Maduro'nun Erdoğan'ın Yeni Türkiye'sinde ne işi var?

Chávez’in mirasını devralmış sosyalist bir liderin Erdoğan’ın “Yeni Türkiye”sinde (dahası iktidarın propagandasını yapan bir televizyon dizisinin setinde) ne işi var?

Abone ol

Esra Akgemci*

Recep Tayyip Erdoğan’ın 9 Temmuz’da gerçekleşen “Cumhurbaşkanlığı göreve başlama töreni”ne katılan 22 devlet başkanı arasında kuşkusuz en dikkat çekici isim, Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti Devlet Başkanı Nicolas Maduro’ydu. Son yıllarda neredeyse “her fırsatta” Türkiye’ye gelen Maduro, ilk ziyaretini 4 Kasım 2010’da Dışişleri Bakanı iken gerçekleştirmişti. Bu, Venezuela’dan Türkiye’ye yapılan ilk bakan ziyareti olması açısından önemliydi. Aynı gün iki ülke arasında Enerji İşbirliği Anlaşması imzalandı ve bundan sonraki süreçte enerjinin yanı sıra ticaret, finans, tarım, eğitim ve kültür gibi birçok alanda gelişecek olan ikili işbirliğinin temelleri de bu ziyaretle atılmış oldu. Ne var ki, o günden bugüne gerek Venezuela’da gerekse Türkiye’de çok şey değişti. Birbirinden farklı siyasi coğrafyalarda, farklı bölgesel konjonktürlerde ayrı uçlara savrulan bu iki ülkenin, özellikle son iki yılda bu denli yakınlaşmasının temelinde, “ekonomik işbirliği imkânları”ndan ziyade, dış politikada (ve aynı zamanda seçim zaferlerine rağmen iç politikada) köşeye sıkışan iki liderin kendilerine yeni manevra alanları açma çabası yatıyor. Bu yazıda, Türkiye kısmını bir kenara bırakarak, Venezuela açısından Erdoğan’ı “kaçınılmaz” bir müttefik hâline getiren koşulları ortaya koymaya çalışacağım.

CHAVEZ-AHMEDİNEJAD İKİLİSİNDEN MADURO-ERDOĞAN İKİLİSİNE 

Venezuela’da Bolivarcı Devrim’in kurucu lideri Hugo Chávez, sadece kendi ülkesinde değil, Latin Amerika genelinde ABD hegemonyasına karşı topyekûn direnişi mümkün kılacak, “devrimci demokrasi” olarak tanımladığı yatay ve aşağıdan örgütlenmeye dayalı bir toplumsal dönüşüm sürecinin ideolojik ve kurumsal temellerini inşa etmeye çalıştı. Chávez’in dış politika anlayışı da bu temeller üzerinde, karşı-hegemonya mücadelesine bağlı olarak gelişti. Buna göre, Venezuela dış politikası, ABD hegemonyasına karşı Latin Amerika’da yeni bir “tarihsel blok” oluşumuna katkıda bulunabilecek üç temel karşı-hegemonik araç üzerine kuruluydu: Maddi imkânlar (petrol), fikirler (21'nci yüzyıl sosyalizmi) ve kurumlar (ALBA/Latin Amerika için Bolivarcı İttifak). Öncelikle, Chávez için Venezuela ekonomisinin tek temel dayanağı olan petrol, “jeopolitik bir silah”tı ve Latin Amerika’nın kendine özgü tarihsel koşullarında yeni bir sosyalizm deneyimine alan açmak için bu silahı sonuna kadar kullanmak gerekiyordu. Chávez’in bu doğrultuda en etkin girişimi, ABD’nin Meksika ve Kanada ile imzaladığı serbest ticaret anlaşması NAFTA’yı tüm Batı yarımküreye (Küba hariç) yayma girişimi olan FTAA’ya (Amerika Ülkeleri Serbest Ticaret Anlaşması) karşı, dayanışma, işbirliği ve tamamlayıcılık ilkesine dayanan alternatif bir bölgesel entegrasyon projesi (Küba dahil) olarak ALBA’yı hayata geçirmesiydi. Bu proje kapsamında tarihinde ilk defa bir Latin Amerika ülkesiyle çok kapsamlı bir bütünleşme anlaşması imzalayan Küba, sağlık hizmetleri karşılığında Venezuela’dan petrol almaya başladı. Chávez’e göre, Latin Amerika, ABD hegemonyasına ancak bu şekilde, kendi kendine yetebilen, dışarıya bağımlı olmayan bir siyasi ve ekonomik birlik olarak direnebilirdi, tıpkı Bağımsızlık Savaşı’nın önderlerinden, “kurtarıcı” Símon Bolívar’ın iki yüzyıl önce idealize ettiği gibi…

