Madenin ve Madencinin Yazgısı: 'Siyah akar Zonguldağın deresi'
Zonguldak yöresinin kendi diline çevirerek, kelle fiyat dercesine “kellefiyet” olarak anacağı “mükellefiyet” uygulamasıyla 1940’lı yıllarda köylerden neredeyse çocuk yaştakiler ocağa indirilmektedir.
Siyah akar Zonguldağın deresi;
Yüz karası değil kömür karası;
Böyle kazanılır ekmek parası…
Orhan Veli, Yol Türküleri, 1945
1939-1945 yılları arasında faşizmin saldırganlığıyla dünya ateşe atıldı, kana bulandı. Türkiye o savaşın dışında kalmayı başardı. Ancak savaş koşullarını iliğine kemiğine dek her şeyiyle yaşadı. Zonguldak yöresi insanının kendi diline çevirerek, kelle fiyat; kelle parası dercesine “kellefiyet” olarak anacağı “mükellefiyet” uygulaması, bunlardan sadece biridir. Yükümlülük, zorunlu çalışma yasasıyla 1940’lı yıllarda köylerden neredeyse çocuk yaştakiler yerine göre dipçik zoruyla ocağa indirilmektedir.
Behçet Necatigil 1941’de Zonguldak Çelikel Lisesi’ne öğretmen olarak atanmasaydı ciğerden yaralı iki genç şair adayı; Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun adını belki de kimse duymayacaktı. Devrek 1920 doğumlu Rüştü Onur’un yaşam serüveni sadece 22 yıl sürebilmiştir, 1924’te İstanbul’da dünyaya gelen M. Tayyip Uslu’nunki ise 24 yıl. İkisinin de ciğerleri şehrin nemine, kömür tozuna dayanamamıştır. M. Tayyip veremle tanışmasını şöyle şiirleştirir:
KAN
Önce öksürüverdim
Öksürüverdim hafiften
Derken ağzımdan kan geldi
Bir ikindi üstü durup dururken
Meseleyi o saat anladım
Anladım ama, iş işten geçmiş ola
Şöyle bir etrafıma baktım,
Baktım ki yaşamak güzeldi hâlâ
Mesela gökyüzü
Maviydi alabildiğine
İnsanlar dalıp gitmişti
Kendi âlemine...
Okul, sıra, şiir arkadaşı Muzaffer Tayyip’le Rüştü’nün yazgıları da ortaktır. Veremle boğuşsalar da sanatoryuma yatma, tedavi olma olanağı yoktur ikisinin de. Ölüme yazgılı. Şehirden çekip gitmek-kurtulmak isteseler de çakılıdırlar oraya. Rüştü Onur bu hale “nostalji” diyecektir:
Nostalji
Sen aziz şehrim
Uykusuz yaşadığımı bilmelisin
Bütün işçilerin
Saçak altında uyuduğu bir saatte
Ben mızıka çalarak geçiyorum sokaktan
Sen aziz şehrim
Ellerim gözlerim kadar benimsin
Yılmaz Erdoğan’ın kaleme alıp yönettiği ve oynadığı Kelebeğin Rüyası filmine konu olan şairlerin serüveni, Zonguldak için, Zonguldaklı için olağandır.
Onların ardından 1945’te bir başka öğretmen – şair boy gösterir şehirde: İlhan Berk. “Zonguldak bana insanlara yığın gözüyle bakmamamı, sınıf kavramını, toplum yapılarını, insan ilişkilerini öğretti” diyen Berk’in izlenimleri şiirini de etkiler.
YANARTAŞ VE SONRASI
1937-1943 yıllarında Ereğli Kömür İşletmeleri’nde çalışan Mehmet Seyda, madencilerle ilgili izlenimlerinden üç öykü kitabı çıkarmıştır: Zonguldak Hikayeleri (1962), Başgöz Etme Zamanı (1963), Anahtarcı Salih (1969). Yanartaş romanı ise yarı belgesel/yarı otobiyografik anlatı niteliğindedir.
Romanın başkişisi Osman Güralp’in 1937’de Kömür İşletmeleri Muhaberat Servisi’nde görevli olarak Zonguldak’a gelmesi, evlenmesi, karısını aldatması, meyhane muhabbetinde ettiği laflar üstüne evinin aranması, yasak yayınlar nedeniyle tutuklanması ve serbest kalması, romanın ilk cildini oluşturur. Bunların eşliğinde Zonguldak ve kömür olgusu da belgelerle, gerçekçi bir tutumla nakledilir.
