Elbette başka dönemler de var.
Mesela, Demokrat Partili üç ismin idamının içinden doğan Adalet Partisi’nin, “üç fidanın idamı”na iştahla koşması gibi.
İstediğiniz ya da istemediğiniz kadar.
AKP iktidarı ise, mağdurların nasıl mağrur, mazlumların nasıl zalim, kibir ve nefretten çekenlerin nasıl kibir ve nefret sahibi, başka kudret ve kuvvetler tarafından hırpalananların kudret ve kuvveti bulunca ne olabildiklerine dair çok çarpıcı bir tarih kesiti olarak bu ülkenin hafızasına kazınacak.
Şu sıra, Kılıçdaroğlu ve Akşener’in, hatta Sedat Peker’in çıkışları neticesinde, “SADAT” ile tanışıyor ülke.
“Paramiliter” bir örgütlenme olarak, yaptıkları, sırları, kolları sorgulanıyor; “onlarla ilişkim yok” diyen Cumhurbaşkanı’nın masasında, danışmanları arasında bulunuşlarının kanıt fotoğrafı dolaşıyor.
MAĞDUR İKEN
SADAT’ın kurucusu (eski general) Adnan Tanrıverdi’yi ilk 2008 yılında tanıdım. Daha doğrusu, bana yazdığı bir mektup ve telefon konuşmamızla bildim.
O sıra SADAT yoktu; ASDER Başkanı’ydı. TSK’dan uzaklaştırılan bazı askerlerin. Ve dikkatinizi çekerim. AKP kaç yıldır iktidardı ama mağduriyetler baki kalmıştı.
Bir yazım üzerine ve 28 Şubat’ta da gösterdiğim hep aynı tavrımdan dolayı şu mektubu yazmıştı bana:
Sayın Umur Talu
Sabah Gazetesindeki, 28 Nisan “Bir ibret klasiği” tarihli ve 29 Nisan tarihli “silahlı gasp ve ilkesiz kuvvetler” başlıklı yazılarınızı okudum.
Köşesini, darbe, dayatma ve haksızlıkların karşısında kullanan ender yazarlarımızdan biri olarak tanıdığımız, yazılarını ilgiyle ve beğeniyle okuduğumuz, değer verdiğimiz bir düşünce insanı olarak, bu vesile ile, sizi sevgi ve muhabbetle selamlıyorum.
Söz konusu iki yazınızda da, bir devrin mağduru eski Silahlı Kuvvetler mensuplarına arka çıkıyorsunuz. Mağduriyetlerinin bir nebze de olsa telafisi için, Emekli Sandığı kanununda değişikliği içeren bir önergeyi, Genelkurmaydan gelen baskı sonucunda reddeden Meclisimizin, gösteremediği özgür iradeden dolayı serzenişte bulunuyorsunuz.
Biz de iktidarı ve muhalefeti ile Meclisimizde, hakkın sonuna kadar ve cesaretle savunulamamasının, mağduriyetlerin devamı ile birlikte ülkemizin içine düşürüldüğü istikrarsızlığın da sebebi olduğunu kabul ediyoruz ve bu durumdan şikayetçiyiz.
Umur Bey,
Ben; 28 Şubat sürecinde, kendilerine yasal bir suç isnat edilmeden, yargılanmadan, suçlu olduklarına dair haklarında kesinleşmiş bir yargı kararı bulunmadığı halde ve yargıya başvurma hakları da ellerinden alınarak, yani ne işlemden önce ve ne de sonra kendilerini savunma hakkı verilmeden; dosyaları başarı ve takdir belgeleri ile dolu olan, yakın komutanları tarafından emsaline örnek gösterilen, sadece inandıkları gibi yaşamayı hayat prensibi edindikleri için disiplinsizlik yaftası vurularak, Yüksek Askeri Şura kararları ile Türk Silahlı Kuvvetlerinden, bütün hak ve kazanımları dondurulup ellerinden alınarak, re’sen emekli edilmiş Subay ve Astsubayların kurdukları Adaleti Savunanlar (ASDER) Derneğinin Genel Başkanlığını yapmaktayım.
