Cumhuriyet’in 100. yılında Cumhuriyet döneminde Türkiye’de müzik üzerine yazarken ve Cumhuriyetimizin 100. yılı kutlanırken yurt dışında olmak tuhaf bir his. Daha da tuhafı, benim için pek tesadüf eseri değil. Şöyle bir 20-25 sene öncesinden ileriye bakıldığında ülkenin Cumhuriyet kazanımlarının zirveyi bulacağı öngörülebilecekken gelinen noktada Cumhuriyet ile elde edilen, faydalanılan ve ülkemizi eşsiz kılan unsurların çoğunun yitip gitmenin eşiğinde olduğu hissiyle yanıp kavrulmak hazin. Bu hislerle Cumhuriyetimizin ilanının 100. yıldönümüne tam 3 hafta kala Türkiye’den ayrıldım. Bu satırları da New York’tan yazıyorum.
Hani bir his vardır; 20. yüzyıl’ın başları hatta 19. yüzyıl’ın sonlarındaki İstanbul’a dair, o dönemde yaşamamış olsa da sanat ve kültürle meşgul veya bunları hayatlarının merkezine oturtmuş, arayan ve soran ruhların paylaştığı bir his. Pek çok yeri ve mekânı olsa da hissin merkez üssünü göstermek gerekirse parmakların ve gözlerin Pera’yı işaret edeceği. İlginçtir, pek çok eksiğine ve sorunlu anlatısına rağmen güncel hafızamıza öyküsünün çarpıcılığı ve yapım değerleriyle derinden işlediğini düşündüğüm Kulüp dizisi de sırtını bu nadide hisse yaslıyor ve gücünü oradan alıyor. Bana öyle gelir ki, bugün bir araya gelerek eğlenen herkes dimağında yitirdiğimiz o eskilere dair imgelerden belli ölçüde barındırıyor. Bahsedilmeden paylaşılan bu hislerse her şeye rağmen eğlenebilmeyi mümkün kılıyor.
Yaşamadığımız dönemlere dair bir şeyler hayal edebilmenin birkaç yolu var. Her şeyden önce kitaplar, ama en etkili mecralar görsel olanlar herhalde: resimler, fotoğraflar, filmler. Resimli/fotoğraflı kitaplarsa belki en kıymetli olanı. Bir yandan öğrenirken görsellerin desteğiyle anlayabiliyor insan geçmişi biraz olsun; anlamak ki, en önemlisi. Zira anlamadan insan kendi yaşadığı dönem ve koşullar dışında yaşananları da yaşayanları da birer hayal ve hayalet gibi değerlendirebiliyor. Yani sanki örneğin 100 sene önce, 1923 ekiminde kimse hiç eğlenmemiş, içki içmemiş, sarhoş olmamış, dans etmemiş, konsere gitmemiş, müzik dinlememiş, ve güncel tabirle “partilememiş” gibi. Oysa biraz gözleri kısarak bakınca asıl partilemenin de eğlencenin de o dönemde şimdikinden çok daha derinden yaşandığını farkedebiliyoruz. Ne de olsa insanın tek malzemesi insan; duygular analog, sesler otantik, iletişim organik.
Kıymetli müzik yazarı ve eski dost Murat Beşer’in tavsiyesi üzerine edindiğim ve müthiş bir kaynak olduğunu düşündüğüm Gökhan Akçura’nın Yıldızların Altında: Cumhuriyet Döneminde Türkiye’de Eğlence Yaşamı kitabında okuduğum kadarıyla, Osmanlı İmparatorluğu ve günümüz Türkiye üzerine çalışan Fransız tarihçi François Georgeon “Cumhuriyet dönemine kadar İstanbul’un gerçek bir gece hayatına kavuştuğu yılın tek döneminin Ramazan olduğunu” belirtiyor ve ekliyor: “Ramazan hem toplumsal hayat hem de eğlence ve gösteriler için gereken serbest zaman anlamına geliyordu”. Ne ilginçtir ki, modern zamanlarda, en azından son 20 seneyi ele alacak olursak mesela popüler müzikte en az işin yapıldığı, en az organizasyonun düzenlendiği dönem Ramazandır. Herhalde zaman içerisinde Ramazan gibi ruhani ve manevi yönü kuvvetli bir dini ibadetin bir miktar bağnazlıkla harmanlanarak eve kapanma ve sosyallikten uzaklaşma ayına dönüşmesi son yılların sosyo-politik ortamını düşününce çok şaşırtıcı değildir.