Yolu Ereğli Kömür İşletmesi’nden geçen bir başka renkli kişilik de Levent Ağralı. 1955’den emekli olup kentten ayrıldığı 1980’e dek aynı zamanda Zonguldak Deniz Kulübü’nde piyanistlik yapmış, yerel yayın organlarında yazmıştır. Görevi gereği yaptığı kömür ocağı gezilerindeki tanıklıklardan hareketle kaleme aldığı Göçük, Milliyet Gazetesi roman yarışmasında ödül kazanmış, 1976’da yayımlanmıştır.
Pansiyon Huzur’la 1974 Milliyet Roman Yarışması’nda ikici olarak adını duyuran İrfan Yalçın, 1979’da yayımlanan Ölümün Ağzı’nda yakın geçmişin görünmeyen gerçeğini; Mükellefiyet döneminde yaşananları gün yüzüne çıkartacaktır.
"Eğer bir gün ‘acı’nın tarihi yazılırsa, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Zonguldak Kömür ocaklarında ‘işçi mükellefiyetinin, kısaca ‘mükellefiyet’in de sözü edilir herhalde. ‘Mükellefiyet’, ‘yükümlülük’ anlamına gelen Arapça bir sözcük, Zonguldak maden köylerinde ‘karabasan’la eş anlamlı bir sözcük olup çıkmıştır adeta. Bugün bile, buralarda yaşayan genç-yaşlı her köylü, bu sözcüğü duyar duymaz, irkilir, bu sözcükten acı duyar.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında, Zonguldak kömür ocakları çevresinde yaşayan erkek köylüler “işçi mükellefiyeti” adı altında zorla çalıştırılmışlardır. … Yıllar önce konuştuğum yaşlı bir madenci bu uygulanışı şöyle anlatmıştı: ‘Yük taşıyan bir hayvan huysuzlanıp gitmezse sahibi döver onu. Ama ne kadar döverse dövsün onu yaralamak, sakat bırakmak, öldürmek gelmez içinden. Şöyle diyelim istersen: Kilimin ya da halın var bir. Asmışsın ipe, durmadan vuruyor, tozunu alıyorsun. Yüreğinde bir yer, her sopayı vuruşta, yaralayıp berelemekten korkar eşyayı. Böyle sakınmalardan bile uzaktık ‘mükellefiyette’ işte biz! Bir hayvan, bir eşya kadar bile değerimiz yoktu nedense. Ayağı kırılan ocak katırı, yiten bir kazma, bizlerin ölümünden daha çok üzerdi başımızdakileri. Çünkü ocakta çalışan katırlar az bulunuyordu. Ama bize gelince karıncalar kadar çoktuk biz!
Ölümün Ağzı’nı, maden ocaklarında can vermiş, sakat kalmış, ‘maden’in bütün çilesini çekmiş, ama hiçbir zaman insan onuruna yaraşır biçimde yaşatılmamış tüm emekçilere adayarak, onların önünde saygıyla eğiliyorum."
Yalçın, bir yanıyla Ahmet Naim’in izinden gitmiş, 1970’lerin ikinci yarısında katır sırtında köy köy gezerek 1940’lı yıllarda “mükellefiyet”i bizzat yaşayanlarla görüşmüştür. Onların dilini, söylemlerini yazıya taşıyarak belgesel roman tekniğini kullanmıştır:
"Yollarda çalışıyoruz, taş kırıyoruz. Tünel açıyoruz. Ölümün içinde büyük büyük oluklar açıyoruz durmadan. Kar yağıyor kirpiklerimize, gözlerimizin içine. Balyozların sapı avucumuzda donup kalıyor. Üşümek değil bu, can çekişmek. Öyle durup dururken başlıyoruz ağlamaya. Kırbaçlı adamlar var sağımızda solumuzda. Ağlamak yasak. Kim ağlarsa, iniyor kırbaç kafasına. Midemize bir şey girmiyor pek. Çoğumuz hasta. Ölenler var."
Ölümün Ağzı, 1980 Türk Dil Kurumu Ödülü’nü kazanmıştır.
KIVIRCIK YA DA KURBANLIK KOYUNLAR DİYARI
3 Mart 1992’de, Kozlu’daki grizu patlamasında can veren 263 madenciden çoğunun cesedi bile çıkarılamamıştır ocaklardan! Yörede uzun yıllar öğretmenlik yapan Behçet Kalaycı’nın madeni ve madencileri konu eden romanı Kıvırcık da yayımlanacaktır. Osmanlı’dan beri süregelen yabancı/yerli ortaklı işletmeler döneminden beri süregelen resmi ya da fiili mükellefiyeti işaret etmektedir Kıvırcık.
