Üç yıllık sessizlikten sonra 49 yıllığına tahsis edilen Sakıp Sabancı Mardin Kent Müzesi Dilek Sabancı Sanat Galerisi'nde 4 Mayıs'ta açılan "Ai Weiwei Mardin'de" sergisi ile, aynı günlerde açılan 4'ncü Uluslararası Mardin Bienali, OHAL koşullarındaki Türkiye'de sanatın da 'OHAL'ini gözler önüne sermesi bakımından, insana 'OHAL' dedirtecek izlenim ve eleştirilere mesken yaratıyor.
OHAL'e rağmen, otelleri ve tur organizasyonları bir süredir aşırı talep gören, medeniyetlerin ve inancın oyma taştan zarafet labirenti Mardin, geçen haftanın son günlerini çoğunluğu İstanbul, İzmir ve Ankara ile Diyarbakır'dan kültür ve sanata adeta 'koşa koşa' gelen yüzlerce insanla karşıladı. Öyle ki, bir gazeteci meslektaşım, yine bir tanıdığının, kendisine Mardin'in 'İstiklâl Caddesi' sayılabilecek Cumhuriyet Caddesi'nde gördüğü bu manzarayı 'Alaçatı'dan farksız bulduğunu' aktarıyordu.
Zira, kültür - sanat destekçileri, bizatihi sanatçılar, akademisyenler ve koleksiyonerler ile, yerli ve yabancı kültür kurumlarının yetkilileri, Sakıp Sabancı Mardin Kent Müzesi Dilek Sabancı Sanat Galerisi'nde 4 Mayıs'ta ziyarete açılan "Ai Weiwei Mardin'de" sergisi ile, aynı günlerde açılışı yapılan 4'üncü Uluslararası Mardin Bienali için buraya geldi. Tabii bu iki belli başlı etkinlik, beraberinde bağımsız, hatta alternatif olma niyetindeki başka sergileri de Mardin'e getirdi.
Bu etkinliklerden sırayla bahsedelim: Yaşamı ve çalışmalarını halen Berlin'de bir tür kültürel sığınmacı olarak sürdüren dünyaca tanınmış aktivist-sanatçı ve 'marka', Çinli Ai Weiwei'nin Akbank desteğiyle Emirgân'daki Sabancı Müzesi'nde izlenen uzatmalı İstanbul sergisi "Ai Weiwei Porselene Dair"'in macerası, bu kez Mardin'de, Sakıp Sabancı’nın vasiyeti üzerine Sabancı Vakfı tarafından restore edilerek müze ve sanat galerisine dönüştürülen mekânda karşımıza çıktı.
Ai Weiwei bilindiği gibi, pek çok ülkede olduğu gibi, Suriyeli sığınmacıların Türkiye'de bölge civarında bulunduğu kamplara da giderek, çeşitli doküman ve izlenimler edinmiş, bunları gerek kavramsal gerekse teknik ve estetik yönleriyle yapıtlarına 'katık' etmişti. Ancak bilindiği gibi sanatçı, bu tür insanî meseleleri birer ticari meta olarak da alınabilecek yapıtları üzerinden piyasaya büyük rakamlar karşılığında sevk ettiği için de, ağır bir eleştiriye maruz kalıyor. Hoş, sanatta toplumsal ve siyasal içerik ve bunun 'markete' sevki, sanat tarihi kadar eski ve çelişkili bir konu olarak, halen onlarca akademik tez ve kitaba konu olmayı da sürdürüyor.
Mardin'deki serginin basın ve protokole yönelik 3 Mayıs'taki ön açılışı, yoğun güvenlik önlemleri altında Vali Mustafa Yaman başta olmak üzere, Sabancı Vakfı Mütevelli Heyeti Üyesi Dr.h.c. Dilek Sabancı ve Sabancı Müzesi Müdiresi Dr. Nazan Ölçer'in katılımıyla gerçekleşti. Sergide, sanatçının İstanbul'daki sergisinden özel bir seçki izleyenlere sunulurken, bir müjde de Dilek Sabancı ve Dr. Ölçer tarafından kamuoyu ile paylaşıldı.
