Büyük Orta Doğu’da devlerin hegemonya savaşı yerelde halkların kendini yönetme potansiyelini yok eden çatışmalardan besleniyor. Fakat kaosun idaresinde İngiliz kuyruklu Amerikan üstünlüğü artık tutukluk yapıyor. Afganistan’da hezimetle biten, Irak’ta birkaç nesle yetecek belalar üreten, Suriye’yi cihatçı kuluçkasına dönüştüren müdahaleler, Amerikan patronajına olan inancı sarstı. Şimdi İsrail’in soykırım savaşını güvenceye alan siyaset ABD’nin bölgede dostlar nezdinde bağlılık ve bağımlılık, düşmanlar nezdinde caydırıcılık ve yaptırım gücünü aşındırıyor. Bölge ne 2003’teki Irak işgali ne 2006’daki Lübnan savaşı ne de 2011 sonrası Suriye’ye müdahalenin koşullarına sahip. Bir tarafta asimetrik savaş kabiliyetleri kazanan yerel güçler diğer tarafta oyuna giren Çin ve Orta Doğu’ya yeniden dönen Rusya. Yeni dengeler klasik hegemonyayı kendini güncellemeye zorluyor.
***
Fakat şu aşamada bir illüzyona da yer yok; bunalımlı tablo birtakım taahhütlere bağlanmış ilişkileri boşanma noktasına getirmiyor.
Söz gelimi Irak hükümeti görünüşte Amerikan güçlerinin çekilmesi için pazarlığa oturuyor ama siyasi bileşenlerinin önemli bir kısmı buna ya cesaret edemiyor ya da istemiyor. Boşluğu İran doldurur, Sünni-Şii denklemi bozulur, Kürtler korumasız kalır gibi her bir tarafa düşen kaygılar var.
Beri tarafta ABD’nin Abraham Anlaşmaları ile kurduğu yeni denklem 7 Ekim’de duvara çarpsa da Washington’a verdiği taahhütlerden dönen çıkmadı.
Pazarlığı öyle bir hinlikle yürütüyorlar ki hiçbir tepki İsrail-Amerikan ikilisini zorlayacak bir eşiğe varmıyor. ABD “silahsız Filistin devleti” vaadiyle 7 Ekim öncesindeki zemini korumaya çalışırken Arap muhatapları oyuna girmekte tereddüt etmiyor. Çünkü Filistin’i yük olarak gören iç değerlendirmeler geçerliliğini koruyor. Hepsi çıkarlarının yarınını düşünüyor. Amerikan-İsrail eksenine ters düşmenin İran’ın liderliğindeki direniş eksenine alan açacağı öngörüsü de baskın çıkıyor. Suudiler ellerindeki petrol kartını kullanmayı akıllarının ucundan bile geçirmedikleri gibi Gazze’de ateşkes ve Filistin devletine dair taahhüt olursa İsrail’i tanıyacakları mesajı veriyor. Abraham Anlaşmaları'ndan dönen olmadığı gibi İsrail’le barış anlaşması yapmış Ürdün ve Mısır da göreceli dirence rağmen Amerikan oyununda kalmayı seçiyor. Bölge ülkelerinin hiçbiri kendi topraklarındaki Amerikan üslerinin İsrail’e yardım ya da ‘direniş’ güçlerine müdahale operasyonlarında kullanılamayacağını söyleyebilecek konumda değil.
***
Fakat bu tablonun devamında konvansiyonel güçle kurulan denklemin sınırlarını açığa çıkaran ve asimetrik yanıt kapasitesini avantaja çeviren merkez dışı güçler ezber bozuyor. ABD’nin uçak gemilerini devreye sokmak suretiyle İsrail’e ikinci ve üçüncü cephelerin açılmasını önleme stratejisi istedikleri ölçüde caydırıcılık üretemedi. Hizbullah İsrail’i kuzeyde felç eden 1050 civarında operasyona imza attı.
Irak’ta Şii milis güçleri Amerikan üslerine saldırılara devam ediyor.
Ezber bozumunda asıl sürprizi Yemen yaptı. Amerikan-Suud ilişkilerinin yönünü de tayin ettiği için bu bahsin üzerinde biraz duralım.
Sanaa’yı kontrol eden Husiler, Gazze’de ateşkesin sağlanması ve insani yardıma izin verilmesi talebiyle Kızıldeniz’de İsrail bağlantılı gemileri hedef alıyor. Amerikan-İngiliz donanmalarından gelen yanıtlara da meydan okuyor. Amerikan-İngiliz ikilisine stratejik başarısızlık vaat eden bir direnç var. Bu durum, CENTCOM’un iki numaralı ismi Koramiral Brad Cooper’a şu itirafı yaptırdı: “Amerikan donanması için İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük muharebe.”
Amerikalılar Husilerin savunma kapasitesine ne kadar zarar verdiklerini doğru düzgün öğrenemiyor. Kullandıkları silah, taktik ve araçlar fayda etmiyor.
