Madam Amati’nin Hikâyesi: Kırmızı Rujun ve Kemanın İzinde
Rita Ender'in yeni kitabı 'Madam Amati ‘Avrupa’dan İzmir’e Bir Keman İkonu' Madam Amati'nin hayatından devşirilen hüzünlü hikâyesini okurla buluşturuyor. Ender, nesneden ruha kurulan köprü ile okuru belleğin kuyularına ulaştırmaya çabalıyor. Bazı hayatlar sadece onu yaşayana ait olmuyor, Madam Amati'ninkisi de öyle...
DUVAR - “Bir nesneye bakarken ona uzanıyoruz. Bizi saran uzam içinde görünmez bir parmakla hareket ediyor, şeylerin bulunduğu uzak yerlere doğru gidiyoruz; şeylere dokunuyor, yakalıyor, yüzeylerini gözden geçiriyor, sınırlarını izliyor, dokularını inceliyoruz. Olağanüstü etkin bir uğraş bu. Bu deneyimden etkilenen ilk düşünürler, fiziksel görme sürecini deneyimlerine denk düşürecek şekilde tanımlamışlardır. Örneğin Platon Timeaus’da, insan bedeninin ısıtan hafif ateşin, dümdüz ve yoğun bir ışık huzmesi halinde gözlerden dışarı doğru aktığını öne sürer. Böylece gözlemci ile gözlenen şey arasında elle tutulur bir köprü kurulur; nesneden yayılan ışık itkileri bu köprünün üzerinden geçerek önce gözlere sonra ruha ulaşır” (Arnheim, 2015: 35). Bu uzunca alıntının bize söylemeye çalıştığı görmenin seçilen bir şey olduğu. Dünya şeylerle dolu ve bizim her şeyi görmemiz, hepsine aynı duygu ile bakmamız veya gördüğümüz şeyin üzerimizde aynı etkiyi bırakmasının mümkünü yok. Bu nedenle nesnelerle kurduğumuz bakma ve onu anlamlandırma ilişkisi bizim onu seçmemizle ilişkileniyor ve bu gördüğümüzün Arnheim’in bahsettiği gibi, “köprüden geçip ruhumuza ulaşması” anlamını içeriyor. Ruhumuza ulaşan nesnenin biz de bir duygu uyandırması, onu gördüğümüzde yaşadığımız deneyim, bizi götürdüğü yer, bıraktığı etki görmeyi seçmemizde etkili olduğu gibi belki merakımız, hayata bakışımız ve yaşamla kurduğumuz ilişki ile de ilgili.
Bu konuda düşünmeme sebep olan, Rita Ender’in, Aras Yayıncılık tarafından basılan, 'Madam Amati ‘Avrupa’dan İzmir’e Bir Keman İkonu' adlı kitabı. Çünkü Ender, Madam Amati’nin ölümünden yıllar sonra onun bir fotoğrafını İzmir’deki Beth-İsrael Sinagogu’nda görüyor ve bu kadının kim olduğunu merak ederek iz sürmeye başlıyor. Yazarın, görüp geçebileceği bir fotoğrafın peşine düşmesi bu nedenle Arnheim’in bahsettiği nesneden ruha kurulan köprü ile ilişkileniyor bana kalırsa. Bu elbette yazarın araştırmalarının ve üzerine düşünmeyi gerekli bulduğu konuların da bir yansıması. Çünkü Ender’in diğer metinlerinden de biliyoruz ki o küçük ipuçlarının izinden giderek, okuru belleğin kuyularına ulaştırmaya çabalıyor. Örneğin bir önceki kitabı, “Aile Yadigârları”nda (İletişim Yayınları:2018), aileden kalma bir elbisenin, bileziğin, daktilonun, bardağın, küllüğün, yemek tariflerinin, Türkiye’de yaşayan Yahudi topluluğunun belleğinde nasıl anlamlara geldiğini gösteriyordu. Böylece konu kimlik-hâfıza ilişkisi bağlamında tartışılıyor ve okuru bunun üzerine düşünmeye sevk ediyordu. Çünkü nesnelerin de dili vardı ve önemli olan onu konuşturmayı başarmaktı ki Ender’in çalışmaları bize bunu gösteriyor.
