Mahçupyan: Erdoğan'ın şu anda bir yıllık kredisi var
Mahçupyan: Son bir yıl zaten seçim sathı maili; dolayısıyla Erdoğan önümüzdeki bir yıl içinde başarısını kanıtlamak, yani toplumun doğru bulduğu şeyleri yapıp yanlış bulduklarını yapmamak durumunda. Ve ben bunun çok çok zor olduğunu düşünüyorum.
Başbakanlığı döneminde Ahmet Davutoğlu’nun danışmanlığını yapan
gazeteci yazar Etyen Mahçupyan, referandum öncesindeki yazılarında,
Cumhurbaşkanlığı sistemi önerisini eleştirmiş ve “Bu tasarı
suistimal edilmeye açık bir tek adam düzeni getiriyor” diyerek
oyunun ‘Hayır’ olacağını ilan etmişti. Mahçupyan, önerilen yönetim
modelinin “AK Parti’ye, muhafazakarlara ve Türkiye’ye orta vadede
büyük zarar vereceğini” de söylüyordu…
Tartışmalı referandum geride kaldı ve ‘Türk tipi başkanlık’ adım
adım, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın partiye önce üye sonra genel başkan
olmasıyla adım adım uygulamaya geçti. Mahçupyan’a, bu koşullarda
Türkiye’de siyasetin yakın gelecekte alabileceği olası görünümler
hakkında ne düşündüğünü sorduk. Muhafazakâr siyaseti yakından
izleyen ve AKP içindeki dinamikleri tanıyan Mahçupyan, 2019 öncesi
Erdoğan’ın önündeki 1 yıllık sürenin çok önemli olduğunu,
hoşnutsuz, hatta 'Hayır' oyu vermiş muhafazakarların ona bir kredi
tanıdığını ama seçimini ‘gidişata’ göre belirleyeceğini
söylüyor.
.
İktidar partisinde son dönemde görülen değişimle ve
Erdoğan’ın AKP Kongresi ile birlikte yeniden Genel Başkan olmasıyla
başlayalım mı? Siz yazılarınızda iki şey söylüyorsunuz bununla
ilgili, birincisi, “Bu Erdoğan’ın serinkanlı bir tercihi değil, bir
tür kaderin sürüklediği nokta” diyorsunuz; ikincisi olağanüstü
yetkilerle birlikte bütün riskleri de aldığını ve daha riskli bir
noktada olduğunu söylüyorsunuz. Bir de “Bildiğimiz anlamda AK Parti
sona erdi” yorumları var… Sizce partiyi ve Erdoğan’ı neler bekliyor
yakın dönemde?
Evet, bildiğimiz anlamda AK Parti artık orada değil. Çünkü
siyasi partiler, süreklilik açısından bir fikriyatla
tanımlanabilirler, bir de kurumsal kimlikle tanımlanabilirler.
Burada ikisinde de bir kayma görüyoruz. Yani klasik Türkiye’deki
muhafazakar siyasetin çizgisinden daha milliyetçi ve devletçi bir
çizgiye kayma. Mesela ‘Rabia’nın tüzüğe girmesi… Bunu 2002’de,
2005’te, 2007’de düşünmek bile mümkün değildi. Muhafazakarlar
muhtemelen, “Böyle bir AK Parti’ye niye oy verelim” derdi. Bunu
(Rabia ile temsil edilen “Tek millet, tek devlet, tek vatan, tek
bayrak”) tüzüğünüze koyduğunuz zaman şunu demiş oluyorsunuz: Bunun
ima ettiği çerçevenin dışında bir fikriyata ben izin vermeyeceğim.
Ve bu Türkiye’deki muhafazakar zenginlik açısından itici bir olay.
Bu anlamda da AK Parti’nin dayandığı gelenekten bir sapma.
Öte yandan kurumlara bakıyorsunuz, şu anda işleyen bir kurum
hemen hemen yok. Bu kadar yetkinin tepede toplandığı ve tepeden
aşağıya devşirilerek delege edilebildiği bir sistemde kurumların
kendi inisiyatif ve enerjileriyle üretebilecekleri bir şey kalmadı.