Ocak 2013’de yine Zonguldak – Kozlu’da sekiz işçinin öldüğü grizu patlaması, 2014’de Soma vahşeti… ve şimdi Amasra’da süregiden ölüm mükellefiyetleri; maden işçisini kurbanlık koyun yapmaktadır. Roman, adını bu gerçekten almaktadır.
Yerine göre rüşvetle işe girilen kömür ocağında ustabaşı, kontrolör, mühendis… tüm amirlere daimî, koşulsuz itaat, ocağın temel kuralıdır. Vardiya başı, ocağa inmeden, işçiye ağzını açmasını emreder, açılan ağza tükürür, tükürük yutulur. “Kıvırcık”; uysal koyun olmak, ocaktan ekmek çıkarmanın baş koşuludur.
Kalaycı, 15 günü kömür ocaklarında, 15 günü köyünde geçiren yarı madenci/yarı rençber insanların serüvenini, diğer yazarlardan farklı olarak gündelik yaşantılarına da genişçe yer vererek anlatmaktadır.
GRİZU’DAN BÜYÜK YÜRÜYÜŞ’E
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Ahmet Naim’in 1934/67 arası, araştırma-röportaj-öykü formunda yazdıkları o tarihten beri kömür meselesine yönelen herkese kaynaklık etmiş görünüyor.
Doğrudan tanıklık ve yöre dışından bu alanda kalem oynatan ender isimlerden biri Muzaffer Oruçoğlu. Bugüne dek kömür/madenci bahsinde yazılanlara kendi kurgusunu da ekleyerek, 2006’dan 2011’e beş yılda dört cilt, toplam 1700 sayfayı bulan bir külliyat ortaya çıkartmıştır: Grizu. Anlatı, ilk kömür ocaklarından, mükellefiyetlerden işçi sınıfı hareketinin vurularak öldürülen ilk kurbanları Satılmış Tepe ve Mehmet Çavdar’ın düştüğü 1965 madenci direnişine dek uzanmaktadır.
Burada bir ayraç açarak 1965’in Türkiye işçi sınıfı tarihinde de, kent tarihinde de dönüm noktalarından biri olduğunu anımsatmak gerekir.
Ereğli Kömür İşletmesi’ne bağlı Gelik, Kilimli, Karadon, Çaydamarı ocaklarında çalışan işçiler, yevmiye zammı dağıtımındaki eşitsizlik nedeniyle 10 Mart 1965’de iş bırakmıştır. Valinin jandarma eşliğinde madene gelip işçilerle görüşmesi sonuç vermemiş, direniş diğer ocaklara da yayılmıştır. 12 Mart günü askeri birlikler Kozlu’ya sevk edilmiş, toplu haldeki işçilerin üzerine ateş açılmıştır. Satılmış Tepe ve Mehmet Çavdar burada hayatını kaybetmiştir.
Fazıl Hüsnü Dağlarca 1500 işçinin katıldığı direniş ve ölümler üzerine Zonguldak Ağıtı’nı kaleme almıştır:
Bir kömür, bir uzak, bir kara, bir derin,
Ellerin, yeraltında yitmiş kocaman ellerin.
Yıllarca çalışırsın, gündeliğin on lira,
Açsın, susar kuyular bağıra bağıra
Ko yamyassı ayakların balçık toprağa girsin,
Kim yürürse öldürürler bilirsin.
Zonguldak ölü iki gecede gecede diri bir,
Zonguldak bir Türkiye, bir aç Türkiye değil midir?
***
Soru bugün de geçerli!
Bir başka nehir anlatı, yine Zonguldak/Devrek doğumlu Metin Köse’ye ait. Mükellefiyet’le (2010) başlayan dizi Göl Dağı’yla (2012) sürmüş, 1965’den sonraki en büyük madenci direnişiyle; 1991’deki Büyük Yürüyüş’le tamamlanmıştır (2014).
Üçlemenin ilk satırları, yazarın çıkış noktasını-sorunsalını da ortaya koymaktadır:
"Birgün, bir yerde, biri çıkıp -Uğradığın zulüm, 140 yıl sonra da olsa mutlaka tarihle yüzleştirilecek!- dese eminim inanmazsınız. Zulme uğrayanlar -ki; başta bu satırları yazan ve okuyan olmak üzere- birgün, bir yerde, büyük bir yüzleşmenin olacağına yürekten inanırlar. Ve o inanç, insanı ayakta tutar."
***
Kara-kanlı tarihin son bulması için önce zulmün adını koymak gerekir. Burada anılan bir avuç yazarın yaptığı gibi.