Geçen hafta Selahattin Demirtaş’ın “Biz milletvekili olmamıza rağmen içeri girene kadar canımız çıktı. Geçen gün AİHM’den "derhal orayı tahliye edin" diye tebligat aldık, neyse ki hükümet araya girip tahliyeye engel oldu. Allah muhafaza, az kalsın dışarıyı boyluyorduk” tweeti düştü timelinelara…
Selahattin Demirtaş’ın 24 Haziran seçimleri öncesinde hücresindeki ketıldan attığı tweetlerle başlayan, sosyal medya mitingleri ile devam eden Twitter etkinliği hâlâ sürüyor. Hapishane yönetimi artık Twitter araması yapmıyor hücresinde. Ama “Twitter’ın kuşundan korkanlar, bir yandan da darı ekmeye devam ediyor” onun deyişiyle…
“Az kalsın dışarıyı boyluyorduk” tweetine malum koronun yanıtlarını bir yana bırakırsanız, çoğumuzun ruh halini “Ağlayıp mı gülsek gülüp mü ağlasak!” yanıtı özetliyor. Bu tweet çokça da içerisi neresi, dışarısı neresiyi sorgulattı sanırım ki -yanıtların bir kısmı bunu vurguluyordu- beni Ursula Guin’in Mülksüzlerinin şu satırlarına götürdü: “Bir duvar vardı. Önemli görünmüyordu. Kesilmemiş taşlardan örülmüş, kabaca sıvanmıştı; erişkin biri üzerinden uzanıp bakabilir, bir çocuk bile üzerine tırmanabilirdi. Yolla kesiştiği yerde bir kapısı yoktu; orada yerin geometrisine indirgeniyordu: bir çizgiye, bir sınır düşüncesine. Ama düşünce gerçekti. Önemliydi. Yedi kuşak boyunca dünyada o duvardan daha önemli bir şey olmamıştı. Bütün duvarlar gibi iki anlamlı, iki yüzlüydü. Neyin içeride, neyin dışarıda olduğu, duvarın hangi yanından baktığınıza bağlıydı.”
Mülksüzleri ve hapishaneden gelen mesajları düşününce Odo’yu düşünmeden olmaz. Ursula K. Le Guin, Odo’yu “Devrimden önceki gün” isimli öyküsünde konuşturur. Hani Mülksüzlerde Anarreslilerin hepsinin yüzünü ve fikirlerini çocukluğundan itibaren bildikleri, Urras’tan çıkıp geldikleri Anarres’te kendi anarşist toplumlarını onun fikirlerine uygun olarak kurmaya çalıştıkları Odo. “Devrimden önceki gün” Odocuların Urras’ta yasalara ve ulusal yönetimlere ölümcül darbeyi indirmesinden korkulduğu için hükümet tarafından kendilerine verilen Anarres’e yolculuğunun bir gün öncesidir.
Odo, ya da Laia işte o gün geçmişi ile geleceğinin kesiştiği o gün, geçmişini çağırır ve sonraki gün için bir karar verir. Laia Odo, yıllarını hapishanede geçirmiştir. Hapishanede tanıdığı, aşık olduğu ve evlendiği adamı, Taviri Aesio’yu yine bir hapishanede yitirmiş ve onu hapishanenin mezarlığında bırakmıştır. Taviri öldükten sonra, hareket yenildikten sonra bile Odo hapishanede yazmaya devam eder. Taviri’nin ölümünden sonraki beş yıl boyunca yazdığı, Odocular tarafından Hapishane Mektupları olarak adlandırılan Analogy, bir gardiyan tarafından parça parça hapishaneden çıkartılıp dışarıdaki insanlara ulaştırılmış ve işte böylece Odocular ortaya çıkmıştır. Bunun ne büyük bir cesaret olduğunu söyleyenlere Odo içinden “Başka ne yapmalıydım ki?”, “yapılabilecek başka bir şey mi vardı?” diye yanıt verir.
Mülksüzlerin katıksız bir Odocu olan Shevek’i ise zaman fiziği üzerine çalışır. Maddenin uzayda bir yerden başka bir yere aktarılmasını, yani bir çeşit maddesel olarak zamana bağımlı olmayan mekansal sıçramayı arayan, bunu rekabet için, kendi türünün üstünlüğünü kanıtlamak için isteyen Urraslılara Shevek’in zaman fiziği sadece Yanıtlayıcı’yı verebilir. Yanıtlayıcı maddenin fiziki olarak büyük uzaklıkları aşmalarına yaramaz, ama fikirlerin eşzamanlı olarak büyük uzaklıkları aşmasını sağlayabilir. Shevek’e göre bu, birbirinden binlerce ışık yılı uzaktaki gezegenlerin eşzamanlı konuşması gezegenler birliğini sağlayabilir. Yani insanlığı içeriye ve tabii ki dışarıya kapayan, zamanı ve uzayı aşan bir iletişimi sağlayabilir ve gezegenler birliği için tek ihtiyaç iletişimdir.