Tepeden ne istek gelirse ona cevap verecekler ve o doğrultuda
davranmak için titizlik edecekler. Bu da bizim bildiğimiz anlamda
AK Parti kurumlarının ortadan kalkması demek.
Zemin bu. Bir de bunun üstüne Erdoğan’da müthiş bir yetki
yoğunlaşması yaşıyoruz. Bizdeki ataerkil kültürle birlikte
düşünüldüğünde bunun tahribatı büyük olacak. İnsanlar sorumluluktan
kaçmaya eğilimli olacaklardır. Sorumluluk almak demek risk almak
demek, risk de kişinin siyasi hayatının sallanması demek olabilir.
Dolayısıyla kadrolar, siyasi kariyerlerini devam ettirmek ve
başlarına bir şey gelmemesini sağlamak için herhangi bir risk
almamayı tercih edeceklerdir. Bu da birinci olarak yukarıdan bir
istek gelmeden bir şey yapmamayı beraberinde getirecek. İkinci
olarak, herhangi bir fikre sahip olduklarında önce Erdoğan’a
ulaşmaya çalışmayı imal edecek. Ve üç, kendi hemcinsleriyle mümkün
olduğu kadar az paylaşmayı getirecek. Bu yapının kamuoyuna yansıyan
bir fasadı var, bu fasad kamuoyuna şunu söylüyor: Bu ülkede hiçbir
şey Erdoğan onay vermeden olmaz… Dolayısıyla bütün başarı nasıl
Erdoğan’a ait oluyorsa tüm başarısızlık da Erdoğan’a ait
olacak.
Bu durum Tayyip Erdoğan’ın üzerine ilave bir yük getirecek.
Seçime iki yıl var. Son bir yıl zaten seçim sathı maili;
dolayısıyla bu bir yıl içinde başarısını kanıtlamak durumunda. Yani
bu bir yıl içinde toplumun doğru bulduğu şeyleri yapıp yanlış
bulduğu şeyleri yapmamak durumunda ve ben bunun çok çok zor
olduğunu düşünüyorum. Bu herhangi bir tek kişi için de zor olurdu
zaten. Ama Tayyip Erdoğan için özellikle zor çünkü Erdoğan’ın
seçtiği yol doğruları yapmayı zorlaştıran bir yol.
Nedir sizce bu doğrular?
Ekonomide, Kürt politikasında ve Suriye konusunda doğru yolu
izlemek… Üç büyük mesele bunlar. Şu anda Türkiye’de ve bunların
hiçbirinde ben Erdoğan ve çevresinin doğru bir tutum alabileceğini
öngöremiyorum. Çünkü doğru tutumu almak için başkanlığa
ihtiyaç yoktu; zaten istiyorsa yapabilirdi. Bu kadar zamandır
yapmadığına göre, demek ki başka bir yolu, tutumu denemek istiyor
ve deneyecek. Buna da hakkı var. Seçildi ve seçilen kişinin de
kendi projesini hayata geçirme hakkı olması gerektiğini
düşünüyorum. Tayyip Erdoğan’ın önündeki bu bir yıl o projenin
sınanması olacak. Benim tahminim projenin başarılı olamayacağı
yönünde. Yanılabilirim tabii, bunu hayat gösterecek. Ama şu açık,
daha önce başarılı olmuş bir tutumdan uzaklaşarak deneyecek, bu
denemenin nasıl sonuç vereceğini de hep beraber göreceğiz.
