Toplum karşısında giderek, devletin baskı olanaklarından başka bir hükmü kalmayan siyasal iktidar, yıllar önce yaşadığı yenilgiyi zor yoluyla inkâr ede ede nihayet kendi bozgununa dönüştürmüş durumda.
Erdoğan pazartesi akşamı, toplumu tuhaf ve adaletsiz şekilde bir
kast sistemiyle bölen 17 günlük ‘kapanma’ kararını açıkladıktan
hemen sonra, 2011 ile 2020 arasında yılın ahisi, kalfası ve çırağı
seçilen esnafla iftar yemeği yedi. Terzi, demirci, taş ustası,
bakırcı, tornacı, çömlekçi, berber, kuaför, tahinci, dokumacı,
aşçı… Çoğu, esnaf ve zanaatçılığın daha geleneksel kesiminden gelen
bu konukların yanı sıra Türkiye Esnaf ve Sanatkârları
Konfederasyonu (TESK) Başkanı Bendevi Palandöken de yemekteydi.
Daha çok kültürel ve sembolik pozisyondaki ahi ve
kalfaların yanında, güncel, reel, yaygın mağaza esnafını,
küçük dükkân ve işletme sahibini, yani önemli bir
toplumsal-iktisadi unsuru ‘temsil’ ediyordu. 2001’deki büyük krizde
kasa fırlatan; sokakları dolduran, sitelerde, ambarlarda, organize
sanayi bölgeleri ve çarşılarda, imalathanelerde, homurdanarak,
nümayiş ederek sonu gelmiş iktidarı sallayan; İstanbul’da,
Anadolu’nun pek çok kent ve kasabasında, AKP’nin yerel örgüt
ağlarını kuran ve çalıştıran, onu iktidara taşıyan kollardan biri
olan toplumsal kesimi… Dört yıldır kademeli olarak artan ve son bir
yıldır dayanılmaz boyutlara gelmiş sorunları bulunan, bunların kısa
vadede çözüleceğine dair umutları tükenmiş, geniş kesimleri iflas
uçurumunun kıyısında, müstakbel müflis, birer iktisadi
zombi gibi duran bir kesim…
Buraya, esnaf ve küçük kapitalistlerin artan hoşnutsuzluğuna
döneceğiz, ama önce, yeni kapanma kararını biraz eşeleyip,
diğer toplumsal sınıflar ve onların politik yönelimleri açısından
anlamına kısaca bakalım.
* * *
‘Kapanma’ kararları, kubbesinde “128 milyar dolar
nerede” sorusu asılı bulunan bir ülkede, cari açığı büyük,
şiddetle dövize ihtiyacı olan bir ekonomi ve turizm gelirlerinden
bu sene de mahrum kalmamak için plansızca çırpınan bir
yönetim koşullarında alınmıştı. Ortaya şöyle bir tablo
çıktı:
Sanayi çarkları dönüyor, inşaatlar, madenler, santraller
çalışıyor, ithalat ve ihracat sürüyor. Sanayi sermayesinin,
inşaatçının, enerji yatırımlarının, büyük tüccarın çıkarlarına
dokunulamamış. Fakat bu dokunmama hali, söz konusu
kesimlerin hepsiyle ‘ilişkilerin iyi olduğu’ anlamına
gelmiyor. Dış pazarlarla en fazla entegre, üretimin maddi koşulları
ve finansal açıdan Türkiye kapitalizminin en gelişkin, en güçlü
kesimlerini büyük ölçüde temsil eden TÜSİAD’ın eleştirileri zaten
biliniyor. İstanbul sermayesinin, Türkiye kapitalizminin idaresine
dair iki temel itirazı var rejime: Birincisi; “şeffaflık ve
öngörülebilirlik” adı altında, toplum için değil ama kendileri için
‘demokrasi ve katılım’ istiyorlar, öyle keyfi bürokrat-bakan
değiştirmeleri değil, kendileriyle müzakere istiyorlar, büyük
burjuvazi ‘masadaki’ yerini hatırlatıyor… İkincisi; rejimi,
küresel yönelimlerle uyumsuz buluyorlar; sözgelimi,
uluslararası kapitalizmin bir tür yeni dönem sloganlarından olan
“yeşil mutabakat” çerçevesinde dönüşüm istiyorlar.(1) TÜSİAD
“Avrupa Yeşil Mutabakatı” kapsamında aralık ayında başlattığı
oturumların 6.’sını dün yaptı. Büyük sermaye sözcülerinin tüm
nutuklarında, “yeşil dönüşüm” önemli bir yer tutuyor. Bu ve benzer
kavramlar, ‘Atlantik’ kapitalizminin, üretim ve tedarik süreçlerini
dönüştürecek bir dönem parolası gibi dolaşıma girerken,
Türkiye’deki tekelci burjuvazi de konuyu siyasete taşıyor. Temel
hak ve özgürlükler konusunda burjuva liberal müktesebatın
güncellenmesi de bu ‘dönem eğilimi’ne eklenebilir; İstanbul
Sözleşmesi, belediyelerden üniversitelere uzanan kayyumlar, lime
lime dökülen yargının hali konusundaki tartışmalar buna ekleniyor.