Chávez’in alternatif bölgeselleşme projesi, maddi imkânlar, fikirler ve kurumların etkileşimine dayanan, önemli bir karşı-hegemonya potansiyeli taşıyordu. Ancak bu potansiyelin ortaya çıkmasında petrolün (daha doğrusu petrol fiyatlarının) belirleyici olması, karşı-hegemonya mücadelesi açısından aşılması zor bir sınırlılık yarattı. OPEC aracılığıyla petrol fiyatları üzerinde belirli bir denetim sağlama ve ABD’nin petrol piyasası üzerindeki etkisini kırabilmek için Rusya, Çin ve İran gibi rakip ülkelerle yakın ilişki kurma çabalarına dayalı “petrol diplomasisi”, zamanla Venezuela’nın ikili ve çok taraflı ilişkilerini belirleyen temel unsur oldu. Kısacası, Chávez’in dış politikası, her şeyden önce ABD’ye karşı müttefik kazanmakla ilgili hâle geldi. Sosyalist bir liderin, bu bağlamda ideolojik olarak kendisine çok uzak bir liderle ittifak kurması belki anlaşılabilir, ancak ilişkilerini bozmamak adına, o liderin ülkesindeki insan hakları ihlallerine duyarsız kalması, kendi konumunu sarsan çok büyük bir çelişki doğurur. Chávez’in Ahmedinejad ile kurduğu yakın ilişki, İran’da 1979 Devrimi’nden bu yana görülmüş en büyük kitle hareketlerinin yaşandığı 2009 protestoları sırasında, böyle bir çelişkinin ortaya çıkmasına yol açtı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerini şaibeli bulan ve sokağa dökülen Ahmedinejad karşıtı göstericilere ateş açılmış ve öğrenciler başta olmak üzere muhaliflere karşı çok sert bir polis şiddeti uygulanmıştı. Ahmedinejad’a göre giderek yayılan ve 2010’da da devam eden isyan dalgası, “emperyalist bir komplo”nun ürünüydü. Bundan sonraki süreçte İran’da muhaliflere yönelik baskı giderek arttı. Chávez ise, bu süreçte İran’ın kapitalizmin saldırısına uğradığını ve buna karşı Venezuela’nın her zaman İran’la dayanışma içerisinde olacağını vurguladı. Dahası, iki ülke arasındaki ilişkiyi “stratejik ortaklık” olarak tanımladı ve çok kutuplu, yeni bir dünya düzeni için iki ülkenin öncü rol üstleneceğini açıkladı. Bu, elbette Bolivarcı Devrim sürecine inanan birçok sosyalist için büyük bir hayal kırıklığıydı. Çünkü Chávez-Ahmedinejad yakınlığı, İran’ın devrimcileri ezen rejimiyle Venezuela’daki sosyalizme geçiş sürecine dayalı Bolivarcı Devrim’in bir tutulmasına yol açıyordu. Karşı-hegemonya mücadelesinin kırılganlığı, emperyalizm karşıtlığını pratikte ABD karşıtlığına indirgemişti. Öyle ki Arap Baharı’nı ABD’nin tasarladığı bir süreç olarak gören Chávez, bu sefer de Kaddafi ve Esad’ı destekledi. Peki, nasıl olur da 21'inci yüzyıl sosyalizminin mimarı olan Chávez gibi efsanevi bir lider kendi halklarına karşı savaş açmış bu diktatörlere destek verirdi? Bugün, Maduro’nun yaşadığı çelişki de çok farklı değil: Chávez’in mirasını devralmış sosyalist bir liderin Erdoğan’ın “Yeni Türkiye”sinde (dahası iktidarın propagandasını yapan bir televizyon dizisinin setinde) ne işi var?