Bu süreçte mağdur edilmiş subay ve astsubayların sayısı 1626 kişidir. Çoğu gençtir. Emeklilik haklarını kazanamamışlardır. Silahlı Kuvvetlerden tasfiye edilmeleri yetmiyormuş gibi, meşhur 28 Şubat MGK Kararına ek 18 maddelik tedbirlerin muhteviyatında bulunan bir yasaklama ile kamu kurum ve kuruluşlarında ve hatta bazı özel kurum ve kuruluşlarda da işe alınmaları engellenmekte ve bu yasaklamalar takip kurulları tarafından da kontrol altında bulundurulmaktadır. İmkân bulunsa hayat hakkı tanınmayacaktır. Sanki bu ülkenin insanı değiller.
Umur Bey,
Yazılarınıza konu ettiğiniz, “Emekli Sandığı Kanununa Bir Geçici ve bir Geçici ek madde eklenmesi”ne dair kanun teklifi ile ilgili önergenin TBMM’deki serüveni şöyle gelişmiştir. Bizim arkadaşlarımız da gelişmeleri takip etmişlerdir.
AKP Trabzon Milletvekili Sayın Cevdet Erdöl tarafından 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat döneminin, yargısız mağdur edilen Silahlı Kuvvetler mensuplarının emsalinin yükselebileceği derece ve kademelerinden emekli maaşı alabilecek düzenlemelerin yapıldığı, ekte bir suretini size gönderdiğim, kanun teklifi hazırlanmış; sonra bu teklif üzerinde, CHP Edirne Milletvekili Sayın Rasim Çakır ile koordine edilmiş; akabinde, her iki milletvekili tarafından tasarı gruplarına anlatılmış ve gruplarının benimsemesi üzerine 09 Nisan 2008 günü, görüşülmekte olan Sosyal Güvenlik Yasası çerçevesinde, AKP ve CHP Grupları tarafından ayrı ayrı TBMM genel kuruluna önerge verilmiştir. Verilmesini müteakip önergelere vakıf olan MSB’ lığı temsilcisi ve daha sonra Gnkur. Adli Müşavirinin devreye girmesi ile aynı gün akşam önerge CHP tarafından geri çekilmiştir.
Gerek Sayın Çakır, gerekse Sayın Erdöl bizim eski birer silah arkadaşımızdır. Bu nedenle, haksız yere mağdur edilenleri bir nebze de olsa ferahlatacak olan bu girişimde gösterdikleri gayretlerden dolayı, değerli bu iki milletvekilimizi de, ASDER olarak minnetle anıyoruz. Ancak, olayın Genelkurmay müdahalesinden sonraki serüveni sizin yazılarınızda belirttiğinizden biraz farklı cereyan etmiştir.
Konuyu takip edenler, müdahalenin CHP vasıtasıyla yapıldığını, önergeyi ilk geri çekenin CHP olduğunu, önergenin arkasında durulması için AKP yetkililerinin CHP yetkilileri ile ısrarlı görüşmelerde bulunduklarını, ancak irtica ve benzeri nedenlerle 28 Şubat sürecinde tasfiye edilenlerin arkasında duramayacakları cevabını aldıktan sonra, görülmekte olan kapatma davasına gerekçe teşkil etmemesi bakımından sonunda AKP’nin de önergesini geri çektiğini ifade ediyorlar.
Tabii ki biz iktidar partisinin dayatmalara boyun eğerek verilmiş bir önergeyi geri çekmelerini kabul edemeyiz. Ama, ideolojik bir yaklaşımla ve askerle kol kola ve ona danışmadan benzeri bir önergenin kanunlaşmasını göze almayan CHP’nin buradaki çelişkisini görmemek mağdurlara haksızlık olur. Eğer CHP önergesini geri almasaydı, tasarı kanunlaşabilir ve mağdurların az da olsa bir hakkı kendilerine teslim edilebilirdi.
Bu yetmezmiş gibi, hazırlanan önerge, içinden 28 Şubat mağdurları çıkarıldıktan ve muhtemelen Genelkurmay ile de koordine edildikten sonra, 16 Nisan 2008 tarihinde Sayın Rasim Çakır tarafından, TBMM Genel Kurulunda okunarak, tekrar genel kurulun kararına sunulmuş, bu defa da AKP kabul etmediği için, tasarı kanunlaşamamıştır.