Hatta TÜSİAD, Biden’ın ‘soykırım’ ifadesini [tarihsel sorumluluk
endişesiyle olsa gerek!] eleştirirken bile “Türk Amerikan
ilişkilerinin bozulması ve biriken sorunlar
neticesinde” (2) diyerek ‘güncel’ siyaseti işaret ediyor:
İlişkileri bu kadar bozmasaydınız başımıza bunlar gelmezdi… Zaten
Erdoğan da adeta TÜSİAD’a hak verircesine, Kılıçdaroğlu’nun
‘miyavlama’ dediği düşük perdeli bir itirazın ardından konuyu
“haziranda ABD ile yeni bir dönemin kapılarını açmak” temennisine
bağlamak zorunda kalıyor.
Velhasıl sorun başlığı çok, ama rejim, ülke kapitalizminin en
gelişkin unsurlarıyla yapısal sorunlar yaşıyor ve bu sorunlar
siyasal çekişmeden değil, maddi çıkarların farklılaşmasından
kaynaklanıyor. Erdoğan ve rejimi ‘eskiyor’, ama ‘yeniyi’ de kendi
eskimesini de görmüyor. Bambaşka bir momentte, küresel
kapitalizm ve onunla uyum içindeki yerli sermayenin konseptine uyum
sağlayarak yerleştiği iktidar, şimdi Atlantik’ten yükselen yeni bir
hegemonik konsept karşısında dayanıksızlaşıyor…
İşçi sınıfı virüse karşı bir zorunlu fedai ordusu gibi cepheye
sürülmüş durumda; DİSK-AR’ın tespitine göre, rejimin ‘tam kapanma’
diye tanıtmaya çalıştığı tedbirler çalışanların yüzde 83’ü için
geçerli değil.(3) 22,5 milyon emekçi tam ya da kısmen çalışan
sektörlerde. Zaten emekçilerin doldurduğu servislerle, toplu
taşımalarla gittikleri kapalı alanlarda mal ve hizmet üretmeye
devam edecek bu kalabalık toplumun dörtte birinden fazlası. İşçi
sınıfının salgın karşısındaki korunmasızlığına Kod29 ile işten
atma, ücretsiz izin gibi haydutluklar ekleniyor. İşsizler, hizmet
sektörü işçileri, gündelikçiler, işportacılar, gençler, yani
toplumun bir başka büyük kesimi ise sefalete, partizan sosyal
yardım ve inayet ağlarına terk edilmiş durumda… İstanbul’un bu
sorunları en yoğun yaşayan bölgelerindeki AKP mümessilleri CHP’deki
İBB’nin halk ekmek büfelerini hırçın şekilde sabote ediyor; ama bu
siyasal ‘tedbir’, ekmeğe muhtaç bırakılmış halkın gözünün önünde
gerçekleştiğinden, korktuğu etkiyi güçlendirmekten başka bir işe
yaramıyor: Kurulması engellenmiş büfeler, kurulmuş büfelerden daha
etkili oluyor. Türkiye’nin salgında en az sosyal destek veren iki
ülkeden biri olması bu gerçeklerin vaftiz adı gibi ortaya
çıkıyor.
* * *
Denebilir ki toplumsal sınıfların en üstünde ve en altında
biriken sorunlar, iktidarı her açıdan çok aşınmış bir pozisyona
sürüklüyor. Ve hiçbir destek sağlamadan ilan edilen
kapanma, bu kesimlerin yanına geniş bir esnaf kesimini de
ekliyor. TESK Başkanı Bendevi Palandöken Saray’daki iftardan hemen
sonra çiçeği burnunda Ticaret Bakanı’nı, İçişleri
Bakanı’nı ziyaret ediyor; 12 maddelik talep listesi verdiğini,
kapanmaya hazır olmadıklarını, kredi değil borçların ertelenmesi ve
hibe istediklerini söylüyor. İstanbul Ticaret Odası Başkanı Şekib
Avdagiç de bir gün önce reel sektörün kredi ödemeleri için 6 ay
erteleme ve en az 6 ay ödemesiz, KGF destekli yeni kredi olanakları
istemişti. Siyasal biat ile edinilmiş ‘akademik’ kartvizitleriyle
TV kanallarını işgal eden bazı militanlar, “böyle bir dönemde
destek beklemek doğru değil” gibi açıklamalar yapsalar da; ticaret
ve esnaf odalarının AKP’yle kol kola gelmiş ağaları taleplerin
önüne arkasına “devletimiz yanımızda” türünden boş laflar ekleseler
de efkâr-ı umuminin ters yönde olduğu açık. Esnaf ve küçük
işletmeciler, tüccarlar, “turizme kurban edildiklerini” düşünüyor.