'BİR FOTOĞRAFIN İZİNDE'
Rita Ender, 'Madam Amati ‘Avrupa’dan İzmir’e Bir Keman İkonu' kitabında yine bir nesnenin izinden gidiyor, İzmir’deki Beth-İsrael Sinagogu’nda Madam Amati’ye ait bir fotoğraf bu bahsettiğimiz gibi. Böylece Ender, Madam Amati kimdi, İzmir’e nasıl geldi, neler yaşadı sorularından yola çıkarak, bizi bir keman sanatçısının hüzünlü diyebileceğimiz hikâyesiyle buluşturuyor. Ona dair anlatılan bir süre sonra okuru başka patikalara da götürüyor çünkü Madam Amati’nin hayatı üzerinden İzmir’in o zamanlardaki kent yaşamı, insanlar arası ilişkileri, kısacası kültürel belleği hakkında da bilgi sahibi oluyoruz. Ayrıca, bu hikâye aynı zamanda sanatçının Nazilerden kaçışını da içeriyor ve onun nezdinde dünyanın karanlık geçmişiyle tekrar yüzleşme fırsatı buluyoruz. Madam Amati’ye dair tanıklıklar, öğrencileri, müzikle ve kemanıyla kurduğu ilişki, dönemin İzmir’i gibi konular metinde yerini bulurken, bir sanatçının hayatından devşirilen hikâye biraz da hüzünle dokunuyor ruhumuza.
'SINIRI DELEN FOTOĞRAF'
Madam Marta Amati, düğünlerde keman çalarmış ona dair en bilindik anlatı bu başlangıçta. Nereden gelmiş, nasıl İzmir’de yer edinmiş, hepsi belirsiz kısacası onu tanıyanların çoğu aslında onu bilmiyor. Ender’in de ifade ettiği gibi kimse onunla başkasına selam göndermemiş, yalnız bir kadınmış Madam ve kimse bunu sorgulama gereği duymamış. İnsanların gözündeki yeri kemanıyla müziğiyle belirlenmiş, onu herkes öyle bilmiş kabullenmiş anlaşılan. Sinagogda bulunan herhangi bir şey gibi doğal bir bulunma hâliyle varolmuş. Ve ölümünden sonra fotoğrafı ismiyle birlikte kemanını çaldığı noktaya koyulmuş, kemanıyla anlamlandırdığı köşe, onun yeryüzündeki oluşunun uzamı hâline gelmiş kısacası. Ancak Madam Amati’nin fotoğrafının oradaki varlığı da normal değil aslında Ender şöyle anlatıyor; “Aslında durumda bir tuhaflık bulmak mümkündü. Zira üst kat müze olmasına rağmen, alt katta ibadete devam edilmekteydi. Ve dünyanın hiçbir yerinde, Ortodoks bir sinagoga bir kadının fotoğrafını yerleştirmek olağan değildi.” Yani Madam o fotoğrafıyla da yine yazarın deyimiyle “sınırı delip geçmişti.”
