Majörler tükendi, minörlere yolculuk

Alanın da verenin de memnun olduğu denklemler genellikle sorunsuzmuş gibi görünmez mi? Ama bir de ne alan ne verenler var. Oyunun dışındakiler. İlhan İrem gibi, oyunu kurallarına göre oynamaktansa kendi yaratıcılıklarını katarak başka türlü şeyler önerdikleri için oyuna giremeyenler, alınmayanlar. Kum havuzunda kendi kendilerine oynayanlar. Yan masadakiler. Güç odaklarınca, vana tutanlarca pastadan daha az pay alması istenenler. Daha az yemesi uygun görülenler. Yazının başındaki “bağımsızlar".

Can Sertoğlu csertoglu@gazeteduvar.com.tr

"Majörler bağımsız sanatçılara daha az ödeme istiyor”.

Bu başlık cümlesini müzik yapımcılarının, yani plak şirketlerinin ana meslek birliği MÜ-YAP’ın başlattığı Müzik Analiz adlı platformun geçen haftaki haber sirkülerinde okudum. Müzik endüstrileri gelişmiş ve olgunlaşmış pazarlarda yayımlanan raporlardan, meslek dergilerinden, müzik sitelerinden vb. mecralardan derlenen haberleri iyi çevirilerle ülkemizdeki okuyuculara ulaştıran bir web sitesi muzikanaliz.com. Türkiye’ye dönüp buradaki sektörde çalışmaya başladığımdan beri eksikliğini hissettiğim ve sorguladığım bir şeydir müzik tarafındaki meslekî yayımlar. Proje kim(ler)in fikriyse, kim(ler) önayak olduysa tebrik ve teşekkür ederim.

Lakin yazının konusu bu platform değil, yukardaki cümlenin de yalın bir şekilde ifade ettiği müzmin mesele. “O yemesin ben yiyicem”in müzikçesi. Buradaki “majör”den kasıt, dünyadaki “kayıtlı” (yani nihai ürün olarak dinleyiciye ulaşan) müzik pazarının yaklaşık yüzde 80’ine sahip ama sayısı bir elin parmağından az dev müzik şirketleri, yani “Major Labels”. On yıllardır varlar, sektörün milenyum sonrası dijitalleşmesiyle birkaç yıl tökezlermiş gibi görünseler de ellerinde tuttukları ve her geçen gün genişlettikleri hakların kapsamları, boyutları ve süreleri sayesinde hem dimdik ayaktalar hem de her zamankinden daha güçlü şekilde kontrol vanalarını çeviriyorlar. Pek çok alanda olduğu gibi kültür-sanat ve eğlence alanında da her şeyin süratle bireyselleşip bağımsızlaşmasına rağmen, dünyadaki kayıtlı müzik endüstrisinin yapısı nedeniyle on yıllarca da var olmaya devam ederler gibi görünüyor. Zira müziğin birtakım sosyal medyanın taleplerine arz, sofralarına meze olmadığı, değer verilerek üretildiği ve değer görerek dinlendiği yıllarda yaratılan eserlerin ve kayıtların büyük çoğunluğunun hak mülkiyeti ilelebet bu şirketlerde. Bu eserlerin (eser ile kastedilen, söz ve bestenin bir araya gelerek ortaya çıkardığı “şarkı”lar, yani fikrî mülkiyet unsuru) “ömürlük”, “asırlık” değerleri olduğu yalnızca benim fikrim değil. Son birkaç senedir aralarında Sting, Bob Dylan, Bruce Springsteen, Paul Simon, Justin Timberlake, Shakira gibi isimlerin de olduğu dünya çapındaki pek çok şarkı yazarının eser katalogları, bu müzik devlerinin edisyon (şarkıların ana iki unsuru olan söz ve bestelerin hak koruma ve yönetimi, satış ve pazarlama, parasallaştırma yetkilerini devralarak ticaret mevkiine koyan yayım kolu) şirketlerince yüz milyonlarca dolara satın alınıyor. Bu tip yatırım hamleleri, sektörün, klasikleşmiş ve çağın bazı akımlarına uygun olma kaygılarından muaf yazılmış şarkılara bakışını ve uzun vadede gördüğü büyük değeri teyit ediyor. Bu yüzden bu devler buradalar ve daha da devleşerek burada olmaya devam edecekler.