15 TEMMUZ SONRASI ‘REKONSTRÜKTE EDİLMİŞ ESKİ REJİM’
ÜRETTİ
Siz “doğru olmayan tutum” dediğiniz bu yönelimin
Erdoğan’da ne zaman başladığını düşünüyorsunuz? Sanırım 2015’ten
beri dile getiriyorsunuz…
2015 yılının başından itibaren bir eğilim olarak başladı. Bu
eğilim neydi: Erdoğan 2015 Haziran seçimleri için sahaya çıktı ve
kendi bireysel meselesi olan başkanlık konusunu AK Parti’nin
meselesi haline getirerek, o seçimin bir başkanlık seçimi olacağını
söyledi. Yani dolayısıyla Haziran'a giderken bu kararı vermişti:
Yetkilerin başkanın, yani kendisinin elinde toplanacağı bir sisteme
geçmek… Bu arada Kürt meselesinde de bizzat AK Partili
Kürtlere bile itici gelen bir tutum izlemişti, hatırlarsak. Ve
oyları yüzde 41’e indi. Sonra üç şey oldu. Bir, MHP ve HDP
siyaseten saçma pozisyonlar aldılar. Bir tanesi ‘ben kimseyle
işbirliği yapmam’ diye tutturdu. Öteki de sokak savaşlarına karşı
çıkamadı. O kaotik boşlukta ikinci etken olarak Erdoğan hiç sahaya
inmedi. Ve üçüncüsü Ahmet Davutoğlu CHP ile koalisyonu zorladı ve
olmadı ama takdir kazandı ve de istikrar arayışı içinde olan toplum
tekrar AK Parti’yi seçti. AK Parti o seçimde yüzde 50 civarında oy
alınca Tayyip Erdoğan tekrar kendi projesini hayata geçirmeye
kalktı. Bu nedir: Davutoğlu’nun tasfiyesidir, Binali
Yıldırım’ın gelmesidir ve adım adım farklı bir AK Parti
tahayyülünün kendi imkanları çerçevesinde zorlanmasıdır.
Erdoğan zaten tüm yetkileri fiilen kullanıyordu. Ama bir
sistem değişikliği olarak Başkanlık projesinin yeniden gündeme
gelmesi esasen 15 Temmuz sonrasında olmadı mı?
15 Temmuz’la beraber önünde koca bir bulvar açıldı. 15 Temmuz’la
beraber, bu hayalin gerçekleşmesi için hiçbir engel kalmadı
neredeyse. Ve çok ilginç bir şey daha oldu. O zamana kadar AK Parti
ile cebelleşerek ayakta durmaya çalışan bazı devletçi ve milliyetçi
çevreler, bir tür eski ‘establishment’ diyeceğimiz kanat, 15
Temmuz’un başarısız olmasıyla beraber şu idrake geldi: ‘AK Partisiz
ve Erdoğansız bir gelecek yok; dolayısıyla bir şekilde iktidara
tutunulacaksa bu Erdoğan ile mümkün olabilir… Bunun da yolu
Erdoğan’a bir teklifte bulunmaktır. Ona istediğini vermek ve onun
da ideolojik olarak daha orta bir noktaya gelmesini sağlamak.’
Nitekim gerçekten de Erdoğan daha milliyetçi-devletçi bir
söyleme doğru kaydı. Buna karşılık MHP’nin açık desteğini aldı.
(Zaten bu son öneri de MHP’den geldi biliyorsunuz. Yoksa AK
Parti’nin ve Erdoğan’ın hayalinde bile yoktu yani, böyle bir
‘Cumhurbaşkanlığı sistemi’ önermek…) Ve de yeni ve kalıcı bir,
‘rekonstrükte edilmiş eski rejim’ çerçevesi üretmekti burada murat
edilen. Bu Tayyip Erdoğan’a da, şu andaki çevresine de uygundu.
Tayyip Erdoğan bu yeni pozisyona, ‘eski rejim’ olarak
adlandırdığınız çevrelerle işbirliğine, sadece ‘razı’ olmadı,
‘istekli’ de oldu diye anlayabilir miyiz bu son söylediğinizi?
Şöyle de bir yaklaşım da var çünkü biliyorsunuz: “15 Temmuz
Erdoğan’ı ve devlet kurumlarını çok zayıflattı ve böyle bir
ittifaka biraz da mecburdu Erdoğan…”
Şöyle söyleyeyim: 15 Temmuz günü Tayyip Erdoğan çok zayıftı; bir
yönüyle baktığımız zaman hâlâ çok zayıf olduğunu söyleyebiliriz,
bütün o güce rağmen. Burada da şunu söyleme borcumuz var: 15 Temmuz
günü akşamüstü olayları öğrendiği zaman, henüz hazırlık aşamasında,
başlamamış bir olayı öğrendi ve 358 generalden hiçbirini arayamadı.
