Malma İstasyonu’nda 'yalnız değilsin'
Alex Schulman’ın 'Malma İstasyonu' adlı kitabı Zeynep Tamer çevirmenliğinde Timaş Yayınları tarafından yayımlandı.
Bir yerdesin, nerede olduğunun önemi yok. Önemli olan tek şey yalnız olmadığını hatırlamak. Çünkü yalnızsın.
“Hikayeleri tam olarak nasıl bittiyse öyle başlamıştı: Bir yalanla”
Bir hikaye nerede başladıysa orada biter ya da nasıl başladıysa öyle. Genellikle ikili ilişkilerde gösterilen ilk tolerans artık tahammül edilemeyen bir duruma dönüşür. Yani nasıl başladıysa öyle biter. Bir hikaye reddedilerek, istenmeyerek başlamışsa tüm hayat boyu bu istenmeme hali takip eder kişiyi. Özellikle seni istemeyen ebeveynlerinse.
İsveçli yazar Alex Schulman’ın Zeynep Tamer tarafından çevrilen ve Timaş Yayınları tarafından 2024’ün Mart ayında yayımlanan son kitabı 'Malma İstasyonu' böyle bir istenmeyiş hikayesiyle başlıyor. Anne ve babası ayrılmak üzere olan Harriet, onların mutfaktaki konuşmalarına şahit oluyor. Çocukların kimde kalacağı konusunda tartışırlarken annenin de babanın da Harriet’i değil diğer kardeş Amelia’yı istedikleri ortaya çıkıyor. Sebep ise Harriet’ın uyumsuzluğu. Aslında hikaye tam da burada başlıyor ve Schulman daha ilk sayfalarda bizi nasıl bir travmanın içine çekeceğinin sinyalini veriyor. İstenmediğini bilen bir çocuğun gençlik, evlilik ve annelik sürecinde yaşananları anlatıyor okuyucuya. Ve görüyoruz ki aslında çocukluk hep orada bir yerde "çocukluk, adeta modern bir sanat eseri gibi açıklanamaz bir yerleştirmeden ibaret" (s.186). Bu bana Edip Cansever’in bir dizesini hatırlattı okurken "Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk/ hiçbir yere gitmiyor." Tabii ki her zaman gökyüzü gibi mavi ve ferah değil. Çoğu zaman kara ve tekinsiz.
MALMA İSTASYONU'NA YOLCULUK
Kitap boyunca Harriet, Oskar ve Yana’nın hikayelerini dinliyoruz ve bu üçünün birbirleriyle olan ilişkilerini. Başta hemen anlaşılmasa da yazar bu durumu fazla saklamıyor. Okuyucu biraz devam ettikten sonra aralarında nasıl bir ilişki olduğunu kavrıyor. Zaman atlamalarıyla ilerleyen kitap boyunca takip etmek kesinlikle zor gelmiyor. Genelde bu şekilde zaman atlamaları okuyucuya takibi zorlaştırırken Schulman bunu ustalıkla yapıyor. En eski zaman dilimi Harriet’e ait, en yenisiyse Yana’ya. Bu üç karakterin ortak yönleri ise ebeveynlerinden yana sorunları olması ve hepsinin bir şekilde Malma İstasyonu’na yolculuk yapmaları. Hepsinin hikayesi aslında Malma’da birleşiyor, tabii ki farklı zaman diliminde.
Aileden gelen travmalar kişinin hayatında oldukça etkilidir. Aile bazen varlığıyla bazen yokluğuyla kişinin hayatında önemli bir rol oynar. Annenin ve babanın yaptığı bir hata, söylediği bir söz çocuğun kendi ailesini kurarken geçirdiği süreci nasıl etkiler? Aileden miras alınan yaralar ne zaman iyileşir? Kendinden sonraki kuşağa aktarmamak için nasıl bir çaba sarf edilir? Ya da yalnızca hayatta kalabilmek için? Bunlar daha çok psikoloji alanının konuları tabii ki ancak edebiyatta, sinemada, sanatın birçok alanında buna benzer konuların işlendiğini görüyoruz. Aile en karmaşık yapı olarak karşımıza çıkıyor her defasında. Her şeyin başladığı yer bazen bir şeyin bittiği yere dönüşüyor. Bu döngüyü kırabilmek ve içinden çıkabilmek önemli. Çünkü bazen aile içinden sağ çıkılamayacak bir kurum haline geliyor. Alex Schulman da kitapta bu kısır döngüyü çok iyi işlemiş. Hepsinin dönüp dolaşıp geldiği yer olan Malma İstasyonu bile bize bu sıkışmışlığı anlatıyor. Sanırım kitapta en sevdiğim nokta yazarın olayları dramatize etmeden anlatması oldu. Her şeyi bir akış içinde anlatıyor ve gerçekliğini de böyle sağlıyor.