ERDOĞAN İLE İTTİFAK: MADURO'NUN DAR ALANDA KISA AÇILIMI

Kabul etmek gerekir ki, 5 Mart 2013’te kansere yenik düşen Chávez, ardılı olarak işaret ettiği Maduro’ya hiç de parlak bir miras bırakmadı. Maduro, daha girdiği ilk seçim (14 Nisan 2013) sırasında 7 kişinin ölümüyle sonuçlanan şiddetli sokak çatışmalarıyla karşılaştı. Guarimba olarak adlandırılan ve 2014’ten itibaren özellikle başkent Caracas’ta hızla yayılan bu şiddet eylemleri, Chávez’i önceleyen, ancak Chávez döneminde siyasi olarak (Chavismo/Anti-chavismo ekseninde) hızla keskinleşen derin bir toplumsal kutuplaşmanın ürünüydü. Orta ve üst sınıfların 2007’de İlk Sosyalist Plan’ın onaylanmasının ardından başlayan sosyalizme geçiş sürecine direnmeleri, Chávez’in popülist söylem ve politikalarıyla toplumsal kutuplaşmayı siyasi bir düzlemde yeniden üretmesi, üstelik 2007 referandumuyla Chavista hareketi içerisinde de bir kırılmanın başlamış olması, Bolivarcı Devrim’in geleceğini tehdit eden ciddi sorunlara yol açmıştı. Buna karşılık ABD yönetimlerinin (gizli saklı olmayan, açıktan aktarılan çeşitli fonlarla) doğrudan desteğini alan ve şiddeti sürekli kışkırtan sağ muhalefetin, Chávez’in yokluğunda Bolivarcı Devrim’in çözüleceğine inanarak baskıyı artırması, Maduro açısından işleri daha da zorlaştırmaya başladı. Bu tabloya bir de, 2013’ten itibaren Güney’in yükselen ekonomilerinde hissedilmeye başlayan küresel krizin etkisi eklenince, Venezuela çok ağır bir bunalıma sürüklendi. Petrol fiyatlarındaki hızlı düşüşle birlikte, ülkede bir çeşit “ekonomik savaşa” yol açan karaborsacıların ve stokçuluk yapan büyük şirketlerin neden olduğu fiyat spekülasyonları, ekonomiyi iyice kontrolden çıkardı.

Bugün Venezuela, yüzde 18 binlerde olduğu tahmin edilen dehşet verici bir enflasyon oranıyla ekonomisi daralmaya ve alım gücü düşmeye devam eden, temel gıda, temizlik ürünleri ve ilaç sıkıntısı çeken, ABD’ye ve Latin Amerika ülkelerine yoğun bir şekilde göç veren, kaos içinde bir ülke konumunda. Dış politikadaki durum da, haliyle pek iç açıcı değil. ABD, Kanada ve AB’nin çeşitli yaptırımlarına maruz kalan Venezuela’nın MERCOSUR (Güney Amerika Ortak Pazarı) üyeliği de süresiz askıya alınmış durumda. Dolayısıyla Maduro’yu Türkiye’ye getiren nedenler üzerinde düşünürken, ilk dikkat edilmesi gereken nokta, Venezuela’nın uluslararası alanda ne kadar büyük bir izolasyonla karşı karşıya olduğudur. Zira Venezuela Dışişleri Bakanı Jorge Arreaza Montserrat, Şubat 2018’de Cenevre’de BM Genel Sekreteri António Guterres’le görüştüğünde ABD’nin uyguladığı ambargo yüzünden uluslararası finans sisteminde çeşitli engellerle karşılaştıklarını anlatmış ve uyarmıştı: “Bu durum devam ederse biz de yeni mekanizmalar bulmak için Rusya, Çin ve Türkiye’yle işbirliği yaparız!”

