıran Osmanlı’yı İngilizler ile birlikte çıkarttıktan sonra bölgeye çöktüler. Büyük kötülükleri miras bırakıp gittiler.
Suriye’de bugün yaşanan savaşın tarihsel köklerinden birisi Fransızların Suriye’yi bölmesi. Bu bölme sonucu Suriye bugüne kadar dahi resmi sınır çizgisinin belirlenemediği Lübnan’ı kendisinden zorla koparılmış bir parça olarak görmeye devam etti ve bu durum Suriye dış politikasını belirleyen unsurlardan biri olmayı günümüze kadar sürdürdü. Suriye bu nedenle (İsrail- Filistin için olduğu gibi) Batı ile daima sorun yaşadı ve bugünlere gelindi.
Fransızların bugün Lübnan’da ve Lübnan ile ilgili olarak bölgede yaşananlara yol açan ikinci icraatları Lübnan’da mezhepsel sistemi oturtmuş olmaları. Bu sistem zaman içinde kendi dinamiklerini üretti. Bugün Lübnan’da bir “birlikten” değil “aynı mekanı paylaşan ve caydırıcılıktan dolayı birbirlerine ilişmeyen kesimlerin oluşturduğu bir arada bulunmaktan” söz edilebilir ancak.
Bu caydırıcılığa rağmen Lübnan içindeki kesimlerin birbirlerine yönelik yok edici hamleleri, iç savaş deneyimleri de acı birer gerçek olarak duruyor önümüzde.
Lübnan’da devletin hakim kılınmasının ön koşullarından birisi mezhepçi sistemin ortadan kaldırılması ve eşit vatandaşlık temelinin oturtulması. Ancak bunu en başta istemeyen, sistemi müessesleştiren Fransa’nın ta kendisi ve Batılı ülkeler.
Eğer 1930’larda yapılan nüfus sayımına göre oluşturulan bu sistemden vazgeçilirse denge Müslümanların, Müslümanlar içinde ise Şiilerin (Hizbullah’ın) lehine değişebilir.
Beyrut’ta yaşanan patlamada suçlu mezhepsel sistemdir diyenler aslında abartmıyor. Çünkü sistem liyakat üzerine değil aidiyet üzerine kurulu. Böylece içinde amonyum nitrat, fişekler ve kimyasallar olan bir deponun kapısını kaynatsın diye sokak köşesinden tanıdığınız kaynakçıyı gönderiyorsunuz ve sonra bum! Pek de yabancısı olmadığımız bir anlayış.
Bugün Lübnan’ın içinde bulunduğu halin sorumlusu elbette sadece tek sebeple açıklanamaz. Ancak ülkeyi her anlamda sarsan patlama sonrasında bile fırsatçılık örnekleri önümüze dökülünce ister istemez tarihsel bazı örnekler geliyor akla.