Yine Yılmaz Güney’e laf ettiler.
Önce Farah Zeynep Abdullah bir şey söyledi, okumuşsunuzdur;
Güney’in ölüm yıldönümünde, 9 Eylül’de Murathan Mungan sosyal medya
hesabından “Yılmaz Güney, iyi bir yönetmen, iyi bir
oyuncu, iyi bir senarist olmasının yanı sıra sinemamızın en iyi
yürüyen erkeğiydi” paylaşımına, "Ve sinemamızın en
iyi kadın döven erkeği ve şiddet türleri açısından zengin ve etkili
silah kullanan" ifadesiyle cevap verdi.
Sonra Fatih Altaylı, "Benim için Yılmaz Güney, kadın döven,
entelektüel yönü zayıf, maço bir adamdır. Türkiye’nin Avrupa’daki
imajını yerle bir eden, bunu da kendi menfaatleri için yapan bir
katildir” hükmünü verdiği yirmi üç yıl önceki ünlü yazısını
hatırlatarak lafa karıştı.
Önceki gün Ahmet Hakan, "Gelin, Yılmaz Güney’i dokunulmaz
kılmak için nafile bir çaba içine girmek yerine 'O iyi filmlere
imza atan ama lümpen tarafları da olan bir isimdi' falan diyerek
konuyu kapatın" dedi.
Yeni Şafak yazarı İsmail Kılıçarslan da fırsatı
kaçırmadı; "Görünen o ki solcumsuların Yılmaz Güney isimli
tanrılarının fanusunda hafif bir çatlak oluştu. Darısı Mahir’inden
Deniz’ine, Ertuğrul’undan bilmem kimine kadar diğer tanrı ve
tanrımsıların başına" dedi.
Dün de Nagehan Alçı, sosyal medyadaki paylaşımında, “Şu
konjonktürde Güney’e Farah Zeynep’le başlayan saldırı kampanyasının
sebebi Güney’in Kürt olması. Olayın özü bu" ifadelerini
kullanarak olaya müdahil oldu.
Bu memlekette zaten bir Deniz Gezmiş’e bir de Yılmaz Güney’e,
durur durur laf ederler.
Birine “eşkıya, terörist” derler, birine “kadın döven,
katil”!
Ama bu kez iş “Mahir’inden Deniz’ine, Ertuğrul’undan bilmem
kimine kadar...” aşağılamasına kadar geldi.
O yüzden...
Özgür Özel CHP başkanlığına adaymış, sokakta şiddet artıyormuş,
pahalılık almış da başını gitmiş, Türk’üyle gavuruyla âlemin
mafyası İstanbul’da Bodrum’da cirit atıyormuş...
Olsun.
Bunca konu arasında ben Yılmaz Güney’i önemseyeceğim.
Yılmaz Güney’in “kadın döven, katil” olup olmadığı solcu olduğu
için görmezden gelinmiyor. Değeri de solculuğundan ya da
Kürtlüğünden ileri gelmiyor. Sebepleriyle açıklamaya
çalışayım.*
Sinemada Yılmaz Güney filmi izlemeye götürüldüğümü hatırlıyorum.
Kapkara, kupkuru, incecik bir adam, üzerine çullanan kötü gülüşlü
zalim güruhla canhıraş baş ediyordu. Ne yumruk yıkıyordu onu ne de
kurşun. Hani suçlayıcı bir vurguyla “bol şiddet içeren filmler
yaptı” deniliyor ya onun için, işte aslında o “suç”tur bizi ona
sevdalandıran. Evet, sadece avantür döneminde değil, “Seyit Han”,
“Aç Kurtlar”, “Ağıt” döneminde de, attığını vurdu, vurduğunu
devirdi; üzerine çullanan kalabalığı çıplak yumruklarıyla savurdu.
Kalabalıklar onu bu yüzden hala çok seviyor. Has sinemacıdır. Ama
kalabalıkların sevgisindeki öncelikli sebep kesinlikle bu değil.
Sebep, Yılmaz perdedeki görüntüsündedir, adı bazen Serçe Memet,
bazen Çoban Ali olan o serdengeçtilerdir buna sebep.