Cooper’a göre şimdiye kadar Amerikan donanması roket ve SİHA’ları durdurmak için standart 100 füze kullandı. Bu başarıyı yalın ayak Husilere yakıştıramadıkları için her şeyi İran’a bağlıyorlar. Cooper diyor ki "İran 10 yıldır Husileri donatıyor, teknoloji paylaşıyor, akıl veriyor ve hedefteki gemilerin bilgilerini sağlıyor." Yemen’i Yemen yapan yerel dinamikler atlanıyor. Ödedikleri ağır bedele rağmen Yemenlilerin azmi ve kararlılığı kırılamadı. Ortaya çıkıp vuruyor ve hayalete dönüşüyorlar. Coğrafyanın da yardımıyla en iyi bildikleri şeyi yapıyorlar. Tarih boyunca hariçten pek çok gücün tecrübe ettiği bu savaş yeteneği, 2015’ten itibaren Suud liderliğindeki koalisyonu zaferden mahrum bıraktı.
Yine de bu direncin denizlerde Amerikan Donanması'nı iğreti silahlarla afallatacağını kimse beklemiyordu. Görünüşe bakılırsa CENTCOM, Husilerin insansız denizaltı araçlarını pek hesaba katmamış. Eski Pentagon ve CIA yetkilisi Mick Mulroy, New York Times’a demecinde, "İnsansız su üstü ve su altı deniz araçlarının tespit edilmesi ve imha edilmesi, SİHA ve gemi savar füzelere göre daha zor. Bu silah sistemlerinin tümü tek bir hedefe karşı kullanılırsa geminin savunmasını alt edebilir" diyor.
Amerikalılar en fazla 10 bin dolara mal olan bu araçlara 4 milyon dolarlık füzelerle yanıt veriyor. Asimetri böyle bir şey sanırım. Donanma güçleri Kızıldeniz ve Aden’de konuşlandığından beri 6 Amerikan ve İngiliz ticaret gemisi vuruldu. Devasa savaş gücü ile sonuçlar arasındaki ilişki orantısız.
Bir MQ-9 Reaper ele geçirmeyi başaran Husiler yaşananları "hegemonyayı kırma ve kibirli güçleri yola getirme savaşı" olarak tanımlıyor. Bu bakış açısı motivasyonun da kaynağı.
***
Husileri İran’ın yardımıyla denizde kargaşa çıkaran yalın ayaklılar olarak aşağıladılar fakat Yemenliler dünyanın geri kalanının gözüne boğun eğmeyen halk olarak girdi. Şimdi Bab el Mendeb’ten geçemeyen gemilerin yüklerini Dubai ve Bahreyn limanlarına indirip kara yoluyla BAE, Suudi Arabistan ve Ürdün üzerinden İsrail’e gönderiyorlar. Bu rotaya izin veren Arap rejimleri Husilerin halklar nezdinde yakaladığı teveccühün altında eziliyor. Bu rejimler 2015’ten itibaren Yemen’i yakıp yıkan ve aç bırakan savaşla da bu insanlara boyun eğdiremediler. Biraz kuyruk acısı var. Suudiler Yemen’i hükmedilebilir bir ülkeye dönüştürmek için yıllarca Sünni aşiretleri satın aldılar, Selefiliği ihraç edip El Kaide dahil radikal İslamcı örgütlere alanlar açtılar. Bunlarla yetinmeyip çatıştılar, çatıştırdılar. Suudilerin Yemen siyaseti bazı çekinceler içerse de Amerikan destekliydi. Yemen’in ABD’nin Körfez Savaşı’na karşı çıktığını, faturayı 800 bin Yemenli işçiyi kapı dışı eden Suudilerin kestiğini hatırlatalım. Arap Baharı sürecinde Sanaa’da Suud güdümlü yönetim tesis etmeye dönük müdahaleler de Yemen’i bugüne getirdi. Husiler başkenti ele geçirirken “tanınmış hükümet” önce Aden’e, oradan da Riyad’da bir otel odasına çekilmek zorunda kaldı. Husiler 2015’te Yemen’e yıkıcı bir savaş dayatan Suud-Emirlikler ikilisinin arkasında ABD’yi görüyor.
İngilizlere gelince; onlar şimdi beş çayı içerken uluslararası seyrüsefer güvenliği için Husi hedeflerini vurdukları hikâyesini anlatıyor. Fakat Yemenlilerin hafızası daha fazlasını barındırıyor: İngilizler 1964’te Güney Arabistan Federasyonu’na (Güney Yemen) sömürgeci kafasıyla “bağımsız ama Londra’ya bağımlı” bir statü dayattığında isyan çıkmıştı. İsyan bugün İsrail’in Gazze’de yaptığına benzer bir cezalandırmayla bastırıldı. Radvan yasak bölge ilan edilecek, insanlar sürülecek, direnenlere yaşam hakkı tanınmayacaktı. Aynen deklare ettikleri gibi oldu. Karadan ve havadan sivilleri bombaladılar; tahıl ambarları, çiftlik hayvanları ve yem depolarını yok ettiler. İlla ki öleceksin, ya silahla ya da açlıkla.