ASDER olarak, bizim mensuplarımız haklarını alamasalar da, 12 mart ve 12 eylül mağdurlarının gündeme gelen bir imkândan yararlandırılmasını arzu ederdik. Ama meseleyi, hak ve hukuk bazına değil de, ideolojik baza oturtan ve TBMM dışı dayatmalara kulağını kapatamayan muhalefet partisinin çifte standardını görmezlikten gelmemiz mümkün değildir.”
HEP MAĞDUR KALANLAR
“Ayrımsız” her türlü haksızlık karşısında yazmaya çalışırken, bir konum da buymuş demek.
O sıra, TSK içine dair yazılarda, başörtülü astsubay eşleri, anneleri ve kızlarının orduevine alınmaması üzerine de. Eşi, kızı başörtülü ya da başörtüsüz, ölüme gönderilen uzman çavuşların, sırf “haddi değil” diye orduevlerinde bir çay içmek istese dahi kovulmasını da.
Tekmeleri, tokatları, eziyetleri, hakaretleri, intihara sürüklenenleri de.
“Mağdurlar”ın güce ve iktidara yapışmakla da yetinmeyip onun parçası, uzantısı olmalarını bir de ASDER-SADAT sürecinde anlamak varmış.
Öyle ya, kendileri için şikâyet ettikleri durumun; misal Libya’daki komutanın hakaretlerini CİMER’e şikâyet edince, anında ordudan kovulan uzman çavuşların başına gelmesi de var. Tanrıverdi ve ekibi artık iktidarın parçası olmuşken!
Haksızlıkların milyonlarca insanı vurduğu, bazılarını tamamen ezdiği bir ülkede “hak”kı unutmanın bin bir iktidar yolu var elbette.
Mesele öyle ilişmiş gazetecilerin iktidara cıvık cıvık yapışması ve o mevkiden sağa sola saldırması kadar da basit değil.
Geçmişte çok sayıda yazımda Irak’taki, Afrika’daki kirli-kanlı faaliyetlerini yazdığım “Mercenaries” yani “Paralı asker-paralel kuvvet-paramiliter örgütlenmeleri”ne özenmiş bir yapı var.
Rusya’nın kâğıt üstünde yasakladığı ama Putin’in içte ve dışta kullandığı “Wagner” gibi belki.
1990’ların ikinci yarısından itibaren “Bunlar bazen jandarma-bazen mafya” türü çok yazı yazmışım “paralı askerler” için!
O dönemde ABD “Müslüman ülkeler”de kullandığı için veya Afrika’da elmas sömürgecileri yerli halka saldırttığından, belki “bizimkiler” de hoşlanmıyordu bunlardan!
Ben milisin millisinden de hoşlanmıyorum!
TANRI VERDİ AMA…
Google’da kendi adım ve Tanrıverdi’ninkinin bir arada olduğu mektubu ararken başka “asker Tanrıverdi”ler de buldum. Eski yazılarımda. Hepsini hatırlayıp anarak.
Onları da “Tanrı verdi” ama mağrurların dünyasında yaşatamadı!
Misal, “Kabza koltuk istikametinde, namlu masanın soluna paralel… Baş iki masa arasında, ayaklar soldaki duvar istikameti boyunca, sırt üstü…” başlıklı yazıdaki Astsubay Vedat Tanrıverdi.
Kıbrıs’ta bunaltılıp doğum gününe az kala intihar etmişti; yukarıdaki tespitle, ölümü sonradan “tamamen kendi derdi” sayıldı.
Onu yazarken, “Bir günde üç polisin, bir günde üç astsubayın, bir günde üç uzman çavuşun, bir günde üç erin intihar ettiği, bir günde üç, beş işçinin can verdiği, bir günde üç işçinin barakada yandığı ülkede…
Sevsinler “İç Güvenlik Paketi”ni!” demişim.
Sevsinler hakikaten sizin güvenliklerinizi!
Sonra Uzman Çavuş Kenan Tanrıverdi.
Aynı soyadlı Vedat Astsubay’dan bir yıl sonra, onun kendi canını alışı da.
Onu da böyle yazmışım o sıra, Sayın Adnan Tanrıverdi:
“Başbakan (yani Cumhurbaşkanı) balkondan ‘şehitler’ saydı, ‘Suriye ile savaş’tan bahsederken.
Balkondan inip aşağıdan bakarsanız, ortada savaş yokken bile birbiri peşi sıra düşen alttaki askerleri görürsünüz.
Lakin onlar görünmez, meçhul askerler!