Hepsi ayrı bir karizma unsuru olan şehirli kabadayıdan, feodal
halk kahramanından suskun devrimciye kadar uzayan tiplemeleriyle
geniş bir kitlenin beğenisini kazandı, ama o beğeninin arkasında
yatan asıl etken hayatla hesabımızı -hiç değilse beyaz perdede-
görmüş olmasıdır, her tiplemesinin farklı biçimde yaptığı şey
budur. Her günkü hayatın kahrını çeken insanımız, üzerine çullanan
kötü gülüşlü zalim güruhla her defasında baş edebilen bu kara,
kuru, incecik adamda, kendisine adil olmayan hayata diklenişi gördü
ve ona bağlandı. Bu yenilmez yiğit tipine, bu serdengeçtiye
gösterilen bağlılık, sıradan insanın içinde her şeye rağmen halen
onurlu bir yaşam özleminin diri kalmış olmasındandır.
Televizyonlarımızın yeni “Hatırla Sevgili”si (ya da “Çemberimde Gül
Oya”sı) “Dilek Taşı”ndaki Yılmaz Güney detayı bunun güncel bir örneği olarak kayda
geçti.
Biz, meşhurlar âlemi içinde kendimizden olduğunu
hissettiklerimize özel bir yakınlık duyarız, popüler kültür
ikonları böyle yaratılır. Yılmaz Güney de, evet, bir popüler
ikondur, ama birçoğunun aksine bu ikon, erdemin yardımcısıdır,
yanılgının yardakçısı değil. Ortaçağ Hıristiyan ikonlarının
Tanrı’nın varlığı sorusunun -Tanrıya inancı pekiştirerek- artık
sorulmamasını sağlamaları gibi, günümüzün popüler ikonları da,
kitleleri bir kez de modern kapitalizmin yaşama üslubuna imanlı
kılmaya çalışan “laik kurmacalar” olarak, “Bu hayat güzel mi çirkin
mi, yaşamaya değer mi değmez mi?” sorusunun sorulmasına herhangi
bir lüzum bırakmıyor. Ama bu “maço”nun, bu “katil”in, görülecek pek
fazla bir şeyin olmadığı görüntü bolluğunda, izleyicilerini hayat
hakkında anlamlı sorular soramama mahcubiyetinden kurtarmak gibi
bir nezaketi var en azından.
Her alanı bir otoritenin hükmüne terk edilmiş olan hayat,
bireyleri ya asgari bir insanlık onurunu koruma sınırında
parlayıveren sonu tekinsiz bir başkaldırıya, ya da bilinen bütün
değerlerin sarsıldığı yerde tek değer olarak ortada kalmış olan
“çıkar”ın egemenliğinde bir boyun eğişe mecbur kılmaktadır. Her iki
insanlık durumunda da, ilkinde onay almak, ikincisinde de onarılmak
için, Yılmaz Güney’in dinmeyen yumruklarına, bitmeyen kurşunlarına
ihtiyaç duyulmuştur.
Filmlerindeki attığını vuran, vurduğunu deviren serdengeçti tip,
Yılmaz Güney’in kendi gerçekliğidir, filmlerine kendi yaşamından
taşıp gelmiştir. Filmlerinde kendisini her seferinde kolayca
tanıyabileceğimiz çeşitli karakterler halinde ortaya koymuştur
Yılmaz Güney. Canlandırdığı herhangi bir karakter gerçek
kişiliğinin de izahıdır: Romantik, dik başlı, silahşor, devrimci,
âşık… Hepsi ona uyar. Bunlardan herhangi biri diğeriyle çelişiyor
filan da değildir. Onu halkın sevgilisi yapmış olan, kavgacı
silahşor rolünden mesela bir anda Kızılırmak Karakoyun’da
ne kavga eden, ne silah çekip vuran, sadece kaval üfleyip koyun
güden basit bir çoban rolüne geçişi, derindeki bu birliğin yüzeye
vurduğu andır.
1937’de Adana’da başlayıp 1984’te Paris’te sonlanan hayatı, o
yüzden, tipik bir Yılmaz Güney filmidir aslında. Onun kişiliği
herhangi bir filminde canlandırdığı herhangi bir karakterden farklı
değildir; hayatı ve filmleri, bütün olarak, tek bir imgedir. Usta
yönetmen Lütfi Akad anlatıyor: “(Hudutların Kanunu filminin
Urfa’daki çekimlerinde) İki büyük sahnem kalmışken bir olay daha
oluyor” diye başlıyor Akad, ve devam ediyor: “Yılmaz Güney, bir
gece barda silah çekip ateş etmiş. Karakola almışlar, ardından
tutuklanmış. Ne zaman bırakılacağı belli değil. Bunun üzerine
takımı toplayıp İstanbul’a dönüyoruz. Yılmaz Güney’in ne kadar
zaman sonra döndüğünü anımsamıyorum ama öyle pek uzun sürmüyor
yokluğu. Gelir gelmez işe koyuluyoruz. …” İşte bu! Bu kadar yani.
