McKinsey ile çalışacaklarmış. Sanki, bilgisayar ihalesini verdikleri firmayı açıklıyor. Ahlâken iflas etmiş bir güruh bu. Sizi, bir ahlaki konkordato da kurtarmaz. Firavun’dan betersiniz. Hiç olmazsa o, Musa’nın Rabbi’ne dua edecek kadar dürüsttü. Musa gibi köleliğe başkaldıran bir devrimci de görünmüyor ortalıkta.
Ürkerek, her kelimeyi bir öncekinin peşine hüzünle yerleştirerek yazacağım bir konu seçtim bu hafta: Sofra. Yemek yeme tarzımızı dile getireceğim, sofra ile akıl ilişkisini. Bizi, bir daha ezemesinler diye; elimizi attığımız konu her ne olursa olsun, konular hakkında doğru düşünmeyi birlikte öğrenelim diye, açlığa inat yazacağım. Düşünelim, bir kez olsun aklımız şahlansın, şahlansın ki ümüğümüze oturan şu cahil cesareti gayrı nefes alamasın; aklımızla dalga geçemesin niyetiyle.
Aylardır maaşını alamamış işçinin, ekmeğine katık edecek bir şey bulamayan emekçinin derdi, yüreğimi dağlasa da yazmalıyım. İşçi dostum, canımı dağlayanım sana değil lâfım. Başımın tâcı, gözümüzün yaşısın. Bil ki, kibirli aklımı oracıkta terk edip, artık kuru soğanı bile katık etmekte zorlandığın sofrana kurban olurum.
Attıkları yalanlara tutsak, koca koca adamların yaşadıkları sarayda içilen “ruy-i derya” isimli içecek kadar karikatürize olmuş hâlimize lâfım. Hani şu, fukara halkın, henüz doğmamış yetimin hakkını yiyenlerin lüks içinde yaşadığı sarayda, tamamı ithal meyvelerle yapılan bir içeceğe verdikleri isim ruy-i derya. Tanrı’nın istifa ettiği bir mıntıka.
Açık yapıta özne olunacak post-modern dönemdeyiz. Özne’ye özgüven gerek; özü ile temas gerek. Oysa, özyıkıma kilitli balistik füzeler gibiyiz. Ruh halimiz sofralarımız gibi, arabesk. Sofralarımız gibi, Bedevi ile Batılı arasına sıkışmış. Hani, Fransız'ın şarabın yanında yediği peynir tabaklarının, kahvaltı sofralarımızda endam ettiği sakil bir ruh hâli. Yemek yediğine pişman ettiren, ağdalı ve fakat kültürsüz sofralar.
Düşünsenize, bugün yediğimiz yarın bedenimizde hücre oluyor. Bugün yediğim, yarınki beni oluşturacak! Saygı duyularak yapılması gereken bir iş bu. Bir hayvanın yemek yemesi, kendisi ile arasında hiçbir mesafenin olmadığının anlatımıdır. Avını parçalayan bir aslanın, az önce canlı olan avının etlerini midesine indirirken, canlılığın sürdürülmesi dışında bir hedefi yoktur. “Hayvan gibi yiyor” tanımı ondandır.
Oysa insan, hayır diyebilen bir irade varlığıdır. Bedeni ile arasına mesafe koyabilen; eylemleri üzerine düşünebilen bir canlıdır. Doğan Hızlan’ın şu güzel yazısında aktardığı gibi “Bir adamın uygarlık derecesini, terbiye ve seviyesini anlamak için onunla bir defa bir yemek sofrasında bulunmak kâfidir.”
Hemen hepimiz Batı tarzı sofralarda yemek yesek de, masalarımızda açığa çıkan kodlar fazla doğal, üzücü bir biçimde bencil. Batılı sofra, insanın diğerleri ile ilişkisine verdiği önemin, kendisi ile bedeni arasına koyabildiği mesafenin göstergesidir.