Dün iktidar kibir yaparken, kedi dolaştırırken, muhalefet çöpte oy ararken, Tuzla Piyade Okulu’nda Uzman Çavuş Kenan Tanrıverdi’nin silahıyla intihar ettiği haberi geldi.
Hepsini birer insan değil, sayıdan ibaret görenler için bile, ‘intihar eden asker sayısı şehit sayısından fazla’!
Ama onların bir hükmü yok.
Aynı yerde geçenlerde, spor zorlaması sırasında bir uzman onbaşı ölmüştü.
Eğer öyle ölürsen, yaralanırsan, sakat kalırsan, organların eksilirse devlet seni bir de sıfırlıyor.
Şu sıra, bu sıfırlama işlemi daha da coşmuş durumda.
Askerlik görevi sırasında tükenmiş, tüketilmiş, kazada ölmüş, yaralanmış askerleri ucuza getirme seferberliği var.
Tazminat talepleri reddediliyor; ‘kelepir asker içtihadı’ genişliyor.
Acılı ailelere, paramparça askerlere, askeri yargı kararıyla ‘başına gelen, evladını alan çok sıradan, normal bir vaka’ deniyor!
Askeri hastanelere, ‘askerlik görevi yüzünden ortaya çıkan hastalıklar’da asker lehine rapor vermemeleri için telkinler olduğu ileri sürülüyor.
Böylece, ‘savaş’ görüşen bir devletin, esasında sıradan askerine, sıvasız hane çocuklarına ne kıymet verdiği de anlaşılıyor.
Bunu anlamak için balkona çıkıp aşağıya bakmak değil; aşağıya inip onların gözlerinin içine, yüzlerine, erimiş bedenlerine, tükenmiş ruhlarına bakmak gerekiyor tabii!”
Böyleydi işte ve hala böyle.
Ama mağdur mağrur olunca, balkona “eli belinde” gibi destek olunca, kuvvet ve kudret yanından nasıl görecek aşağıda ezilenleri!
Not: Sayın Adnan Tanrıverdi’nin “Fetö” konusundaki tavrını merak ederseniz, kendisi açık yüreklilikle anlatmış.
1996’dan 1999’a kadar dostluk sürmüş, sonra tamamen anlamış. Bu yazısı Fetöcü darbe girişiminden bir yıl kadar önce, “tapeler” meselesinden sonra!
“Bir tarafta, Kökü devletin organlarında, saçakları milletin içinde, "BAŞI" dünya hakimiyeti için amansız mücadele veren bir süper devletin merkezinde olan bir dini cemaat(!). Cemaatin dışarıdaki başının halifeleri, içerideki gövdenin ise ağabeyleri olan sorumlular da sıkışınca soluğu Türkiye dışında alıyorlar.
Diğer tarafta, 1994 yılında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adayı olduğundan bu yana, 21 yıldır girdiği her seçimi bir öncekine nazaran daha yüksek oy alarak kazanarak ve seçilerek İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı görevlerine getirilen Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan ve onun bir yıl önce teslim ettiği ve önümüzdeki seçimlerin iktidara en yakın olan Partisi var.
Cemaat var gücü ile var gücü ile Cumhurbaşkanını ve onun kurup büyüttüğü partiyi iktidara yaklaştırmamak için gayret sarf ediyor.
Emekli olduğum 1996 yılından 1999 yılına kadar bu cemaat, en üst seviyeden benimle de irtibat kurdu. Yurt içi yurt dışı gezilerine, mütevelli toplantılarına davet edildim. Götürüldüm. Yüksel tahsil seviyesindeki gençlerimizin dindar olması için uğraştığını değerlendirdiğim bu cemaate, katıldığım etkinliklerde konuşmalar yaparak destek verdim.
28 Şubat kararlarını kendine bağlı özel okullarda tavizsiz uygulamaları nedeni ile ilişkimi gevşettim. 1999 yılında Hac farizamı yerine getirdikten sonra sakal bıraktım. Muhtemelen bu sebepten, 1999 tarihinden sonra, benimle cemaat de irtibatını kesti.
Bir dini cemaatin devletin içinde örgütlenmesi, siyasetle uğraşması ve millet tarafından seçilmiş iktidarı yıkmak için bütün gücü ile bir nevi savaşması akıl alacak bir davranış değildir.”
Öyle işte!