Herkes alışmıştır, Yılmaz Güney’dir o! Gündüz sette kestiği rol
akşam gerçek olur. Sete ara verilir. Yılmaz Güney döner ve set
kaldığı yerden devam eder.
Benzer şekilde bir yığın olay, anı, anekdot anlatılır hakkında.
Sanırsınız ki Serçe Memet yahut Çoban Ali ya da Âzem hakkında
konuşuluyor. Çünkü aynı tutkuya sahipler; aynı tutkunun perdedeki
ve hakikatteki temsilcileridir onlar. Wordsworth’ün dizginlenemeyen
coşkunluğunu hiçbir zaman paylaşmayan William Blake bile,
“Tutkularını bastırabilenlerin tutkuları, bastırılabilecek kadar
zayıftır” demiştir. Güney’in, tutkuları, bastırılamayacak kadar
güçlüdür; bu tutku, önüne geçilmez bir patlamayla, “Seyyit Han”,
“Umut”, “Ağıt”, “Acı”, “Yol”, “Sürü” olup açığa vurmuştur kendini,
hem de insanı büyüleyen yumuşacık şiirsel estetikle. Çünkü işi
bazen kabadayılığa kadar vardırmış bir “serseri”ydi, ama aynı
zamanda has bir sanatçıydı; Adana varoşlarında “racon kesmeye”
başladığında, İstanbul’daki sanat dergilerine de öykü
gönderiyordu.
Zaten Güney’in romantikçe yüceltip mitleştirdiği kavgaşar
kahramanlardan daha önemli olanı, onun yaşadığı günden ve dünyanın
sonundan endişe duymuş bir sanatçı olmasıdır. O da, her büyük
romantik gibi, kendini bir meseleye adamıştır, dünyanın yalanlarına
prim vermemiştir. Bu etik tutum, estetik bir değere dönüşmüştür
onda. (Bu yönüyle Güney, “Sanat, ancak ahlâksal bir ideali
ifade etmek için çaba gösterirse gerçekçidir. Gerçekçilik,
doğruluğa ulaşma çabasıdır ve doğruluk her zaman güzeldir”
diyen Tarkovski ile aynı noktada buluşur.) Sinemacılarımız içinde,
yaşadığı zamana onun kadar kendini vermiş biri daha yoktur.
Hayranlarının çoğu, belki de onun sadece solculuğuyla,
Kürtlüğüyle ilgilenmekteler. Solcu Kürt kimliği, şüphesiz hep bir
karizma unsuru oldu onun için. Sinemasının, insanın evrensel
yazgısını ifade eden evrensel çapta bir sinema oluşu galiba hep
bunun gölgesinde kaldı. Oysa Stendhal ve Balzac romanlarında
hayranlıkla tanıklık ettiğimiz üstün beceri, Yılmaz Güney
filmlerinde de eksik değildir. Neredeyse militanlık derecesine
varan devrimciliği, onun bu sanatsal yeteneğini göz ardı etmeyi
gerektirmez. Toplumsal gerçekliğin çatışma ve sorunlarını görme ve
anlatmadaki güç ve yetenek, ideolojik olarak buna yakın durmayan
sanatçıların (liberal Stendahl’in, kralcı Balzac’ın) mucizeleri
değildir sadece.
Bunları söylemekle bu büyük sanatçıya ileri geri laf edilmesinin
önüne geçmiş olmayacağız. Daha en başından, Altın Palmiye’yi Costa
Gavras’la paylaştığında Türk basınında çıkan “Cannes’da çifte Yunan
zaferi” başlığı atıldığından beri böyleydi bu, böyle olmaya devam
edecek gibi de görünüyor.
Seyredilen dünyadan sıkılıp Yılmaz Güney’in görüntüsüyle düşlere
dalanlar, onu kendi zihinlerinde onurlu bir kimlik olarak yaşatmaya
devam ederken, başkaları da bu kimliğini unutturma telkiniyle onu
hatırlamaya şüphesiz devam edecek.
*Burada, daha önce farklı mecralarda yazdığım Yılmaz Güney
yazılarından faydalandım.