Siyaset tarihine ve hukuk siciline utanç başlığı olarak girecek olayların en önemlilerinden Cumhuriyet gazetesi davasında istinaf mahkemesi kes yapıştır onaylarından birine daha imza attı. Davada yargılanan gazeteci, avukat ve gazete çalışanlarından bir kısmı, kalan sürelerini yatmak için hapishaneye giriyor. Daha yüksek hapis hükmedilmiş diğer bir grubun davası ise halen Yargıtay’da devam ediyor. Davaların hukuki bir dayanağı olmadığı için, kararların da hukuken konuşulacak pek bir tarafı yok. Uzunca bir süredir temyiz aşamasında olan davalarda bugün karar verilmiş olması, kendisi de hapishaneye girecek olan çizer Musa Kart’ın söyleyişiyle “siyasetin böyle bir karara ihtiyacı” olduğunu gösteriyor.
Geçtiğimiz hafta sonu Ankara’da gözaltı sırasında bir kadın göstericiye yönelik cinsel saldırı olayı da hâlâ tartışılmaya devam ediliyor. Tartışmanın daha da derinleşmesini tetikleyen, fotoğraflar ve görüntülere Ankara Emniyeti’nin verdiği cevap oldu. Emniyet, görüntülerin yayınlanmasını polisin itibarını zedelemek amaçlı bir ifşa faaliyeti olduğunu söylemiş, bununla da yetinmeyip, söz konusu olayda gözaltına alınan kadın eylemcinin babasının KHK ile ihraç edilmiş olduğundan bahsetmiş. Yani resmi bir kurum, yapılan hukuk ve ahlak dışı bir davranışı, bu muamelenin yapıldığı kişinin babasının kimliğiyle meşrulaştırmaya kalkmış. Bunun idare hukuku açısından da, toplumsal vicdan açısından da kabul edilebilir olduğunu düşünmüş.
İktidarın en rütbeli sözcüleri hemen her gün hukuk tanımaz biçimde mesnetsiz, kanıtsız suçlamalar yöneltebilir, hedef gösterebilir, kamuoyu önünde mahkemelere talimat yağdırabilirken, kamu görevlilerinin iktidarla uyum sorunu olmadıkça bir sıkıntı yaşamayacaklarını düşünmelerinde bir gariplik yok. Silahlanma ve kan banyosu çağrıları yapanlar bile kollanırken, başlarındaki bakan kendisini hukukla bağlı hissetmiyorken, görevli memurlar neden hissetsin? Meselenin vicdani tarafında da durum aynı: Dilek Dündar’ın hakkında bir takibat yokken yasal haklarının keyfi olarak engellenmesiyle ilgili isyanını ifade ettiği paylaşımın altındaki “organize cevaplar”, arzu edilen “vicdan yamulmasının” işaretlerini çok açık biçimde gösteriyor.
Açıkça cinsiyetçi-ırkçı hakaretler, seçim zaferini cinsel çağrışımlı sloganlara çevirmeler, sosyal medya trollerini aşarak gazete sayfalarına, televizyon ekranlarına taşınan sakil bir dil, devlet gücü kullanılarak yapılan haksız, adaletsiz ve “uygunsuz” her davranışın fikri ve ahlaki arka planını oluşturuyor. Kutuplaştırmanın fikri zemini, sahiciliği tartışmalı tehdit algıları yaratmaktan, endişeleri kışkırtmaktan daha farklı bir zemine doğru kaymış durumda. Kutuplaştırmaya dayanak yapılan argümanlar aşırı kullanımdan eskidiği için, “beka davası” korunacak şeyleri söyleyerek değil, saldırılacakları ve saldırının kuralsızlığını göstererek sürdürülüyor. Lümpenleşme, aşağıdan yukarıya doğru ilerleyen bir üslup tırmanışı değil, yukarıdan aşağıya doğru öğretilen, teşvik edilen bir tercih olarak işliyor.
Kutuplaştırmayı, haksız-hukuksuz-uygunsuz uygulamaları, siyasi rakiplere yönelen dilin vardığı düzeyi, demokrasiye dair ölçeklerle tartışılabilmek artık mümkün değil. Bu atmosferi üreten fikri zeminin ve duygu durumunun ölçülebileceği bir tartı bulmak, bunu belirli bir siyasi-ahlaki aidiyetle tarif edebilmek de neredeyse imkansız hale geliyor. Bir siyasi çizginin, bir uygulama sorumlusunun kendisine yönelen tepkiler, eleştiriler karşısında yandaşlarının kullanımına verdiği savunma argümanları, onun ahlaki sınırları hakkında da fikir verir. Cinsel saldırganlığı tacize uğrayan kadının babasıyla veya kıyafetiyle, gıda enflasyonunu “muhalefetin eline verilen patlıcan” veya hain kabzımallar ile karşılamaya kalkmak önemli bir üslup ve seviye sorunu olmanın yanında, herhangi bir siyasi kimlik dairesi içine sokulması zor ifadeler.
Herhangi bir siyasi kimlik grubunun, ait olduğu (yakın durduğu) öğretinin de açıkça uygunsuz bulduğu davranışları meşru görmesini sağlayabilmek kutuplaştırma ile mümkün oluyor. İlginin, dikkatin, algının bir sorgulamaya fırsat vermeden sadece karşı tarafa (“düşmana”) yöneltilebilmesi de, hınç ve linç potansiyelinin ve bunu besleyebilen söylemin seviyesiyle ilişkili. Bugün uygulanan “düşman hukuku”, linç uygulamalarının meşruiyeti, mevcut toplumsal vasatın da hayli altına inmek zorunda olan bir söylemle sağlanıyor. Bu söylem -ve ona eşlik eden akıl- artık sadece siyasi sözcülerin kışkırtıcı konuşmalarıyla sınırlı kalmıyor, mahkeme kararlarına, bilirkişi raporlarına, resmi basın açıklamalarına, “akademik” değerlendirmelere kadar yayılıyor.
Siyasi, ahlaki, vicdani kabul sınırlarını zorlayan eylem ve uygulamaları meşrulaştırmak için kullanılan argümanlar, sivriltilen hınç-linç söylemi, yapılanlardan bile daha sorunlu bir seviyeye doğru ilerliyor. Hukuk dışı kararların gerekçeleri, haksız eylemlerin bahaneleri, karşı karşıya olunan, yaratılmak istenen fikri-ahlaki zemin konusunda mevcut atmosferden daha fazla şey söylüyor. “Siyasetin ihtiyaç duydukları” konusunda daha fazla şey anlatıyor.
Kendi durumunu izahta zorlananlar, dikkati karşı tarafta tutmak için artık sadece doğruluğu tartışmalı suçlamalarla idare edemiyor, suçlama seviyesini yükseltmek için dili de basitleştirmek zorunda kalıyor. Bu lümpenleşmenin, ortalama muhafazakar kimlikte hâlâ kabul görebiliyor, bir utanç yaratmıyor olması da -en azından görünür bir rahatsızlığın öne çıkmaması- ayrıca tartışılmayı hak ediyor.