'SEVGİ GÖRMEYEN ÇOCUKLAR SONRASINDA SEVGİLERİNİ GÖSTEREBİLİRLER Mİ?'
Ebeveynler çocuklarının onların duygu durumları hakkında fikir sahibi olmadıklarını düşünürler, anlamayacaklarını. Oysa durum tam tersidir. Çocuklar evdeki mutsuzluğu, gerginliği çok net bir şekilde anlarlar. Bu durum onların içinde hiç geçmeyen bir endişeye sebep olur. İkisinden birine bir şey olursa? Terk edilme korkusu tam da o sıralarda yerleşir çocuğun içine ve bu endişe tekinsizdir, yalnızlıkla doludur. Hayat boyu da silinmez. 'Malma İstasyonu'nda da durum pek farklı değildir. Örneğin bir bölümde Oskar ve Harriet’in ağlayan bebekleri için arkadaşları Bornholm -ki bu ismi sonra bir daha önemli bir yerde duyacağız- şöyle diyor "Ona sarıl (…) Ona sarılabildiğin kadar sarıl" (s.90). Burada yazar önemli bir şeyi fark ettiriyor, hikayenin nasıl gelişebileceğini sezdiriyor. Sevgi görmeyen ya da hissetmeyen çocuklar sonrasında sevgilerini gösterebilirler mi? Kendi yaşadıklarını çocuklarına aktarırlar mı? Bunun için ne yaparlar ya da bir şey yaparlar mı?
Üç ana karakter aile travmalarının içinde kendilerine hayat kurmaya çalışırlar. Fakat hep bir şeyler eksiktir. Üç farklı dönemde Stockholm’den Malma’ya yapılan yolculuk bu eksiği giderme çabasıdır bir anlamda. Bu tren yolculukları, okuyucuya üçe bölünen zamanı tek bir düzlemdeymiş gibi hissettirir. Sanki hepsi o an aynı trenin içindedir. Aslında bir bakıma öyledir de. Çünkü orada yolculuk yapan üç karakter de yanlarında ailelerinden izler taşırlar. Bu yolculuk kırılmak istenen bir döngüye doğrudur aynı zamanda. Sırlar, yalanlar, yarım kalmışlıklar yalnızca kişiyi etkilemez onun yakın çevresindekiler de bu durumdan oldukça etkilenirler. Çünkü bazen sana nasıl davranıldıysa öyle davranırsın karşındakine. Bazense tam tersi. Terkedilmişsen, bağlanırsın ya da bağ kuramazsın. Peki tam bu noktada geçmişi değiştirmek mümkün müdür? Genelde geleceği şekillendirebildiğimiz ancak geçmişin orada kaldığı ve müdahale edemediğimiz söylenir. Yazar burada farklı bir şeye işaret ediyor ve diyor ki "Gelecek çoktan belirlenmiştir, ona etki edebilmek mümkün değildir. Fakat geçmiş değişkendir, her zaman hareket halindedir."
Durum böyleyse eğer geçmişi kendi istediğimiz gibi yorumlama şansına sahip miyizdir? Bu bir kaçış mı yoksa bir yüzleşme mi olur? Belki de oradaki eksiklik neyse onu kabul edip de yola devam etmek gerekir çünkü içindeki eksiklik kabul edilmedikçe büyür ve altından kalkılamayacak bir duruma gelir. Ve içinden hep şunu tekrarlarsın "yalnız değilsin." Harriet, sık sık bu cümleyi söylüyor kendi kendine. Bu cümlenin ve hatta kızının adının nereden geldiğini kitabın sonuna doğru öğreniyoruz ve boğazımızda daha çok düğüm oluyor bu iki kelime. Buradaki "yalnız değilsin" vurgusu bir sığınma alanıdır bir bakıma. Kendi başına ayakta kalabilmek için tutunulan bir tekrarlama. Korüan bir çocuğun kendini teskin etmesi gibi. Sanki ne kadar çok söylersen o kadar yalnız olmayacakmışsın, oysa yalnız olmasan ihtiyaç duyar mısın o iki kelimeye? Madem hikayeler başladığı yere dönüyor o zaman biz de başa dönelim; yalnız değilsin. Çünkü yaşadığımız hiçbir şey tek değil, yalnızca bizim başımıza gelmiyor. Evet yalnız değiliz bu anlamda. Ama yalnızız, o döngünün içinden çıkmaya çabalarken, çıkarken ya da çıkamazken, yalnızız. Önemli olan tek şey yalnız olmadığını hatırlamak. Çünkü yalnızsın.
(KÜLTÜR SANAT SERVİSİ)