Buradaki durumdan yola çıkarak Cumhuriyet döneminin özellikle son çeyreğinde ülkemizde müzik nasıldı, neler oldu, nerelerde, kimler tarafından neler yapıldı ve yaratıldı diye bakarken odağımı beni her zaman daha fazla heyecanlandıran, cezbeden ve çeken müzikler, alternatif, derdi olan ve protesto güdüleriyle üretilenler (“protest müzik”); bunlardan bahisle genel odağı böyle müzisyenlerin etrafında tutmayı yeğlerim. Zamandizinsel bir fihrist düzmektense özellikle benim de çocukken şahit olduğum 1980 darbesi ve sonrası dönemde müziğin ve müzik etrafındaki hayatın ruhuna dair bir şeyler söyleyebilmeyi umuyorum. Böylesi bir analize hem bu yazı yetmez hem de bunu çok iyi yapan işinin ehli bazı yazarların eserleri var. Ama son çeyreğe bakabilme için öncesine, yani “Yeni Türkiye”nin popüler müziğini eski Türkiye’nin koşullarının etkileyerek şekillendirdiğini atlamamak lazım.
İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerika’nın gayrikabili rücu etkisiyle şekillenen yeni dünya düzeninin müzik elçisi Rock ‘N Roll okyanusu aşıp bu topraklara sembolik olarak İstanbul Radyosu’unda “Rock Around The Clock”un 1 Aralık 1956’da ilk defa çalınmasıyla düşmüştü. Programın ardından gelen dinleyici yorumlarından birinde bu müzik türünün “marazi bir ruh ifadesi” şeklinde nitelendirildiğini anlatan Gökhan Akçura’nın kitabında bahsettiği ve bir bakıma Türkiye’nin ilk açık hava festivali sayılabilecek Erdek Şenliği ise bundan iki sene sonra, 1958’te düzenlenecekti. Şenlik hakkında o dönemde Burhan Felek’in değerlendirmelerine bakalım:
“Bir avuç Teknik Üniversiteli, Galatasaraylı, Kolejli idealist gencin önayak olduğu Erdek Kültür Şenliği’nin umulmadık tepkisi bize her şeyden önce şunu gösterdi ki, halkımız, yağmura susamış toprak gibi kültüre açtır. İç siyasetin densizlikleri, iktisadi sistemin düzensizlikleri içinde hayattan bezip iyimserliğini yitirdiğini sandığımız şahsiyeti, iyiye, güzele, belki şekere, peynire olduğundan daha hasrettir. Ve yine bu münasebetle öğrendik ki, 'Anadolu operetten başkasını kaldırmaz, melodramdan başka filme gitmez,' zihniyetini yerleştirmeye uğraşanlar bu sözleriyle bunun tam tersi bir gerçeği değil, olsa olsa kendi kâbiliyet ve zevksizliklerini tevil yoluna sapmış, herkesi budala yerine koyan şarlatanlardır. Dümbüllü'den başka tiyatroyu anlayamayacağını söyledikleri bu halk Erdek'te Shakespeare'i, Ionesco'yu büyük bir anlayışla seyretti, sevdi. Göbekten başkasını alkışlamayacağını iddia ettikleri bu insanlar Kuğu Gölü balesini kendinden geçerek alkışladı. 58 Erdek Şenliği’nin başarısı, birçok tatil kentinde şenlikler yapılması için cesaret verdi.”
Bir yanda böylesine ilerici ve özgürleştirici bir bakış açısı varken, önemli edebiyatçılarımızdan Peyami Safa Milliyet gazetesindeki köşesinde “Sallan ve Yuvarlan!” başlıklı yazısında şunları diyordu:
“Ayyaşlara hitap ediyormuş gibi görünen bu emir, yeni dansın, Rock and Roll’un Türkçesidir. İstanbul’da Spor ve Sergi Sarayı’ndaki gösterisi pek parlak olmamış ama Ankara’nın şımarık sosyetesini sarmış diyorlar. Bazı çiftler sokak ortasında rock and roll oynamaya başlamışlar. Emniyet kuvvetleri evvela hoş görmüş; fakat oyun azıtıp da edep ve haya için tehlikeli bir manzara arzedince polis çiftleri dağıtmış”.
Yukarıdakilerin bazı kısımları ne kadar tanıdık ve sanki bugünlerden bir tweet gibi, değil mi? Sanki geçen hafta yapılan bir festivalden bahsediliyor, oysa tam altmış beş sene geçmiş Felek’in yüksek basiretle anlattığı bu etkinliğin üzerinden. Ama biz altmış beş arpa boyu yol alamamış mıyız acaba?