Rusya ve Çin’in yanında Türkiye’nin son dönemde Venezuela için yeni bir müttefik olarak ortaya çıkmasının en önemli nedeni, Türkiye’nin ABD ile karşı karşıya gelmesi ve Rusya’yla yakınlaşması. Bu elbette, Suriye’deki dengelerle birlikte değişebilen ve aslında dışarıdan göründüğü gibi net olmayan, tartışmalı bir durum. Ancak, ABD ambargosunun yükünü hafifletmek için Asya’da yeni açılımlar yapmaya ve yatırım çekmeye çalışan Venezuela açısından, Türkiye’nin 15 Temmuz sonrasında geleneksel müttefiklerinden uzaklaşması ve Batı ile ilişkilerinin zayıflaması, iki ülke arasında stratejik işbirliği için önemli bir fırsat yarattı. Maduro’nun geçen seneki ziyareti sırasında sarf ettiği “Türkiye’ye geldik çünkü Türkiye’ye inanıyoruz. Yeni bir gücün doğduğunu biliyoruz” sözleri bu açıdan önemliydi. Son olarak, cumhurbaşkanlığı törenine gelmeden önce Twitter hesabından Erdoğan’ı “Venezuela’nın dostu ve yeni çok kutuplu dünyanın lideri” olarak tanımlaması, yine Maduro’nun stratejik işbirliğine verdiği önemi gösteriyordu. Son iki yılda iki ülke arasındaki enerji, ulaşım ve eğitim gibi farklı alanlarda işbirliği olanaklarının hızla gelişmesinin yanı sıra ticaret hacminin 6 kat artması, bundan sonraki süreçte de ikili işbirliğinin gelişmeye devam edeceğini gösteriyor. (2016’da 83 milyon dolar olan Türkiye ve Venezuela arasındaki ticaret hacmi, 2017’de 154 milyon dolara, 2018’in ilk 3 ayında ise yarım milyar dolara ulaştı. Yılsonuna kadar bu rakamın, 2 milyar doları bulması bekleniyor.) Venezuela ve Türkiye, ideolojik ve siyasi olarak birbirine çok uzak olsa da ekonomik olarak birbirini tamamlayıcı (biri enerji üreticisi ama üretim sektörü zayıf, diğeri enerji işbirliği arayışında ve belirli bir sanayi altyapısı sunabilecek durumda) ve uluslararası siyasette birbirini destekleyici (çok kutupluluk ve yeni dünya düzeni vurgusuyla) iki ülke konumuna geldi. Türkiye-Venezuela ilişkilerinde “yeni dönem” olarak ele alınan bu sürecin, iki taraf açısından da belirli bir zorunluluk temelinde geliştiğini ve bu zorunluluğun bir süre daha Maduro ve Erdoğan’ı yan yana getirmeye devam edeceğini söyleyebiliriz.

