Aldığı bir yıl üç aylık ceza istinaf mahkemesinde onaylandığı için yakında cezaevine girecek olan barış akademisyeni Füsun Üstel “Makbul Vatandaş’ın Peşinde”(1) adlı kitabında 1908'deki ilk Malumat-ı Medeniye ve Hukukiye ders kitaplarından günümüzün Vatandaşlık ve İnsan Haklan Eğitimi kitaplarına kadar geçen süreçte makbul yurttaş profilinin nasıl oluşturulduğunu incelemişti. Bugün toplumsal ve siyasal alanı iç ve dış düşmanlar ekseninde kurulan paranoid bir dünya tasarımı içinden anlamlandırmaya yönelen ve neredeyse tüm seçim stratejisini bu paranoyayı besleyen bir dil geliştirme üzerine kuran AKP’nin seçmene layık gördüğü “yurttaşlık” mertebesinin ne vaat ettiğini daha iyi anlayabilmek için Üstel’in ilk baskısı 2004 yılında yapılan bu kitabına yeniden göz atmak gerekiyor. Elbette, kitaba dair ayrıntılı bir değerlendirme bu yazının sınırlarını aşacaktır. Ancak Üstel’in 1980 sonrası vatandaşlık bilgisi kitaplarında erken Cumhuriyet dönemi militan yurttaş profilinin bu sefer “boyutları ve aktörleri genişlemiş ve ayrıntılandırılmış bir tehdit ve tehlike algısına karşı seferber” edildiği tespiti, bugün siyasal rakiplerini topyekûn düşmanlaştırma yoluna giden AKP’nin bu “düşman”a oy veren seçmenin iradesini nasıl kavradığını anlamamız açısından da yol gösterici.
Üstel, iç ve dış düşmanlardan oluşan paranoid bir dünya tasarımı yaratan ders kitaplarında çocukların makbul vatandaşlar olarak yetiştirilmesi için öngörülenin bir “olağanüstü hal yurttaşlığı ve yurtseverliği” olduğunu ortaya koyuyordu. Kitaplar, geleceğin “olağanüstü hal yurttaşı” olarak çocuklara “gerçek ya da potansiyel tehdit ve tehlike söyleminden hareketle sürekli teyakkuz” halinde olmayı telkin ediyordu. Bu yurttaşlık anlayışının temel özelliği, Türk-İslam sentezi ideolojisinin eşliğinde, dini düzeni kurmanın, toplumu bir arada tutmanın bir aracı, milletin kurucu unsurlarından biri olarak gören bir bakış açısıyla “itaat”i temel yurttaşlık görevi olarak tanımlayan, pasif bir itaat ve konformizmi hedefleyen bir perspektifti. Üstel, 1985 sonrası vatandaşlık bilgileri ders kitaplarında “’Türklük ve Müslümanlık’tan hareketle inşa edilmek istenen genetik yurttaşlar topluluğunun, tehdit ve tehlike teması aracılığıyla yeni bir dayanışma ekseninde bütünleştirilmesi” kaygısının hâkim olduğunu belirtiyor (295). Aynı zamanda, kaynağı muğlaklaştırılan, uyuşturucu kaçakçılığından çoklu iç ve dış düşman tasavvurlarına kadar alanı genişletilen ve yurttaşı her yandan kuşatan muğlak bir tehlike haline işaret eden bu korku dilinin “militan yurttaşlığın psikolojik boyutunu oluşturduğunu, bu psikolojinin yurttaşlar topluluğunu denetim altına alıp siyasetten arındırmak için kullanıldığını” görüyoruz (301-302). Böylelikle 12 Eylül’ün “olağanüstü hal vatandaşı”, Türkiye 1990’lı yılların sonunda Birleşmiş Milletler'in insan hakları eğitimini geliştirme çabalarına katılarak batının insan hakları literatürünü ders kitaplarına taşıdığında bile, “yurttaşlık eğitimi”ni veren devletin gözünde “milli güvenlik yurttaşlığı” perspektifinin dışına çıkarak sivil ve siyasal bir yurttaşlık mertebesine ulaşamıyor.
Füsun Üstel’in kitabı, adım adım yurttaşlarını korku, itaat, milli güvenlik söylemi içine hapseden ve karşılığında vaat ettiği tek şey bu hayali korku odaklarına karşı güvenliğini sağlamak olan bir siyaset tasavvurunun nasıl örüldüğünü ortaya koyuyor. Bugün yurttaşlarının yarısının oyunu alan siyasal partileri, anamuhalefet partisi de dâhil olacak şekilde, “teröre destek vermek”, “terör yandaşı olmak” ya da doğrudan “terörist” olmakla suçlayan iktidar partisinin bu denli fütursuzca hareket edebilmesinin nedeni de yurttaşlığın böylesine içeriği boşaltılmış, siyasal özne olmaktan uzaklaştırılmış olması değil mi? Belki de temel problem, bu “makbul vatandaşlık” halinin bu denli özümsenmesinde, yurttaşların kendilerine layık görülen pozisyonu, talim ve terbiye edilmesi, doğru yolun gösterilmesi, olmuyorsa da tehdit ve korku yoluyla zapt-u rapt altına alınması gereken bir “çocukluk hali”ni böylesine olağan bir şeymişçesine kabul etmelerinde. Füsun hoca, tam da üzerine düşündüğü ve ürettiği bu “makbul vatandaşlık” halinin dışına çıktığı, “makbul bir akademisyen” olmayı reddederek devletin güvenlikçi söyleminin ve politikalarının yol açtığı insan hakları ihlallerine dikkat çektiği, devletten bu ihlallere son vermesini isteyen bir yurttaş, bir barış akademisyeni olduğu için yakında cezaevine girecek. “Makbul vatandaşlar” ise sınırları şimdilerde terör yandaşı olmakla suçlanan muhalefet partilerine oy verip vermemeye kadar daraltılan bir zeminde hala hiçbir şey olmamış gibi davranır ve sessizce itaat ederlerse, özgürlüklerini koruyabilecekleri, varlıklarını sürdürebilecekleri yanılgısı içindeler. İnsanların siyasal özneler olmaktan vazgeçtiği, eşit ve özgür yurttaşların bir arada yaşama iradesine dayalı bir siyaset anlayışının mümkün ve arzu edilebilir olduğunu görmemekte ısrar ettiği bir dünyada. Nereye kadar?
(1) Füsun Üstel, Makbul Vatandaş’ın Peşinde, İletişim Yayınları, İstanbul, 2004.