Ardından gelen çılgın 60’lar ve dünyayı saran devrimci akımlara paralel ülkemizde de şarkılar ve sözler eşitlik, özgürlük, kardeşlik temalarıyla dolmaya başladı. Ama Türkiye’de haksızlığa, adaletsizliğe, faşizme, güçlünün mutlak tahakkümüne karşı müzikle ses çıkartmak 12 Eylül öncesi ve sonrasında biraz farklı seyretti. Öncesi sanki daha içkin ve yalın, sonrasıysa daha dertli ve nüktedan ifade biçimleriyle var oldu. Öncesi daha masumane ve korkusuz, sonrasıysa daha pişkin ama temkinliydi. Son darbeye doğru giden 70’lerde, Batıyı saran 68 kuşağının da etkileriyle yavaş yavaş kendini göstermeye başlayan protest şarkılara ve şarkıcı / şarkı yazarlarına rastlanırken, tam protest olmasa da halkçı bir yerlerden beslenen, taşraya göz kırpan ve işçi sınıfını yücelten Barış Manço, Cem Karaca, Üç Hürel, Moğollar gibi Anadolu Pop hatta Rock isimlerin yanı sıra direkt pop söyleyen Hümeyra, Sezen Aksu gibi isimleri de görüyoruz. Bu isimlerin arasında Cem Karaca’nın dilinde, özünde ve sözünde pirüpak bir muhaliflik sezerim. Karaca’nın protest sanatçılığı ideolojik veya politik temellerden çıkan bir duruştansa bir “hayat muhalifi”ninkidir. Başkaldırısının can suyunu vicdandan alan, insanın yanlışlarına karşı bir duruş sergiler. Tahsilli muhalefetin dışlayıcı züppeliğinden, dogmatik prangaların kısıtlarından aridir; kendi halinde, gaileli ve bir o kadar da etkileyicidir.
Yazının sonlarına geldik ama hâlâ 1980’lere, 90’lara ve sonrasına gelemedik; belli ki gelemeyeceğiz. Ziyanı yok; fütursuz bir basitleştirme ve çok kısa bir bahisle son 40-45 yıla şöyle değinilebilir belki: 70’lerin solcu, sosyalist, halktan ve emekten yana duran, kapitalizm-milliyetçilik-militarizm statükolarının karşısına dikilen eylem ve söylemlerin 12 Eylül’de dümdüz edilmesiyle 80’ler ülkemizde sanatsal ve kültürel anlamda eşine benzerine rastlanmayacak tuhaflıklarla geçtikten sonra, belki daha da tuhaf ama Türkiye’nin adeta kendi bedenini tanımaya başladığı “Poplu” 90’lar yaşandı. Ardından da Rock geldi. Anadolu vs. değil, hakiki Rock. Hakikisinin çok kötü-kötü-vasat-iyi-çok iyi parodilerinden mürekkep bu devasa Türkçe Rock dalgasının çok iyi temsilcileri devrimci meşaleyi teslim almış gibi görünüyorlardı. AKP iktidarının başlangıcıyla eş zamanlı olası manidar bu akım, çokuluslu çok paralı çok afralı çok tafralı şirketler, orta seviyeli pazarlama müdürleri ve yaptırdıkları araştırmalar sayesinde yollara (turnelere) çıkartılarak geleceğin tüketicileri, bugünün (o günün) öğrencileriyle buluşturuldu.
Senelerce gazlı ve alkollü içecekler, tütün mamulleri, dondurmalar, otobüs markaları, holding imaj çalışmaları gibi paketli ürünlerin satışlarına hizmet ederken “gençlerle buluşan” devrimci Türkiye Rock müziği ancak son birkaç senedir bağımsızlığını ilan etmiş görünüyor. Konserler, festivaller gırla gidiyor ve hemen hepsi de dolup taşıyor ama ne hikmetse Türkiye gemisi hızla su alıyor ve Cumhuriyet ile inşa edilen güvertesi dibe doğru seyrini sürdürüyor. Kaptan köşkündeyse birtakım gölgeler var ama dümen kimde, yelken kimde belli değil. Cumhuriyet’in resmen 100. yılının kutlandığı bu güzide günde bize has tezatın zirve yaptığı bir durum daha bu.
Evet, müzik marazi bir ruh ifadesidir, o dinleyici haklı. Hele Rock müzik! Punk, metal, evlerden ırak! Senelerce sistematik şekilde hasta edildik, toplumca ağır marazlıyız. Müzikse zaten marazın ifadesi olduğu gibi onunla baş etmeye çalışmanın biricik araçlarından biri. Bu toplumda hâlâ müziğimizi sonuna kadar deneyimleyebiliyorsak bunu Mustafa Kemal Atatürk’ün yüz yıl sonrasını öngörerek tasarladığı, bize en büyük hediyesi, yani Cumhuriyet sayesindedir. Asla unutmamalı, daima anlatmalıyız.
Yaşasın Cumhuriyetimiz, nice 100’lere!