'ANLATILMAYI BEKLEYEN HİKAYE'
Sadece bunlarla sınırlı değil elbette Madam Marta Amati’ye dair anlatılması gereken, onun hüzünlü bir hikâyesi var ve bize duyurmak için bugünü ve Ender’in merakını beklemiş sanki. Madam Marta İzmir’e gelmeden önce dünyanın çeşitli yerlerinde konserler veren ünlü bir müzisyenmiş ve Almanya’ya da gitmiş. Nazilerin Yahudilere karşı nefret politikalarının yaygınlaştığı, Hitler’in “toplumsal arınma” siyasetinin gün yüzüne çıktığı yıllarda Madam Amati’nin Almanya’da olduğunu aktarıyor yazar ve ulaştığı bir belgeden Madam’ın da saldırıya uğradığını öğreniyoruz, sanatçının konser düzenleyicisi olan tanık şöyle anlatıyor metinde olayı: “… Temmuz 1937 gibiydi, korkunç bir şey oldu. Çaldığımız sırada iki SS’in sahnenin yakınına geldiğini fark ettim. Kafe tıklım tıklımdı. Şarkının sonuna geldiğimizde, iki SS sahneye çıkıp bu narin kadın sanatçıyı, kaba kuvvetle tırabzandan aşağıya çektiler. O sırada herkes şoke oldu. Ne olduğunu anlamaya çalışıyorduk. Bu iki adam ‘Yahudi domuzu’ diye bağırıyordu. Martha ve menajeri hızla dışarı atıldı…” Tanık sonrasında ölüm kamplarına götürüldüğünü düşündüğünü de ifade ediyor. Ancak Marta Almanya’da bir Türk askeriyle evlenerek kurtulmayı başarıyor. Rita Ender’in ulaştığı belgelerden 1938 yılında Madam Amati’nin İstanbul’da olduğunu da öğreniyoruz. Sonrasında İzmir’e yerleşiyor Madam. Onun hikâyesinin tek kesinlikli yanı müziği ve kemanı bu ona hem yabancı topraklarda bir yer veriyor hem de tutunacak dal oluyor belki de. İnsan düşünmeden edemiyor, kimsesiz bir şekilde bilmediğin topraklarda varolmak kim bilir nasıl zor olmuştur. Ve dahası kitaptan anladığımız kadarıyla Madam Amati, yaşadıklarını hiç anlatmamış, içinin kuyusuna atmış, belki de sadece kemanıyla paylaşmış derdini. Kitabı okurken kafanızda birçok soru oluşuyor açıkçası ve anlatılmayı bekleyen ne çok hikâye var bu coğrafyada diye düşünmeden edemiyorsunuz.
'İZMİR'DE BİR YABANCI'
Madam Amati, bir “yabancı” olarak bulunduğu İzmir’de kentin ilk konservatuarının kurucularından ve ilk hocalarından olmuş. Pek çok öğrenci yetiştirmiş, onlara bak çociğim” diye seslenirmiş. İzmir Özel Saint-Joseph Fransız Lisesi’nin karşısındaki tahta cumbalı evde oturuyormuş, yazın merdiveninde keman çalıp komşularına müzikle ilgili bilgiler veriyormuş. Fakir çocukları konservatuara, müzik sınavlarına hazırlıyormuş. Tanıkların söylediğine göre “pıt pıt pıt” işini yapan bir kadınmış. Ona dair en belirgin tarif ise ölümüne yakın hastanede yatarken bile koyuca sürdüğü kırmızı ruju. Makyajı severmiş Madam Amati, abarttığını söyleyenler de var ona tanıklık edenlerden. Madam “yabancı” olarak geçmiş bu topraklardan, yurtsuzluğu nasıl hissetti, içinde nasıl kırılmalar yaşadı, tanık olduklarının bıraktığı kederi aşmayı başarabildi mi bilmiyoruz. O, kimseye duyurmamış ne hissettiğini, gerçek kimliğini, neler yaşadığını, herkes onu kemanıyla bilmiş, İzmir gecelerinde konuk olduğu akşamlarda duyurduğu ezgilerle, yetiştirdiği öğrencilerle tanımış. Gürültülü bir sessizlik belki de onunkisi, gizini müziğinde saklayan, dilini müzikte bulan ve bunu bir ifade şekline, varolma biçimine dönüştüren.
İşte böyleymiş kısaca öyküsü, bazı hayatlar sadece onu yaşayana ait olmuyor, Madam Amati’ninkisi de öyle, Nazilerin zulmünden kaçıp, bu toprakların kültürel belleğine eklenivermiş Marta’nın hikâyesi. Rita Ender’in görüp geçmediği bir fotoğrafla ruhunda köprü kurarak bakmayı seçtiği kadın, “Madam Amati ‘Avrupa’dan İzmir’e Bir Keman İkonu’” kitabı sayesinde, bize kendisini hatırlatıyor şimdilerde. İnce dudakta koyuca kırmızı ruj, keman sesi, işini “pıt pıt pıt” gören bir kadın beliriyor zihnimizde ve usulca yerini alıyor belleğimizde.
Kaynaklar
Arnheim, R., (2015), “Görsel Düşünme”, (Çev. Rahmi Öğdül), İstanbul: Metis Yayıncılık