Hiçbirine güvenmiyordu. Bu kadar yıldan sonra AK Parti hâlâ o
bürokrasiyle ilişki kurabilmiş bir AK Parti değildi. Dolayısıyla
hâlâ zayıftı. Şu anda bir şekilde onu telafi eden bir geçiş
yaşanıyor. Bir başka açıdan Tayyip Erdoğan’ın çok güçlü olduğunu da
söylemek mümkün; çünkü Erdoğan meşru bir lider ve toplum kim olursa
olsun meşru liderin arkasında durmak istiyor. Yani toplumsal
meşruiyet açısında güçlü, bürokrasiyle karşılaştığında güçsüz bir
durumda…
15 Temmuz’dan bu yana geçen sürede bürokrasiye hatta
yargıya hakim olma anlamında iktidar epey mesafe kat etmişken, öte
yandan da 16 Nisan’dan, Türkiye’ye tamamen farklı iki çerçeveden
bakan bölünmüş bir toplum tablosu çıkmışken yine de geçerli mi bu?
Erdoğan hâlâ bürokrasi karşısında güçsüz, toplumsal meşruiyet
açısından güçlü mü?
Siyasetçiler kendi güçlerini konsolide etmenin peşindedirler ve
güç açıkları varsa oraları doldurmak isterler. Ama bunu nasıl
doldurduğu sorusu demokratik sorunsalın parçasıdır. Yani bunu
demokrasi içinde mi arıyor, demokrasi dışına çıkarak mı arıyor?
Adil olmak gerekirse bence şu andaki durum iki uçta da değil.
Türkiye bir faşizm değil; Türkiye bir demokrasi de değil. Türkiye
çok uzun yıllardan beri olduğu gibi hâlâ deniyor, bir eşik geçmeye
çalışıyor. Hiçbir zaman Batılı bir ülke gibi olmadı, hâlâ da değil…
Ama hiçbir zaman Ortadoğu’dakiler gibi de olmadı, e hâlâ da değil.
Ve şunu da söyleyeyim, hiçbir zaman da olmayacak. Ortadoğu gibi
olmayacağı çok kesin, çünkü Türkiye hiçbir otokratın yönetemeyeceği
kadar karmaşık ve kaotik. Ve küresel. Böyle bir ülkeyi siz
disiplinle, emir vererek, tepeden normlar koyarak falan
yönetemezsiniz. Açıkça söylersem gülünç olursunuz.
‘BAŞARISIZLIK HALİNDE BİZZAT EN YAKINLARI ERDOĞAN’A
FATURA ÇIKARACAKTIR’
Buna mukabil birdenbire demokrasiye geçmek de çok mümkün değil.
Türkiye’nin küresel ortamda birkaç nesil geçirmesi gerekiyor. Şu
anda Türkiye’deki normlar, standartlar değişti ama bunların
siyasete ve kamusal alana yansımasının mekanizmaları yok. Bu
mekanizmaları kurmak için o değişmiş normların sahiplerinin güç
sahibi olması gerekiyor. Şu andaki o yeni normlara sahip gençlerin
50 yaşına gelmesi gerekiyor, tabiri caizse. Yani gerçekçi olarak
bakarsak Türkiye Tanzimat Dönemi'ni devam ettiriyor; aslında hâlâ
dünyaya uymaya, modernliğe bir şekilde adapte olmaya ve bir
demokratik eşiği geri dönüşü olmayacak şekilde geçmeye çalışıyor ve
hâlâ kıvranıyor. Ama bundan da geri adım atmıyor. Hiçbir siyasi
lider de toplumun bu noktadaki duruşunu reddedemez, geçmişte de
reddedemedi ve sahip çıkmak zorunda hissetti kendisini. Liderler
farklı şeyler yapsalar bile, demokratik kriterlere sahip çıkmak
zorunda hissediyorlar; en azından ağızlarından o çıkmak zorunda
çünkü toplum buraları geçmiş durumda.
O halde toplum son zamanlarda olanlara onay mı
veriyor?