Milenyumun başlarında bir ara Napster’ın müzik sektörünün dengelerini altüst ederek devleri geçici olarak “dize getirmesi” (daha ziyade getirir gibi görülmek istenmesi), mp3 teknolojisi ve gelişen veri transferi protokolleri sayesinde dosya paylaşımının hızlanarak kolaylaşması, CD kopyalamanın amatör kullanıcı seviyesinde süratle yapılabilmesi gibi etkenler sonucu “artık dengeler değişiyor” sanılsa da, zaman içerisinde majörler yeni dijital düzene adapte olarak, tehditleri yok ederek, yok edemediklerini satın alarak sektör statükosunu yeniden kendi lehlerine tesis etti ve her şey “normal”e döndü.

Yazıyı sayısal verilere boğup majörlerin finansal ölçeklerini, yıllık ciroları ve kârlarını, dijital müzik servislerindeki paydaşlıklarını, müziğin üretiminden dinleyiciye teslimine kadar sektörün her noktasındaki varlıklarını irdelemeye gerek yok. Bu bilgilere çok daha kapsamlı şekilde Müzik Analiz web sitesinden veya bu konulara biraz daha değindiğim bu yazımda ulaşılabilir. Ama durumlar böyleyken, zaten muazzam seviyelerdeki kârlılıklarını birazcık daha arttırabilmek için yan masadaki ekmek kırıntılarına tenezzül ediyor olmalarına “insan gerçekten hayret ediyor”.

Aslında akıl ve mantık tabii ki hayret etmiyor. Bunlar kapitalist sistemin parçası, halka açık şirketler ve elbette kârlılığı her şeyin önünde tutacak yöneticileri görevlendiriyorlar. Bu yöneticiler de bir yandan kâr gözetir ve getirirken seneler içerisinde birkaç tane önemli, değerli, efsanevîleşecek sanatçıyı şirketin bünyesine katacak kadar şanslı ve/veya öngörülü olabilirlerse onlar da birer efsanevî müzik patronu olarak tarihe geçiyorlar. Ülkemizdeyse yıllarca Unkapanı düsturundan ve kültüründen gelen, özünde “bağımsız” denebilecek mini-majörler mevcuttu ve piyasanın büyük bölümünü kontrol ediyorlardı. Uluslararası devlerin Türkiye temsilcilikleriyse iç pazarda yakın zamana kadar ana şirketlerinin küresel hakimiyetine sahip olmadı. Herhalde ülkenin, sosyal medyanın en verimli vahalarından biri olmasıyla da paralel, Türkiye’deki büyük yaratıcı ve ticari potansiyeli algılayıp son yıllarda buraya büyükçe yatırımlar yaparak pazardaki varlıklarını iyice hissettirmeye başladılar. Bugünlerde, pastadan daha büyük pay almak adına küresel muadillerinin basit formüllerini burada da uygulamaktalar; sanatçıya büyük finansal yatırım taahhüdüyle yurt içinde profilini yükseltme, buna ek olarak uygun isimleri “ihraç ederek” küresel müzik pazarlarına sokarak büyütme vaadi. Yavaş yavaş alanın da verenin de memnun olduğu sonuçlara erişilebiliyor. Akla gelen ve sizlerin de yakından gözlemlediğine inandığım iki güncel örnek: Aleyna Tilki ve Edis. İkisi de Warner Music Türkiye’nin muhtemelen tam da bu vaatlerle bünyesine kattığı ve öyle görünüyor ki şimdilik vaatlerinin altını doldurduğu sanatçılar.     

