Dört tarafı riyayla kaplı ülkemizin en acayip acayipliklerinden
biri, 2017’de evlilik programlarının kaldırılıp yerlerine ışık
hızıyla cinayet ve kayıp programlarının konmasıydı. Bu geçiş hiç de
zor olmadı cidden. Evlilikle cinayet ülkede birbirine ne kadar
yakın kavramlarsa artık…
Yıllardır da bu programlarda ailemizin yargıcı, doktoru,
terapisti, polisi, ablası, tesisatçısı vs. her şeyi olarak ünlenmiş
sunucuları izliyoruz. Esra Erol’un günlerdir tartışılan programı,
bu yukarıda belirtilen rollerin tümünün birden suistimali açısından
bir zirve oldu. ATV’de yayınlanan “Esra Erol’da” programında Erol,
yüzünün görünmesini istemediğini çığlık çığlığa belirten 18
yaşındaki bir kadını canlı yayında ağır suçlamalarla, bağırarak
azarladı. “Bu tepkiyi sana dokunan adama gösterecektin!” dedi.
Gerçekten dedi bunu ve dehşet bununla da sınırlı kalmadı. Esra Erol
günümüz ekran tipi çarpık ahlakçılığını sonuna kadar kullanarak 18
yaşındaki muhatabını babası yaşındaki (40) evli bir adamla
ilişkisinden dolayı yargıladı. Hazal Kaya’nın çok sarih ve iyi bir
dille eleştirdiği gibi, kadın cinayetlerinin korkunç sakızı “o
saatte orada ne işi varmış” argümanının yasak ilişki uyarlamasını
ellerini yüzüne kapatmış çığlıklar atan bir çocuk üzerinden
defalarca tekrarladı. Kızın ablasının ve annesinin acısından,
aldatılan eşin travmasından da bir güzel yararlandı. Program
boyunca esen bu istismar fırtınasından en az etkilenen kişi de
olayların esas faili, erkek oldu, görebildiğim kadarıyla. Çünkü
toplumda ders verme/yanında durma kisvesi altında mağduru
suçlamanın daima prim yaptığını çok iyi biliyordu Esra Erol.
Programın dehşet verici yanlarından biri de şuydu. Aslında hepsi
bu travmatik olaydan şu ya da bu biçimde etkilenmiş bu kadınların
duygularının, videoyu izlemeyi zorlaştıran hıçkırık ve
çığlıklarının reytingi artırmaktan başka hiçbir “değerinin”
olmadığını, bu insanların yaşantılarına, benliklerine en ufak bir
saygı duyulmadığını da gösteren bir şey. “Evimizin yargıcı ve
ablası” bu sunucular, tüm narsisistik drama queenler gibi,
başkalarının, üstelik onlara tonla para kazandıran acılarını bir de
“bana bunu niye yapıyorsunuz?” damarından emiyorlar. Acıyı
yaşayanlar başka kadınlar, ama duyguları üzerine konuşulan kişi
yine Esra Erol oluyor. Video karşıma farklı yerlerde hep “Esra Erol
sinirlerine hakim olamadı” başlığıyla çıktı. Sık sık gözü dolmuş
gibi yapan (gerçekten dolabilir de o esrik narsisistik hisle, önemi
yok) “ben uyku uyuyamıyorum ya…” diyen Esra Erol’du. Toplumun bu
“cahil”, kendini bilmez kesiminden insanlar, yani programının ana
malzemeleri, kendi hayatlarını mahvetmekle kalmadıkları gibi bir de
sunucunun asaplarını falan bozuyordu hep.
Buradaki sınıfsal vurgu önemsiz değil. Giderek yoksullaşan,
adalet mekanizmalarının da hiçbir açıdan doğru çalışmadığı bir
ülkede TV dizileri ve bu tür programlar, yargı dağıtmalarının yanı
sıra bir nevi bedava terapi, bedava kişisel gelişim koçluğu işlevi
de görüyor. Sonuç olarak da, (buradaki vurgu kalitede değil,
işlevlerinde) son dönemin bazı popüler terapi dizileriyle gündüz
kuşağı kadın programları aşağı yukarı aynı mekanizmaları kullanarak
aynı işlevi görüyor. Mağduru ortaya oturtup “esas sorun sende”
diyorlar. Diziler bunu daha olumlu ve şefkatli mesajlarla,
“hayatını değiştirebilirsin,” vurgusuyla yapıyor, gündüz kuşağı
programlarıysa istismara varan aşağılama, bağırma çağırmalarla. Bir
nevi iyi polis, kötü polis mantığı. Her ikisinin kahramanları da,
“biz sizi düşünüyoruz,” bahanesini kullanıyor. Böylelikle, üstünden
para kazandıkları izleyici karşısında kullandıkları bu üstten dili
de “aileden biri olmak” kisvesine bürüyorlar. Öyle ya, ablaya,
teyzeye, halaya kızılır mı?
Yalan da değil. Genel itibarıyla bir korku filminden pek de
farklı olmayan, desteklenen “Türk aile yapısı” değerleri
düşünüldüğünde “aileden biri” gibiler gerçekten. Sadece, elbette,
toplumdaki en acımasız, duyarsız ailelerin içinde bile gerçekten
daha şefkatli üyeler bulunabilir. Buradaki ilişkinin geçici ve
“ticari” doğası düşünüldüğündeyse, bu insanların hepsi yalnızca
birer program konusu. Kapıdan çıktıkları anda unutulacaklar,
sıradaki mağdurların acıları sömürülecek.
Peki nasıl oluyor da oluyor? Esra Erol’un bu son programdaki
tavrı geniş bir kesim tarafından eleştirilse de seveni, savunanı da
çok. Çünkü sistemi, failleri, patriyarkayı değil kadını suçlamak
kültürel kodlarımızda var. Sunucu da bunu biliyor da yapıyor. Orada
küçücük bir kadının çığlıklarını bir çırpıda “adam sana dokunurken
de çığlık atsaydın ya” sözüyle bastırdığında, bunun toplumun
yarısının en büyük korkusu olan namus duygusunu, aldatılan
kadınların eşlerinden çok daha fazla öteki kadınlara yönelttikleri
öfkeyi okşayacağını iyi biliyor. Bu programların bu kadar çok
izlenmesinin altında yatan nedenlerden birinin, “başkalarının
felaketlerinden duyulan haz” (Almanca, Schadenfreude) olduğunu
da…
Bu yüzden de daha 18 yaşında bir kadın söz konusu olduğunda bile
konu sunucunun bu dehşet verici istismarından çıkıp kolaylıkla
“rıza”ya gelebiliyor. “E sonuçta kız reşit… Adama bilerek kaçmış…
Programa isteyerek çıkmış… Bu yeni nesil kızlar var ya adamı suya
götürür susuz getirir, bunlar da az değil…” türünden sayısız
toplumsal cinsiyet ön kabulü şak diye devreye giriyor. Kadının
reşit olması özgürlük meselesini de gündeme getirdiğinden, hatlar
iyice karışıyor. Her türlü karışıklık da düzenin ve Esra Erolların
işine yarıyor.
Öncelikle burada esas konu, bu genç kadının reşit olup olmaması,
adamla kendi arzusuyla beraber olup olmadığı değil. 30 yaşında da
olsa o koltuğa çıkarılıp azarlanması, aşağılanması, istemediği
halde yüzünü göstermek zorunda kalması, bir çırpıda bir sürü etik
dışı durum ve psikolojik şiddete maruz kalması onaylanamazdı. Kadın
programdan önce yüzünü göstermeyi kabul etmiş, kendi ayağıyla
gelmiş, program anında böyle bir krize girmiş olsa bile, hiç fark
etmezdi. Kameralar önünde aşağılanamaz ve herhangi bir şeye
zorlanamazdı. Bu, gözden kaçırılmaması gereken en önemli nokta.
Ama 18 yaşında, eh ancak, yeni reşit biri söz konusu olduğunda
elbette durum daha dehşet verici bir hal alıyor. Esra Erol’un da
kah nalına kah mıhına, ama ucu mutlaka dönüp dolaşıp genç kadının
hatalarına dayanan savlarının bir kısmı da zaten bu reşitlik
temasına dayanıyor. O nedenle bu konudaki fikirlerimi de
anlatayım.
18 yaşındaki biri, akranlarıyla ilişkisinde, hayatıyla ilgili
verebileceği belli kararlar açısından, hukuken elbette çocuk değil
genç ve bağımsızlığa adım atmış bir bireydir. Babası yaşında, evli,
iki çocuk babası bir adam karşısındaysa hâlâ çocuktur. Hele de
kadın yoksulluğunun bunca arttığı bir zamanda bu yaş ve güç farkı o
kadar suistimale açık ki. Taciz daima kaynağını eşitsiz güç
ilişkisinden alır. Karşısındakinin yaşça çok büyük, deneyimli bir
erkek olmasının doğurabileceği ağır manipülasyonla ürettiği
“rıza”ya, rıza diyebilir miyiz? Kendisiyle aynı yaşlarda biriyle
kaçsa, çatı katına beraber sığınsalar elbette ortada tartışılacak
pek bir şey olmazdı. Durumun “trajik gider azlığı” nedeniyle zaten
programa falan da çıkarılmazlardı. Eşitsizlik, şiddet üretir. 18
yaşında bir kadının, sırf birkaç ay önce kanunen reşit oldu diye
babası yaşında, evli bir adama ne “evet”i gerçek bir evet, ne
“hayır”ı gerçek manada hayır sayılabilir. Bana göre daima
ahlaksızlık üretmekten başka hiçbir işe yaramayan genel ahlakın
değil, insan olmanın bir kuralı bu. Burada insanın içinden kopan
“çocuk” vurgusu kadını/genci pasifleştirmeye, mağdurluğunun altını
çizmeye değil, bu eşitsizliği vurgulamaya yönelik…
Ama dediğim gibi, burada konu bu değil. Tüm bu acı pornosundan
en az etkilenen, en burnu kanamadan kurtulan kişinin, bunca acının
sebebi olan erkek, Kadir Akkoyun olması. Tüm bu şovun kadınlar
arasında, kadın çığlıklarıyla, kadınlar suçlanarak, kadınlara ders
verilerek icra edilmesi. Bunların ardında yatan toplumsal,
kültürel, siyasi zemin bir çırpıda hasır altı edilerek sağlanan
arınma. Ve bunun da “toplum yararı” maskesiyle sunulması.
Esra Erol kapatılsın demiyorum. Kapatmayı gerçek bir çözüm
olarak görmüyorum. O kapatılır öbürü açılır ayrıca, arkasında yatan
nedenler durdukça bu formatlar mutlaka akacak yeni bir zemin bulur.
Bir dizide bir çiftin yatak odasında görüntülenmesinin, küvette
şarap içmesinin Türk aile yapısına aykırı bulunarak sansürlendiği,
yeni muğlak genelgelerle ucu bucağı belirsiz sansürün kapıda olduğu
bu dönemde, denetim mekanizmalarının adil işleyeceğine güvenmek de
çok zor haliyle. Bu programların kendilerine bir çekidüzen
vermesinin yolu, bugün sosyal medyada da vurgulandığını gördüğüm
biçimde, üstlenip yalan yanlış yürüttükleri sosyal hizmet rolünü bu
konuda ehil kişi ve kurumlara devredecek sistemleri kurmaktan
geçiyor. Ve yanlışa yanlış diyen toplumsal sesi yükseltmekten.
Gerçek acıların itinayla birilerinin ceplerine inecek paraya
evrildiği bu düzende, mağdur suçlayıcılığın tehlikeli, kötücül,
zararlı yanını anlatmaktan hiç vazgeçmememiz gerekiyor.