Toplumu ne kadar idare edersiniz? Onun cevabı bence şu: Büyük
tehditler varsa demokrasiden sapmalara toplum evet der. 15
Temmuz’da böyle bir tehdit vardı. Peki şu anda var mı? Bana göre
yok. Siyasetçi toplumu tehdidin sürdüğüne ikna ederse toplumun açık
çeki de sürebilir, bu siyasetçinin maharetine bağlı. Ama
siyasetçinin toplumu ikna etme yeteneğinin tıkandığı nokta
geldiğinde, o siyasetçinin ya kendini değiştirmek zorunda
kalacağını, ya da toplum tarafından değiştirileceğini yani kişi
olarak onun gidip başkasının geleceğini düşünüyorum. Toplum
yönetilemez hale gelirse, bunun cezasını –hele şu andaki
cumhurbaşkanlığı sisteminde– kim yönetiyorsa onun önüne koyarlar.
Eğer Tayyip Erdoğan da o noktaya sürüklenir ve problemleri çözmede
başarılı olamazsa, toplumu da ikna edemezse, bizzat en güvendiği
yakınları o masaya faturayı çıkaracaklardır; çünkü siyasetin doğası
bu. Dolayısıyla tekrar şu noktaya geliyoruz. Bu bir sene içerisinde
Tayyip Erdoğan önemli bir sınav verecek –tabii Ak Parti de; hükümet
ayrı, Meclis grubu ayrı, teşkilatı ayrı… Eğer bu bir sene içinde
bir başarı hikâyesi yazabilirlerse toplum öpüp başına koyacak ve
Tayyip Erdoğan yönetmeye devam edecek. Ve etsin de zaten…
Nedir bu bir senede elde edilecek başarının
kriterleri?
Bunların bir tarafı demokratik normlar, hak ve özgürlükler
alanı… İkincisi de ekonomi. Bunlar çok temel. Ekonomi derken,
sadece bir ekonomizmden de bahsetmiyoruz. Yaratılmış bir orta sınıf
var, o orta sınıfın her şeyiyle ayakta kalmasının sağlanması:
Çocuklarının eğitimi, sağlık durumları, ev-bark durumları,
istihdamları… Yani bütün o orta sınıfların yaşayabilirliğini
sağlayabilmek zorunda. Öte yandan sırf ekonomi yöneterek bu işin
olmayacağını da görüyoruz. Toplumda hak-özgürlükler duyarlılığı da
artık öyle yok sayılamayacak durumda. Bunun işaretlerinden biri
genç oyları. AK Parti genç oylarında birinci parti olmaktan
uzaklaşıyor. Çünkü esasen özgürlük alanlarıyla ilgili sıkıntıları
var gençlerin.
‘AK PARTİ’NİN EN BAŞARISIZ YILLARI USTALIK DÖNEMİ
YILLARIDIR’
Bu noktada 16 Nisan’a da geri dönerek söylersek; iki şey
dikkat çekti sonuçlarda: Bir, gençlerin hayır demesi; ikincisi de
büyükşehirlerde, hatta bunların Eyüp, Üsküdar gibi muhafazakâr
siyasetin güçlü olduğu noktalarında da hayır oylarının gösterdiği
performans… Bu durum yakın gelecek için de bir ‘alternatif
arayışı’, bir tür ‘tersine eğilim’ olarak görülebilir
mi?
Evet, bir hoşnutsuzluk olduğu açık. Bunun sırf ekonomiyle ilgili
olduğunu sanmıyorum. Hatta MHP tabanında ekonominin etkisi daha
fazla oldu. Ama AK Parti’ye yaklaştıkça, muhafazakâr siyasetin ne
olduğu ve Erdoğan’ın ne yapmakta olduğuna ilişkin kaygılar ve
düşünceler artıyor. Muhafazakâr camiada, Erdoğan’ın performansının
öyle külliyen beğenildiği bir atmosfer yok. Hatta şöyle bir iddia
bile yapıldı İslami çevrelerde: Eğer o CHP’li vekilin son
dönemeçteki ‘denize dökeriz’ lafı olmasaydı, Hayır çıkardı…
Hollanda olayı –ki biraz manipülasyondur– ve CHP’lilerin yanlış
demeçleri (bu denize dökme hadisesi ile Kılıçdaroğlu’nun yeniden 15
Temmuz’a dönen konuşması) o kritik eşiğe gelmiş olan insanların
yeniden ‘Evet’e dönmesine neden oldu.