En varlıklı sofralarda bile, kumaş peçete ile kağıt peçete birlikte sunuluyor. Akıllar karışık. Diğerkâm bir düşünme silsilesiyle, “dudaklarıma bulaşanlar sofrayı paylaştıklarımı rahatsız etmesin” niyetiyle kullanılmaya başlanan peçetenin, klasiğidir kumaş peçete. Bizde, ekonomik önlemlere kurban gider bu klasik öge. Masa örtüsü kirlenmesin diye tabağın altına ya da kıyafetlerimizi korumak için yakamıza, kucağımıza yerleştirildiğini zannetmek kaynaklı bir kullanım. Döke saça yeriz ne de olsa! Klasik olanın yokluğundan mütevellit işlevsizliğin, zamanın ruhuna tam uygun faydacı kullanımıdır kağıt peçete. Bunun, İstanbul Contemporary’nin yarattığı hayâl kırıklığından farklı bir şey olduğu sanılmamalı. Klasik sanatı kadük bir toplumun modernize sahtekarlığı.
Bizde yemek, kadın emeğidir ama sofranın başına erkek kurulur. Yemeğe başlamak için en yaşlı erkek beklenir. Belgesel izler gibi! Görgülü sofralarda kadın ve erkek masadaki pozisyonu paylaşır ve yemeğe önce başlaması beklenen kadındır. Sonra, birisi çorbasını içerken bir diğeri tatlıya geçmiş olamaz. Uyum önemlidir. Sofra, bedenlere besinlerin tıkıştırılmadığı, kültürün toplumsal kodlarının nakşedildiği; yaşama, bulunan besine duyulan minnetin deneyimlendiği dirimli bir okuldur. Dik oturulur; çünkü, eller akla ve semâvi olana yükselmelidir. Yanındakinin üzerinden geçerek, diğer uçtaki bir tabağa, tuzluğa ulaşılmaya çalışılmaz. Kibarca rica edilir. Soyut ile somut arasında bir denge çabasıdır. Hatta, ev sahibinin, garsonun, servisten sorumlu kişinin âdeta kutsal olan bu töreni “bitirdin mi?” sorusuyla kesmemesi; töreni beden seviyesine çekmemesi için yemeğini bitirenin çatal ve bıçağını, tabağına İngiltere’de saat 6, Fransa’da saat 5 yönünde yerleştirdiği bir sözsüz hukuktur.
Küçük bir ailenin bile, etrafında oluştuğu; çocukların aileye, içinde yaşadıkları kültür kodlarına, tarihlerine katıldıkları dinamik bir süreçtir “sofra adabı” ile bir sonraki nesle aktarılan. Bu tür hassasiyetler bir zamanlar bizde de vardı, bir yazıda da onları anlatmalı. Günümüzde ise, insan onuruna en yakışan sofralardır Avrupalı sofralar.
Ekranların başında tıkınma tarzı da Batılı bir tarzdır; Amerikan kültür silindirinin üzerimizden geçerken bıraktığı izlerdendir. Dış dünyaya açılma anında “ben de buradayım” deme ihtiyacıdır. Artık, gün içinde de izlemeye geçtik, yaşama katılmıyoruz; rutini tekrarlamayı ‘gerçekten yaşamak’ ile karıştırıyoruz. Fikrimiz yok, olsa da söyleyecek cesaretimiz yok; cesaretimiz olsa da düşünmenin ürünü olan söyleme adabımız yok. Hiçbir kontrolümüzün olmadığı dış dünyaya açılırken, bedenimize yiyecekler tıkıştırırken “merak etme” diyoruz, “merak etme, kontrol bizde” Onunsa algıladığı, derin bir yoksunluk, depoluyor mecburen.
''Birilerinin ördek tüyü üzerine çalışması lazım…'' demişti Enis Batur, kendisine hayran bırakmıştı. Fuzuli gibi görünen konuların, niçin yaşamsal bir öneme sahip olduğunu mahir bir üslupla anlattığı o videoyu izlemenizi öneririm.
Kadınların bulunduğu ortamdaki davranış ve söylemleri, onların bulunmadıkları ortamda asla değişmeyen mangal yürekli erkeklere ihtiyacımız var.