***
Yemen savaşı Suudilerin güvendiği dağlara kar yağdırdı. ABD’ye bel bağlamanın yanıltıcı taraflarını gördüler. Kuşkusuz 79 yıl önce USS Quincy gemisinde kurulan ortaklık inişli çıkışlı bir seyir izlese de temel karakterini hala koruyor.
14 Şubat 1945'te Kral Abdülaziz ile Başkan Franklin Roosevelt Süveyş Kanalı'ndaki Acı Göl’de buluşmuştu. Roosevelt İkinci Dünya Savaşı’nı takiben paylaşım masasının kurulduğu Yalta’dan dönüyordu. Bölgeye gelmişken Abdülaziz'le tanışmak istiyordu. Abdulaziz Cidde'de bindiği USS Murphy gemisiyle ilk kez ülkesinden ayrılıp Süveyş’e gelmişti. Helal kesim et için koyunları gemiye yükletmiş, geleneksel çadır kurdurtmuş, maiyetindekilere beş vakit namazda imamlık etmişti. Gemi 1200 km yol aldıktan sonra Roosevelt'i taşıyan USS Quincy’yle buluşmuştu. 5 saatlik görüşme Quincy’de gerçekleşti. Yürüyemeyen Roosevelt kullandığı tekerlekli sandalyenin aynısından bir tane hediye getirmişti. Kral da eli boş değildi; ipekten kemerler, mücevherlerle süslü hançer, Kızıldeniz kehribarı ve first lady için parfüm getirmişti. İttifakın temeli burada atılmıştı. Suudiler petrol kuyularını Sovyetler ve Almanlara açmayacak, karşılığında Amerikalılardan askeri destek alacaktı. Yani petrole karşılık silah.
Roosevelt Yahudilerin Filistin'e göç ettirilmesi konusunda destek istemişti. Kral "Onlara zulmeden Almanya, Araplar Yahudilere zarar vermedi. Yahudiler mihver güçlerinde ikamet etmeli. Bırakın bedelini Almanlar ödesin” demişti. Roosevelt de Araplarla istişare etmeden karar almayacağı sözünü vermişti. Bu söz halefi Harry Truman ile çöpe gitti. Suudiler Filistin konusunda Kral Faysal’ın 1973’teki petrol ambargosuyla ileri bir adım attıktan sonra bir daha kurucu liderin çizgisini tutturamadı. 2001’de 11 Eylül saldırılarında korsanlar Suudi’ydi ama Amerikan hışmına uğrayan Afganistan oldu. Ortaklık korunmuştu.
Suud-Amerikan ilişkileri Prens Bender bin Sultan’ın 2002’de Teksas’ta Başkan George W. Bush’un karşısında koltuğun koluna oturup poz kesmesine izin verecek kadar kirli sularda yüzüyordu. Neo-Conların “Bombala, İran’ı bombala” nakaratını tutturduğu dönemde onlar da “Yılanın başını ez” diye sufle veriyordu. Barack Obama döneminde İran’la nükleer anlaşmayla ambiyans bozuldu fakat sonraki dönemde Veliaht Prens Muhammed bin Selman silah için bol bol çek yazarak Donald Trump’ın gözdesi oluverdi. Kaşıkçı cinayeti araya girdi. Bunların ötesinde Yemen’deki savaş, ABD’nin Suudileri koruma taahhüdünün işe yaramadığını kanıtladı. Ne Cumhuriyetçiler ne de Demokratlar Suudi kentleri ve Aramco’nun tesislerine yönelik saldırılar karşısında bir şey yapabildi. Suudiler ABD ve İsrail’e güvenerek İran’a parmak sallamanın bedelinin ağır olacağını anladı ve ilişkileri çeşitlendirmeye yöneldi. Tahran’la kucaklaşma süreci de güven ilişkisine değil belayı bertaraf etme önceliğine dayanıyordu. Öte yandan 7 Ekim’den önce Amerikalılar, Çin ve Rusya’nın hamlelerine karşı çevre düzenlemesine girişmişti. Suudilere biraz daha ‘bonkör’ ve fedakâr olacaklarını hissettirdiler. Bu minvalde Hindistan’dan başlayıp BAE, Suudi Arabistan, Ürdün ve İsrail’den geçip Avrupa’ya ulaşan alternatif ulaşım rotası önemli bir hamleydi. Suudilerden Abraham Anlaşmaları'na girme sözü alacak kadar ilerleme kaydetmişlerdi.
***
Gazze savaşı ABD’nin güncellemeye çalıştığı ilişkileri yeniden belirsizliğe sürükledi. Çok heyecana mahal yok; buradan bir kopuş hikayesi çıkmıyor. Ama Amerikan dostluğunun korumadan çok bela getirdiğine dair çıkarımlar güç kazanıyor. ABD’yi dayatan değil daha fazla pazarlığa girmeye zorlayan koşullar gelişiyor.