Küçük işletmelerle turizm işletmecilerinin temsilcileri Habertürk
gibi mecralarda söz dalaşına giriyor.
Kapitalizmin büyük köpek balıkları, böyle krizlerde küçüklerin
yenmesi gerektiğini yırtıcı bir sezgiyle biliyor ve
siyasal idare de bunu göz ardı edemez hale geliyor. Sonuç, kendi
siyasal sosyal tabanı açısından tarihsel bir rol oynayan kesimlerin
giderek çözülmesi oluyor.
Türkiye kapitalizmini yöneten siyasal kadro 20 yıldır
karşılaştığı en büyük açmazlardan birinde, başlarına tokmakla
vurdukça yeni bir delikten hızla başını çıkaran oyuncak lunapark
kunduzları gibi dört yandan sorunlar türüyor, fışkırıyor; birini
çözmek için atılan adım diğerini ağırlaştırıyor… Toplumun büyük
çoğunluğu ve gençler için iş yok, ekmek yok, aşı yok, özgürlük yok,
gelecek umudu yok...
* * *
Yakup Kadri, Hüküm Gecesi romanında (4) 1910-13
yıllarının İstanbul’unu, ölmeden önceki son çılgınlığına koşar adım
giden Osmanlı’nın o çalkantılı üç yılını; neredeyse tümüyle gerçek
aktörler ve olaylar üzerinden anlatır. İttihatçı hükümetin
yolsuzluk ve baskılarını eleştiren gazeteci Ahmet Samim’in
öldürülmesiyle başlar (Haziran 1910), Sadrazam Mahmut Şevket
Paşa’nın öldürülmesiyle (Mayıs 1913) biter. Romana konu olan
hadiselerden biri de ‘Balkan bozgunu’dur. Balkan
Savaşı’nda ağır ve mukadder yenilginin işaretleri her yerden
görünmektedir, ama İstanbul’da rejim kontrolündeki basın trajik
gerçeği gizlemektedir. Edirne’nin kaybedildiği bilinmemektedir
örneğin… Yakup Kadri şöyle yazar: “Derken ortaya Kırkkilise
taarruzu diye bir söz atıldı. Ne!.. Kırkkilise mi? Düşman
Kırkkilise'ye kadar geldi mi?” Kırklareli’deki Kırkkilise’de
Osmanlı ordusu sözde taarruz ediyorsa Edirne düşmüş demektir! Zaten
çok yakında Bulgar ordusu Çatalca’ya kadar gelecek, İstanbul savaş
gerçeğini top sesleriyle idrak edecektir. Ama romanın başkişisi,
muhalif milliyetçi gazeteci Ahmet Kerim’in iç sesi, daha top
seslerini duymadan önce şöyle der: “Evet; bir mağlubiyetin
arifesinde olduğumuz anlaşılmağa başlamıştı.” Sonra kendine
gelir: “Bir mağlubiyetin arifesinde mi? Hâlbuki… Bu bir
bozgunun ertesi idi.”
Çökmüş sistemin gıcırtılı baskı çarklarıyla oluşturduğu sahte
atmosfer dağılınca, genç bir gazeteci, aslında yenilginin çoktan
yaşandığı, şimdikinin düpedüz bir bozgun olduğu gerçeğini
görmüştür.
Yakup Kadri’nin “yenilgi arifesi” ve “bozgun ertesi” ikiliği,
bugünkü duruma da uyuyor. Toplum karşısında giderek, devletin baskı
olanaklarından başka bir hükmü kalmayan siyasal iktidar, aslında
yıllar önce yaşadığı yenilgiyi, zor yoluyla inkâr ederken kendi
bozgununa dönüştürmüş durumda. Sokaklarda ucuz ekmeğe saldıran,
güçsüzlüğünü içki yasağı vs. ile kendi militan çekirdeğini
kışkırtarak gizlemeye çalışan, medyayı ele geçirmiş olması kendi
teşhirini güçlendirmekten, gerçeklikten kopuşunu kanıtlamaktan
başka bir işe yaramayan rejim, bir yenilginin arifesinde midir
yoksa bir bozgunun ertesinde mi?
Rize İkizdere’de, Cengiz İnşaat namına ormanı basmış
jandarmaların karşısında sopasına yaslanarak meydan okuyan köylü
kadının ikonik fotoğrafı bu sorunun çok sayıda yanıtından sadece
biri.
Fotoğraf: Eren Dağistanlı / Birgün
(1) Sinan Birdal’ın Evrensel’deki “Yeni transatlantik yeşil mutabakat
mı?” başlıklı yazısı, küresel kapitalizmin yakın gelecek
yönelimlerini tartışmak için çok önemli görünen ‘yeşil konsepti’
konusunu ilham verici bir çerçevede tartışmaya açıyor.