Toplam tabloda bir tersine gidiş var mı kısmına gelince: Türkiye
gibi sosyolojik değişimi hızlı olan bir ülkede elinizden kaçıp
gider yüzde 50 gibi çok büyük bir oran… Onu ne eğitimle
tutabilirsiniz, ne dini söylemle, ne milli söylemle… İnsanların
küresel ortamdan etkilenme ve öğrenme durumları, ‘iç piyasadan’
öğrenme durumlarının birkaç misli bugün. Dolayısıyla iki sene
sonraki seçmeni biz şu anda bilmiyoruz bile. O halde senden
beklenen iyi yönetmen. Ve tabii ki yüzde 51 gibi bir oran yönetimi
zorlaştıran bir oran. Ama imkansız kılan değil. Şu anda AK Parti
başarılı olamaz mı? Bal gibi olur. Tayyip Erdoğan da bal gibi
başarılı olabilir. Önünde o imkan duruyor.
Soru şu: AK Parti ve Erdoğan başarıya götürecek yolu seçecek mi?
Çünkü onu seçtiği zaman başka maliyetleri var. Ne mesela? Gerçekten
partiyi çalıştırman, kurumsal yapısına geri dönmen lazım.
Reisçilerden kurtulman lazım, Pelikancılardan kurtulman lazım.
Medyanın üzerindeki baskıyı kaldırman lazım. OHAL’in yanlış
uygulamalarından geri adım atman lazım. Ve ekonomide de dünyada
olmayan faiz teorilerinin peşinden değil aklın peşinden gitmen
lazım. Sırf yap-işlet-devret ile köprü yaparak ve maliyetinin
bilmem kaç misline yaparak toplumda herhangi bir ilerleme
sağlayamayacağını görmen lazım. Popülizmle gidebileceğin bir yer
olmadığını görmen lazım.
Şu andaki performansları itibariyle Erdoğan ve hükümet
bunları yapabilecek gibi görünüyor mu sizce?
Şu anda görünmüyor bence. Tartıştığımız şey de o. Biz
vatandaşız, performansa bakacağız. Son 1-1,5 senelik performans da
bir şeyler ima ediyor. Bu 1,5 sene başarısız bir dönemdir. Ak
Parti’nin en başarısız yılları ‘ustalık dönemi’ yıllarıdır. Yani
öğrenmeden geçirdiği, kendini öğrenmiş saydığı yıllar… Öğrenmeye
devam etseydi, başarıya da devam edebilirdi.
‘MUHAFAZAKÂRLAR İLK ŞANSI TAYYİP ERDOĞAN’A
VERİYOR’
.
Peki bu koşullarda ve muhafazakar çevrelerde sizin
‘hoşnutsuzluk’ sözcüğüyle tarif ettiğiniz bir atmosfer söz
konusuyken yeni bir arayış, yeni bir çıkış, bir yeni siyaset
odağının belirmesi söz konusu mu?
Ben şu anda öyle bir ihtimal olduğunu düşünmüyorum. Tarihin
getirdiği bir noktadayız biz. Tarihin getirdiği nokta bir ‘geri
tepme’dir. Türkiye’yi bir süre daha muhafazakârlar yönetecekler;
ama şu adamla ama bu adamla, ama bu partiyle şu partiyle. Ve yüzde
50’lik bir partiyi de kimse hırpalamak istemez. Dolayısıyla ilk
şans Tayyip Erdoğan’a verilecektir. Bütün AK Partililer o şansı şu
anda ona veriyorlar. Hayır oyu vermiş olanlar bile Tayyip Erdoğan’a
bir açık kart veriyor. Erdoğan bunu becerirse yönetmeye devam
edecek. Eğer yönetemez ise o zaman AK Parti’nin kendi iç
dinamikleri kendi içinde bir çözüm arayacak; ama bu dışarıdan bir
çözüm olmayacak.
Erdoğan partinin tek hakimi haline gelmiş ve onu yeniden
dizayn ederken, mesela bir sene sonra ‘partinin iç dinamikleri’
dediğiniz mekanizmanın harekete geçme şansı olacak mı?
Eğer içerideki dinamiği engelleme yönünde bir mekanizma
çalışırsa…
Şu anda yok mu öyle bir mekanizma?
Şu anda yok, daha dengeli bir durum var. Şu anda içerideki
hoşnutsuzluk kendi iradesiyle de dışarı yansımıyor ya da harekete
geçmiyor. Çünkü bir performans görmek istiyor. Bence bir yıllık bir
kredi var şu anda.
Şöyle de bir yaklaşım var: “Eğer AK Parti’nin içinden
bir muhalefet çıkacak idiyse şimdiye dek çıkması gerekiyordu, bu
saatten sonra geçmiş olsun, Artık AK Parti bir Erdoğan aparatıdır
ve onun içinden bir alternatif çıkamaz…” Ne dersiniz
buna?
Bunu söyleyenler CHP geleneği içinden bakıyorlar bence.
Muhafazakâr geleneğin böyle bir tutumu yok. Muhafazakâr siyasette,
“o insanın önünü kesmeden” alternatif olabilirsin. Yani birisi
çıkacaksa muhafazakâr siyasette, ona hiç kimsenin, “Sen Tayyip
Erdoğan’ın önünü kestin” diyememesi lazım.
Siz 2019 seçimini konuşmak için erken olduğunu
düşünüyorsunuz sanırım?
Şimdi herkes, tüm muhalefet, iktidar ve ortaklarının
sıkışmışlığının farkındalar. Dolayısıyla onun biraz daha görünür
olmasını bekleyecekler. Önceden çıkarak iktidarın işini
kolaylaştırmak istemeyeceklerdir. Bir de tabii şu önemli: Sizin
adım atmanız, bir şey yapmanızdan çok, attığınız adıma toplumun
ikna olması lazım. Zaten var olan bir muhalefetten söz etmiyoruz.
Yeni bir muhalefetten söz ediyoruz. Yeni bir muhalefet iktidarın
bıraktığı boşlukları doldurarak çıkacaktır. Karşımızda Anadolu
denen bir şey var. Anadolu 500-600 bin gazete satışıyla veya toplam
yüzde 10-15 reyting alan haber kanallarıyla yürüyen bir şey değil.
Orada başka bir akıl ve sağduyu var ve oradaki çarklar işlemeye
başladığı zaman, onun önüne geçmek biraz zordur.
Erdoğan’ın etrafında bazı geleneksel devlet güçleriyle
birleşik halde bir yeni statükonun bir tür yeni ‘müesses nizam’ın
oluştuğu yönündeki görüşlere ne dersiniz?
Bu bir eğilim. Ama bu eğilimin gerçekleşip gerçekleşmediğini
zaman gösterecek. Şu andaki Cumhurbaşkanlığı sistemi gibi bir yetki
yoğunlaşması yaratırsanız ve bunu herhangi birine verirseniz, o
kişinin önünde daima statükocu bir alternatif de çıkar. Kim olursa
olsun o yol var orada. Ama o yola girer mi girmez mi henüz
bilmiyoruz. Buradaki problem, AK Parti’nin sıkıştığı nokta bence
şu: AK Parti’nin siyasi hiyerarşisindeki daha üst noktalar, son
dönemde bu ‘statüko’ dediğiniz eğilimi beğenen ve oraya doğru
gidilmesini isteyen insanlarla doluyor. Dolayısıyla bunların
itelemesi o yönde olacaktır. Tayyip Erdoğan bunlara direnecek
midir, yoksa bunlarla beraber mi yürüyecektir…
‘Reisçi’, ‘Pelikancı’ gibi isimlerle anılan kesimleri
kast ediyorsunuz değil mi?
Tabii. Ve de onların etrafındaki oportünist, hem iktisadi hem
siyasi olarak kendi kişisel kariyerleri için oportünizmin yollarına
taş döşeyen insanlar. Bunların içinde laiki de var İslamcısı da
var, Kürdü de var Türkü de var, bürokratı da var işadamı da var,
gazetecisi de var…