Telgraf icat olduğunda, ardından radyo, televizyon ve sonunda internet geldiğinde insanlık hep bu Shevek’in aradığı iletişime yaklaşıldığını var sayar ve “zaman ve mekanın fethedildiği” müjdesi ile karşılar bu teknolojileri. Telgrafın iletiyi taşıyıcıdan bağımsız olarak elektrik sinyalleri ile mekan üzerinde dolaşabilir hale getirmesi, yani Avrupa’dan Amerika’ya okyanusu aşan gemilerle günlerce süren iletinin yolculuğunu birkaç dakikaya indirmesi gerçekten de o zamanın insanları için zamanın ve mekanın fethidir. Sonra radyonun kilometrelerce uzaktaki insanların sesini, televizyonun görüntüleri canlı olarak evlere taşıması, internetin bütün bunları birleştirerek ve süreyi mili saniyelere indirerek yaşamımıza girmesi elbette iletişim devrimi nitelemesini hak eder. Ama zaman ve mekanın bir türlü tamamıyla fethedilemediğini de kabul etmemiz gerekir…
Bugün zaman ve mekan algımızın bundan yüzyıl önce yaşamış atalarımızdan farklı olduğu açık. Teknolojik gelişmenin kolektif olarak zaman ve mekan kavrayışımızı değiştirmiş olmasının ise yeni ilişkiler ve dolayısıyla da yeni iktidar biçimleri üretmiş olduğunu da kabul etmek zorundayız. Bu kavrayış temelinde oluşan yeni ekonomiyi, yeni siyaseti, yeni duvarları, yeni sınırları görmezden gelemeyiz. Sonuçta zaman ve mekanın gelişen teknoloji sayesinde bir parça daha fethedilmiş olması, “küresel bir köy” yaratmamış, küresel bir piyasa ve bu piyasanın kazananı olmak için muktedirlerin kendi aralarında ve mülksüzlere karşı verdiği sonsuz bir savaşı yaratmıştır. Duvarlar ise farklı biçimler alan hapishaneler olarak yerli yerinde kalmıştır.
Ama aynı kavrayış değişikliğinin iktidarlara karşı yeni mücadele biçimleri geliştirebileceğini de gözden ırak tutmamak gerekiyor. İnternetle yeni tanıştığımız dönemlerde Meksika’dan Chiapas’tan çıkıp gelen Zapatista bildirilerinin yarattığı umudu hatırlayın. En önemli silahı sözcükler olan, sözcükleri sürekli olarak tekrar silahlandırmak ve silahsızlandırmak gerektiğini söyleyen Subcomandante Marcos’un şairane dilini, o günlerde “Ya Basta! - Artık Yeter” demenin nasıl da masalsı, düşsel olduğunu… Ve bu masalın ve düşün nasıl da yepyeni bir iletişim aracı olarak kavradığımız, umut ve beklenti yüklediğimiz internetten, mektuplar halinde bize ulaştığını…
Selahattin Demirtaş’ın, gönlü olanların gönüllerini fetheden tweetleri de işte tam buralarda anlam kazanmaktadır. Odo’nun mesajlarını bir gardiyan taşımıştı dışarıya, Subcomandante Marcos’un şairane bildirileri ile Demirtaş'ın esprili tweetlerini ise internet taşıyor. Tam da Shevek’in çok başka zamanlarda ve başka bir gezegende mümkün kıldığı Yanıtlayıcı’yı anımsatan internet. Demirtaş’ın güldürüp ağlatan ve ağlatıp güldüren mesajları içinde olduğu duvarları aşıp dışarıya ya da tam tersi tıkılı kaldığımız içeriye ulaşırken, umudu ve düşü öğretiyor. Bu boşuna değil, çünkü Subcomandante Marcos’un dediği gibi düş göreceğiz demek, mücadele edeceğiz demek anlamına gelir. Ve zamanın ve mekanın tümüyle fethi sadece teknoloji ile imkansızdır, ancak düş görerek, mücadele ederek, onu kavrama biçimini değiştirerek mümkün olabilir.
O halde “düşlerimiz dehşetli güzel” olsun… Hani Shevek’in Urras’a gittiğinde ziyaret ettiği Tau Ceti yıldız sisteminin Urras gezegeninin A-İo ülkesinde doğmuş olan Laia Odo’nun mezarında, taşın üzerinde yazan “Bütün olmak parça olmaktır; gerçek yolculuk geri dönüştür” cümlesi gibi, adaletin dönmesini, Selahattin Demirtaş ve düşünceleri nedeniyle tutsak edilmiş herkesle duvarları aşarak, ne içerisi ne de dışarısı olan bir zaman ve mekanda bir arada olmayı da içersin.