Peki, bu tabloda hiçbir sorun yokmuş gibi görünüyor. Alanın da verenin de memnun olduğu denklemler genellikle öyle görünmez mi zaten? Ama bir de ne alan ne verenler var. Oyunun dışındakiler. Oyunu kurallarına göre oynamak yerine kendi yaratıcılıklarını katarak başka türlü şeyler önerdikleri için oyuna giremeyenler, alınmayanlar. Kum havuzunda kendi kendilerine oynayanlar. Yan masadakiler. Güç odaklarınca, vana tutanlarca pastadan daha az pay alması istenenler. Daha az yemesi uygun görülenler. Yazının başındaki “bağımsızlar”. İşte tıpkı tek tük yapımcılar ve birkaç plak şirketi gibi oyunu kurallarına göre oynamayı reddeden, sunulan oyunu ilginç ya da eğlenceli bulmayan, kendi bildiği doğruları taviz vermeden uygulayan ve böyle varolan sanatçılar da var. Sayıları çok az olsa ve yaşamlarında pek fazla şeyi değiştirememiş, etkileyememiş gibi görünseler de aslında en kalıcı ve etkili düşünsel ve yapısal değişiklikler onların bu özgün ve müdanasız duruşları sayesinde gerçekleşmiştir. Yazdıkları, söylediklerinin, yarattıklarının etkileri er ya da geç, mutlaka görülür. Çoğunlukla da maalesef çok geç ve ölümlerinden sonra.

İşte tam da böyle bir sanatçıyı, İlhan İrem’i kaybetti Türkiye perşembe günü. Muhtemelen benim ihmalkârlığımdan, kendisinin müziğini ve şarkılarını hem çok yakından bilmiyorum, hem de çok iyi anlayabilecek kadar vakit harcayamadım. Sanırım bir kere dahi içimden gelerek herhangi bir İlhan İrem şarkısı da dinlememişimdir. Bugüne kadar İlhan İrem’den dinlediğim şarkılar ve sözler bana doğrudan hitap edip gönlümde yer etmiş olmasalar da onun “özel” ve “aykırı” duruşunu baktığım mesafeden her zaman sevip cazip bulmuşumdur. Kariyerini ve ününü büyütmek için önüne çıkan fırsatları önemsemeyip veya umursamayıp sektörün talepleri ve gerekleri doğrultusunda pek bir şey yapmamış olması onu nadide bir ayrıkotu kılmıştır benim gözümde. Bu yanını ve daha fazlasını müzik yazarı Yavuz Hakan Tok, aşağıdaki cümleleri barındıran 10 yıl önceki bu yazısında çok güzel anlatmış.

"Biz çekeleye çekeleye ruhunu çıkardığımız, içini boşalttığımız popüler ikonların artık bize ait olmuş bedenlerini otopsi masasına yatırıp hücre hücre ayırmayı, parçalamayı seviyorduk. O ise ruhunu korumak için bedenini sakınıyordu bizden. Bunu bir türlü hazmedemiyorduk.”

Böyle sanatçıları, müzikal üretimlerinden bağımsız sever ve çok önemserim. Kişiyle bağ kurmuyormuş gibi görünürken göze görünmeyen, incecik ama sapasağlam ağlar örerler oysa kitlelerin etrafında. İnsanları kandırmaz, dinleyicilerini aldatmazlar. İlhan İrem’in doğum soyadının ‘Aldatmaz’ olması da ne ilginçtir! Bazen farkında olarak, ama çoğunlukla hiç fark etmeden kendilerini ve hayatlarını daha büyük bir “iyiye” feda ederler. Bu duruş büyük yürek ister ve bugün mumla aranır bir kıymettir.

Bunu anlamayan, bırakın anlamayı, anlamaya çalışacak emeği naiflik, vakti kayıp olarak gören “günün” adam ve kadınlarının, bir gecede duyumsadıkları “tam üzerine bastık” hissinden bir sabah ansızın “çok fena yan bastık” hissine savruluvermeleri işten bile değildir. Geçici oyunlar ve gündelik oyuncaklarla bir dönem coşuveren ışıksızlar ile bir başına inzivada, tavizsiz, oyunsuz, hırssız varoluşlarıyla düşünsel ve sanatsal müesseselere dönüşen ışıldaklar arasında derin okyanuslar vardır. Her ne kadar hâlâ çok uzak ve hayalî görünse de, MFÖ’nün Buselik Makamına şarkısında söylediği gibi “majörler tükendi, minörlere yolculuk” yaparak her anlamda aydınlıklara varacağımız günlerin umuduyla, “ışık ve sevgiyle” kalın.

Tüm yazılarını göster