Peki, Maduro’nun gerçekten “başka seçeneği” yok mu? Chávez’den geriye sorunlar yumağından başka bir miras kalmadı mı? Devrim sürecindeki bir ülkenin, içerideki dönüşümün ideolojik ve kurumsal araçlarını dış politikasına taşıması mümkün değil mi? Chávez’e göre, 21. yüzyıl sosyalizmi, Latin Amerika’nın kendine özgü tarihsel ve toplumsal koşullarına dayanan, her gün yeniden inşa edilmesi gereken bir sosyalizm olmalıydı. Chávez, ABD’nin bölgedeki ekonomik hegemonyasını perçinleyecek olan FTAA’nın askıya alınmasını sağlayarak ve ALBA ile birlikte TeleSUR (Güney’in Yeni Televizyonu), Banco del SUR (Güney’in Bankası), PETROAMERICA ve MINERSUR (Güney’in Madeni) gibi farklı alanlarda alternatif bir entegrasyon sürecini mümkün kılacak kurumsal mekanizmaları hayata geçirerek, bu yönde bir dış politikanın mümkün olduğunu gösterdi. Ancak Latin Amerika dışında karşı-hegemonik bir siyaset izlemenin farklı zorlukları vardı. Chávez, bölgede karşı-hegemonya mücadelesi verirken, dünyada ABD hegemonyasına karşı çok kutuplu bir düzeni birlikte savunabilmek için Rusya, Çin ve İran gibi ABD’ye rakip ülkelere yöneldi. Ancak küresel sistemde ABD hegemonyasına karşı çıkmaları, bu ülkelerde Venezuela’daki gibi karşı-hegemonik bir mücadele verildiği anlamına gelmiyordu. Kendi ülkesinde verdiği mücadele ile tüm dünyada devrimciler için bir umut kaynağı olan ve ezilen tüm halklarla dayanışma içinde olduğunu söyleyen Chávez, Ahmedinejad’a sonuna kadar destek verdiğinde, İran’da polis şiddetine maruz kalan muhalif bir öğrenci, acaba Chávez’e karşı ne hissederdi? Ya da Türkiye’de devletin yaptığı insan hakları ihlallerine tepki gösterdiği ve barış istediği için KHK ile ihraç edilmiş bir akademisyen, Maduro’yu 100’den fazla solcu akademisyeni üniversitesinden ihraç eden Ankara Üniversitesi Rektörü Erkan İbiş’le aynı karede görünce ne düşünebilir?

Maduro’nun iç ve dış politikadaki imkânları, Chávez’e göre daha sınırlı olabilir. Ancak Maduro’nun, ülkesindeki karışıklıkları çözmek için “Barrio” örgütlenmelerinin önerilerini dikkate alarak aşağıdan bir dayanışma ağı kurmak yerine yukarıdan mekanizmalarla anayasayı değiştirmeye, yetkilerini artırmaya ve iktidarını sağlamlaştırmaya çalıştığını unutmayalım. Chávez’in son mirası, “tartışma şehirleri” adı verilen halk meclislerinde katılımcı bir sürecin ürünü olarak hazırlanan ve sosyalizme geçişte ikinci aşamayı oluşturan “Vatan Planı”ydı. Chávez’in ölümünün ardından, 4 Aralık 2013’te Ulusal Meclis’te kabul edilen Vatan Planı, işçilerin karar verme mekanizmalarına tam katılımını sağlamayı ve sosyalist üretim modeline geçişi sağlayacak bir ekonomik sistem inşa edilmesini öngörüyordu. Ülkenin içine girdiği kriz ve şiddet ortamı, Vatan Planı’nın bir tasarı olarak kalmasına yol açtı. Oysa sosyalist üretim ilişkilerinin kurulmasında yol gösteren plan, Bolivarcı Devrim sürecinin çelişkilerinin çözülmesinde ve krizin aşılmasında da kılavuz olabilirdi. Böylelikle Maduro, lider olarak imajını düzeltmeye çalışmak ve dış politikada küçük “stratejik” hesaplar peşinde koşmak zorunda kalmazdı. Eğer Maduro, Venezuela’nın içine düştüğü karanlıktan çıkışı, Rusya’dan ya da Türkiye’den önce, kendi ülkesinin gecekondu mahallerinde arasaydı, bugün kurmak zorunda olduğu ittifaklar daha tutarlı olabilirdi. Venezuela’nın geleceğini, stratejik ittifaklar değil, sıradan insanların mücadelesi belirleyecek. Maduro’nun her şeyden önce buna inanması gerekiyor.

*Arş. Gör., Selçuk Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü.