Mağduriyet ve hakikatlilik

Edward Said’den esinle, yapabileceğimiz, ‘iyi ve eylemli bir biçimde hakikati temsil etmek’ ve ‘bir hâminin ya da otoritenin bizi yönlendirmesine edilgenlikle izin vermek arasında’ hakikatin yanında yer alabilmek; hakikatli kalabilmek.

Abone ol

Halûk Sunat

1/ Varlık dergisinin Kasım 2016 sayısı için tasarladığım yazıda, Nesrin Uçarlar’ın, Hiçbir Şey Yerinde Değil (1) isimli çalışmasından hareketle, Oya Baydar’ın, Surönü Diyalogları’na (2) doğru yol alacak ve iki metnin bizi gönderdiği toplumsal gerçekliği anlamaya çalışacaktım. Bir yanda, Uçarlar’ın, Türkiye Kürt coğrafyasında ’90’lı yıllarda devlet şiddetine maruz kalmış tanıklarla, ‘hafıza’, ‘yas tutma’, ‘bağışlama’, ‘hınç ve küskünlük’, ‘siyasal dostluk’ kavramlarını tart(ış)mak kaygısı ile yaptığı görüşmeleri vardı; diğer yanda, Baydar’ın, zulme yakın dönem tanıklığının kurmaca anlatı çerçevesinde dile gelen ‘vicdani (hesaplaşma) diyalogları’. Söz konusu metinleri karşılıklı okuyacak ve ’90’lardan 2015/16’ya ‘mağdur’ dünyasının değişimlerini değerlendirecektim. Lakin, yazı o minvalde gelişmedi; ‘Hınç, Haset, Husumet’ başlığı altında o kavramları tartışan bir yazıya dönüştü.

Uçarlar’ın çalışması, ‘insanlığa karşı işlenmiş suçlar’ın muhatabı olan, devlet şiddetine maruz kalmış mağdurları dinlemeyi; duygu, düşünce ve taleplerine kulak verip ilgili devletlere ve bu suçlar işlenirken sessiz kalmış olanlara taşımayı amaçlayan ‘geçmişle yüzleşme’ çalışmalarından biriydi. Yedi bölümden oluşan kitabının ilk bölümünde, Uçarlar, ‘geçiş dönemi adaleti’ (ya da kendisinin daha sonra daha uygun bulacağı ‘çatışma sonrası adalet’), ‘cezalandırıcı ve onarıcı adalet’, ‘mağdurlar, tanıklar, hayatta kalanlar’, ‘failler, sorumlular, seyirci kalanlar’ gibi, yüzleşme çalışmalarının temel kavramlarını değerlendiriyordu. Bense, söz konusu yazıya yönelirken, anlatılan ve aktarılan mağduriyetin, yüzleşme ve adalet taleplerinin, hınç, ’bağışlama’, ‘intikam’ duyguları olarak karşılıklarını, ’90’lardan 2015/16’ya söz konusu duyguların nasıl bir değişim geçirdiğini merak ediyordum.

Uçarlar da, ‘hınç’ üzerinde duruyordu: neye meyyal bir duygu; bağışlamaya mı, intikamcılığa mı? Jean Améry’nin Suç ve Kefaretin Ötesinde (3) isimli çalışmasının ‘Ressentiment’ başlıklı bölümüne değiniyordu ilkin. Zira, Améry’nin kitabının alt başlığı, ‘Alt Edilmişliğin Üstesinden Gelme Denemeleri’dir ve o bölümde ‘hınç’la yüzleşmesini dile getirmektedir. Gördüğü ağır işkenceler ve kamp tutsaklığı ile mağduru olduğu ‘suç’u, ‘kefaret’inin ödenmesi ile telafisi mümkün olmayan bir suç olarak yaşamakta; yaşadığının karşılığı olan ‘hınç’ duygusu ile yüzleşmeye, ‘alt edilmişliğinin üstesinden gelme’ yollarını sorgulamaya çalışmaktadır, Améry. ‘Hınç’ sözcüğü ‘ressentiment’ı tam da karşılamamaktadır (zorluk Türkçe’ye sınırlı değildir; Fransızca olan sözcük, kavramı felsefeye katan Nietzsche tarafından da metinlerinde muhafaza edilmiş, Max Scheler de tümüyle bu kavrama ayırdığı kitabında Fransızca’sına sadık kalmıştır). Uçlarlar, ‘ressentiment’ın Türkçe’deki karşılığının (‘hınç’tan sonra), ‘kin, gücenme, küskünlük, kızgınlık, kırgınlık, dargınlık’ olsa da, ‘hınç’ın, sözlüklerde, “öç alma duygusu ile öfke” olarak tanımlandığını aktarıyordu. Şu sözleri, sanırım, söz konusu görüşmelerin de izlenimsel karşılığı olmalıydı: “Oysa, burada tartıştığımız, bağışlamayı ve uzlaşmayı reddetme hâli, içinde öfke barındıran bir durum olsa da, öç, intikam ve kin gibi davalarla açıklanamayacak bir mesele (…) biz burada tartışacağımız hâli, zaman zaman, -içinde öfke barındıran- bir küskünlük olarak tanımlayacağız.” (4)

Çeşitli kaynaklara gönderimlerle birlikte, Uçarlar, ’90’lar Türkiye’sini şöyle tanımlamaktaydı: “[Z]orunlu köy koruculuğu, köy yakma ve boşaltma, gıda ambargosu, zorla yerinden etme, faili meçhul cinayet, yasadışı infaz, gözaltında kayıp, işkence, tecavüz ve toplu mezar gibi meşum uygulamalardan bağımsız zikredilemeyecek olan ’90’lar Kürdistanı, Türkiye’nin diğer bölgelerinde görülmeyen, ırkçı nitelik taşıyan, soykırımsal kolonyal şiddetin bir resmidir”. Görüşülen kişilerin tamamı, bütün bu yaşananların sorumlusunu ‘devlet’ olarak tanımlıyorken, genel izlenim o ki, fail ve sorumluların -intikamcı olmayan ölçüler içinde- cezasız kalmamasını istemekle birlikte, asıl talepleri, hakikatlerin ortaya çıkarılması, samimi itirafta bulunulması, özür dilenmesi, Kürt meselesinin çözümlenmesi ve barışın sağlanması idi. Bir mağdurun da ifadesi ile, “Tüm Kürt halkının kalbi kırılmıştı”; ‘insanlığa karşı işlenmiş suçlar’ raddesinde ‘bağışlama’ mümkün değildi. ‘Siyasal bağışlama’ ve ‘barış/ma’ idi işin oluru; kardeş değilse de komşu olunmaktı. Ve artık, mağdur değil, haklarını talep eden, onun siyasi mücadelesini veren ‘özne’ler olarak ‘tanınmak’ istiyor; özgürlük, eşitlik, barış ve demokrasiyi talep ediyorlardı. Lakin, Uçarlar’ın da gözlemiyle, “[a]cılar katılaştıkça, cevaplar da başka bir hakikat yaratmaya meylediyor[du]. Yaşadıkça adaletsizlik yeni bir normalliğe, kimliklerin doğal bir parçasına, nesilden nesile aktarılan kültürel bir mirasa dönüşüyor[du]. Bu dönüşümün sonunda hınç var[dı]”. (5) Öfkesi daha da kabarmaya meyyal bir hınç belki de.

Oya Baydar ise, (2015-16 sürecine dair) kitabında, kendi gerçek kimliğinden izler düşürdüğü ‘ben’ anlatıcı üzerinden iki sesi konuşturmuştu; gerçek yazar özneyi temsile daha yakın duran ses ve karşı (öz/eleştirel) ses (bir bakıma, Kürt ruh ikliminden doğru ‘ben’ anlatıcının içinden yükselen mağdurun da sesi).

Karşı ses; “Yıllar önce köyleri, meraları, ormanları yakılıp yıkıldığında, köylerinden çıkıp şehirlerin yoksul mahallelerine sığınmışlardı. Şimdi buralar da yakılıp yıkılıyor, buradan da çıkarılıyorlar. Düşman istilasından kaçar gibi; yükleri sırtlarında, ellerinde teslim bayrağı yerine beyaz bezlerle,” diyor; Suriçi’nde cenazeleri günlerce sokaklarda kalan çocuklardan, kırsalda öldürülüp gözleri oyulan, organları kesilmiş cesetlerden, çıplak cansız bedeni sokaklarda sürüklenen genç kızdan, mezarlara ve ölülere yapılan saygısızlıktan, mahrem mekânları kirletici pervasızlıktan, yıkılan camilerden, kiliselerden, hanlardan, kentlerin toplarla, tanklarla, lav silahları ile kuşatılışından, dayanışmaya gelip sığındıkları bodrumlarda can veren gençlerden söz ediyor. “Barikatların arkasındaki çocuklara sorsan talebiniz nedir diye, hepsi anadilimiz, derler öncelikle. Bunca kıyamet koparılan özyönetim talebi bile sonra gelir,” diyor ve ekliyor: “Dil insanın ülkesidir. Toprağına sarılmakla diline sarılmak at başı birlikte gidiyor”. Ve; “Öldürmekten başka çözümler vardı: Haklarıyla, onurlarıyla, eşit ve özgür yurttaşlar olarak yaşayacakları bir ülke verebildik mi onlara?” diye devam ediyor. (6)

Kendini savunanla saldıran arasında bir fark olduğunun kabul edilmesini talep eden ses karşısında öteki ben; “O suçlarda, günahlarda payımız yoktur ama künyemiz suçlu muktedirlerin nüfus kütüğüne yazılıdır, biliriz,” diyor. Aslolanın hayattır; yaşamdan, insandan candan yana taraf olmaktır deyip kendi gibilerin kendi mahallelerinde azınlık olduğunun bilinmesi gerektiğini de vurguluyor. Ve nihai tavrını ifade ediyor: “Mağduru çok iyi anlıyorum, kendimi onun yerine koyuyorum, zulme isyan ediyorum ama yaptığı kötülüğü, işlediği suçu -eğer ki yapmışsa- kabullenemem. Zulmün çifte standardı olmaz, olmamalı”. Özgürlük vaat eden sosyalizmden Gulag’ların, Stalin mahkemlerinin, toplu katliamların çıktığını hatırlatıyor. Suriçi’ndeki hendekçi çocukların, gözüne hiç de masum görünmediğinden dem vuruyor. Dur! diyor: “Savaşanların her zaman kendilerince haklı nedenleri vardır. Ama kör şiddeti meşrulaştırmaya kalkışırsan, terörü yöntem sayarsan, işte orada dur! derim sana”. (7)

Ben de ‘Orada dur!’ diyorum, yazarın kendinden (görece daha çok) izler düşürdüğünü hissettiğim sese. Zira, şiddete yatırımın karşılıklı tartımını yapmak ya da şiddet karşıtlığında ilkesel tutarlılık/ tarafsızlık beyanında bulunmak değildir mesele -o vakit de, şimdi de.

Doksanlardan bugünlere, doğrudan Kürt halkına ve kimliğine dönük saldırının, Osmanlı’dan tevarüs edilen bir karakteristiği (devletin asli sahiplerinin -efendilerinin-, gayrimüslim ya da Türklük dışı olana eşit yurttaşlık hakkı tanımama ‘hasleti’ni) ve Cumhuriyet’in kadim kurucu zihniyetini temsil ettiğini görmezden gelmek; asli fail olan ‘Devlet’in konum ve tasarruflarını (onun ‘oyun’ kurucu vasfını), toplumun huzur ve güvenliğini tesise dair niyet, kaygı ve masumiyetle sınırlı mütalaa eder olmaktır, mesele; dün de bugün de. (8) Kalıcı toplumsal barışı ve demokrasiyi inşa etmek üzere, yüzleşme ve hesaplaşmaların içinden yürüyerek, Kürt’ü, Türk’ü, gayrimüslimi, hasılı, bizi, tüm farklılıklarımızın zenginliği ve eşit yurttaşlık ilkeselliği ile ‘Demokratik Cumhuriyet’ fikri etrafında toplanmaktan (gerçek bir ‘toplum’ olmaktan) alıkoyan da, söz konusu temel meseleyi görememektir. 7 Haziran- 1 Kasım arasını; katliamların, bombaların, yıkımların, genel ve mahalli siyasi temsillerin yok edilişinin; nihayetinde, OHAL ve KHK’lerle kurulan hukuk dışı düzenin, ‘Türk usulü’ başkanlık ile fiili ‘rejim değişikliği’ kapısının (yasallık kazandırılmaya doğru) zorlanışının nerelerden beslendiğini görüp takdir edememek de yine aynı fasıldandır.

2/ Edward Said, Entelektüel (9) isimli çalışmasında (1993), ‘bizim evrensel değerlerimiz’ diye sahiplendikleri değerler üzerinden başkalarına ahkâm kesen bir kısım entelektüelin, iş kendi aidiyetleri üzerinden hesaplaşmaya gelince mazeretlere sığınır olduklarından söz eder. Said’in anılan değerler çerçevesinde 19. yy.’ın olağanüstü entelektüellerinde biri olarak tanımladığı Alexis de Tocqueville, misal, Amerikalıların yerlilere ve köleleştirilmiş siyahlara reva gördüğü kötü muameleyi layıkınca eleştirdiği halde, 1830’ların sonlarıyla 1840’larda Fransa’nın Cezayir’de Müslümanlara karşı izlediği vahşi sindirme savaşı karşısında aynı duyarlılığı gösterememiştir: “Tocqueville’in Cezayir hakkında yazdıklarını okurken, Amerikalıların kötülüklerine insani bir biçimde itiraz ederken kullandığı normları Fransızların eylemleri karşısında askıya aldığını görürüz birdenbire”. (10) Ya peki, 1945’in hemen ardından sömürgelerde işlenen insanlığa karşı suçların yanına ‘Alman işgalcilere direnen Fransa’ imgesini koyduğumuzda ne görürüz: “Almanların çekilmesinden sonra yüksek hatta en yüksek makamlara gelenler direniş hareketinin ve Hür Fransa hükümetinin mensuplarıydı. Politikacı, yönetici ve yüksek rütbeli ordu mensupları olarak savaş sonrası dönemde ortaya çıkan sömürgecilik karşıtı kalkışmaların bastırılmasına sorumlu mevkilerde katıldılar. (…) Bir zamanlar Alman işgal gücünün kurbanı durumunda olan résistant’lar şimdi sömürgeleştirilmiş ülkelerin halkları karşısına zalim tiranlar olarak çıkıyorlardı”. (11)

Meselenin bam teli, yurttaşın ufkunun, entelektüelin temel dayanağının, ‘ödünsüz düşünce ve ifade özgürlüğü’ olması gerektiğini kabullenmektir, Said’e göre. Adalet isterken, kendi kültür ya da ulusal aidiyetimizin onayını gözetmeden, yani, tüm üst aidiyetlerden soyunup ‘kendimiz’ olarak adaleti talep edebilmekte. (12) Halbuki, ‘entelektüel’ denen geniş kalabalık, hakikati söylemekle mükellef olduklarını unutmakta, iktidara yaltaklanmakla ömür tüketmektedir. Değil entelektüel, bir yurttaş olarak insanın, “yurttaşlarına hesap vermek zorunda olan yerleşik ve yetkili güç odaklarına seslenme konusunda” özel bir sorumluluğu olmalıdır; “özellikle de bu güçler apaçık ahlâkdışı ve kendisinden çok daha güçsüz bir tarafa karşı yürütülen bir savaşta ya da kasten ayrımcılığı, baskı yapmayı ve toplu zulmü hedefleyen programlar için kullanıldığında”. (13)

Bugün, 10 Ekim 2015 ‘Ankara Katliamı’ sonrası -toplumun önemli çoğunluğunu temsil ettiği âşikâr- tribün kalabalığının (‘emek, barış, demokrasi’ için toplananlardan yüzü aşkınının kaybı adına düzenlenen) bir dakikalık saygı duruşuna tahammülsüzlük çığlıkları (’Şehitler ölmez, vatan bölünmez!’) hâlâ kulağımda iken; Celal Başlangıç’ın, ‘Cumhurbaşkanının yanından PKK’ye giden yol gittikçe kısalıyor’ (28 Ekim 2016, Gazete Duvar) yazısında 21 yaşındaki Dersimli gencin yedi sekiz yıl içinde dağa çıkıp ölüme koşuşunu; Nurcan Baysal’ın yazdığı, kış kıyamet eşiğinde sığındıkları derme çatma çadırları dahi çok görülen Şırnaklıların hikâyesini (30 Ekim 2016, t24) okuduğumda, toplumsal barış ve demokrasi umutlarımızın tükenmekte olduğunu; ‘acılar katılaştıkça cevapların başka bir hakikate meylettiğini, birlikte yaşama hayalinin -ne yazık!- giderek tükenmekte olduğunu’ da hissediyorum.

Edward Said’den esinle, yapabileceğimizse, ‘iyi ve eylemli bir biçimde hakikati temsil etmek’ ve ‘bir hâminin ya da otoritenin bizi yönlendirmesine edilgenlikle izin vermek arasında’ hakikatin yanında yer alabilmek; hakikatli kalabilmek.

1. İletişim, 2015.

2. Can Y., 2016.

3. Çev. Cemal Ener, Metis Y., 2015.

4. Hiçbir Şey…, s. 76, 77. ‘Hınç’ üzerine bir tartışma için, bkz., ‘Hınçla Yüzleşmek/ Hesaplaşmak’ (Varlık dergisi, Temmuz 2016).

5. Agy., s. 104, 298.

6. Surönü…, s. 77, 54, 55, 41.

7. Agy., s. 14, 58, 92.

8. Değinilen minvalde iki yazım için, bkz., Bir Hayalet Dolaşmakta Üstümüzde (Birikim Güncel, 18 Ağustos 2015), Barışı Iskalamak (Birikim Güncel, 29 Ekim 2015).

9. Entelektüel, çev. Tuncay Birkan, Ayrıntı Y., 1995.

10. Agy., s. 88.

11. Karşıt Hafızalar/ ‘Soykırımın Önemi ve Etksisi Üzerine’/ Dan Diner, çev. Hulki Demirel, İletişim Y., 2011, s. 65.

12. Varlık dergisinn Aralık 2016 sayısı için hazırladığım yazıda (‘Hafıza, Hakikat, Hakikatlilik’), ‘hafıza’ kuruluş ve işleyişinin ‘hakikat’le ilişkisinde ‘kurucu ideal’in belirleyiciliğini değerlendirmeye çalışıyorum.

13. Entelektüel, s. 92.