Müzenin kurulmasının merhum Sakıp Sabancı’nın sözü olduğunu hatırlatan Dilek Sabancı, “Sabancı Vakfı, bu tarihi yapıyı aslına uygun olarak restore etti. 2009 yılının Ekim ayında Sakıp Sabancı Mardin Kent Müzesi ve Dilek Sabancı Sanat Galerisi’nin açılışını hep birlikte yaptık. Ne mutlu ki, müzemiz açıldığından bu yana 700 binden fazla ziyaretçiyi ağırladı. Eğitim programlarıyla, on binlerce Mardinli çocuğa ve gence kültür-sanat bilinci kazandırdı. Bugün sizlere Sakıp Sabancı Mardin Kent Müzesi’nin, 49 yıl süreyle Sabancı Vakfı’na tahsis edildiği müjdesini veriyorum. Biz Sabancı Vakfı olarak, müzemize her zamanki gibi en iyi şekilde sahip çıkacağız. Yeniden Mardin’de olmaktan, Mardin’e katkıda bulunmaya devam etmekten mutluluk duyuyoruz. Mardin, Mezopotamya’nın en görkemli şehirlerinden biri. Bu müzeyi açarken hem şehrin kültür yaşamının bir parçası olmayı, hem de şehrin mirasını dünyaya tanıtmayı hedeflemiştik. Bugün sevinçle görüyoruz ki; Sabancı Mardin Kent Müzesi ve Dilek Sabancı Sanat Galerisi, Mardin’i kültür ve sanatın önemli bir merkezi haline getirdi,” dedi.
Ardından söz alan Dr. Nazan Ölçer ise, yeniden kapılarını açan mekânla ilgili olarak, özetle şu vurguyu yaptı: "Binanın mülkiyetindeki belirsizlikler nedeniyle, yeni sergilerin açılması mümkün olmadı. Üç yıl süren bu belirsizliğin ardından, Müze binası 49 yıllığına Sabancı Vakfı’na verildi. İstanbul’da açıldığı günden bu yana büyük coşkuyla ziyaret edilen Ai Weiwei sergisini, Mardinlilerle buluşturmayı arzu ettik. Umuyorum, ziyaretçilerimiz Mardin’in bu büyülü atmosferinde sergilenen eserleri izlerken Ai Weiwei gibi bir sanatçıyı tanıma fırsatı bulacaklar.” Ölçer ayrıca, bu sergiyle birlikte artık Sabancı Müzesi imzalı nice etkinlikle de bölgeye yeni sürprizler yapacaklarının altını çizdi, bir bakıma bunun da sözünü verdi.
Yakın zaman önce ABD, Avustralya ve Avrupa'da da kapsamlı sergilere imza atan Ai Weiwei'ye ait sergide, günümüz sosyal ve siyasal çelişkilerini nazik Çin porselen işçiliğiyle harmanlayan yapıtlar başı çekti. Sabancı Müzesi'nden alıntılayacak olursak, kültürel ve tarihi önemi büyük olan porselen, sanatçının sahicilik, değer sistemlerinin tarihteki dönüşümü ve sanatın toplumsal değişimi etkilemekteki rolü konusunda ortaya attığı temel sorulara bir kapı açma görevi üstleniyor.
Diğer yandan, "Özgürlük İçin Çiçekler" projesine dair yerleştirme ve duvar işlerinin, sanatçının tarihsel değerdeki Urn hanedan vazosunu parçalama anını / 1995 tarihli performansını ayrıca tasvir ettiği Lego ürünü devasa triptik / üçleme duvar çalışması veya üst üste, yine devasa çömleklerden menkul çalışmaları da izleyenlerin ilgisine sunuluyor.
İki ayrı galeri halinde kurumun yeraltındaki mekânlarına dağılan ve 29 Temmuz'a dek görülebilecek kapsamlı sergide bunun yanı sıra, sanatçının "Nehir Yengeci" / He Xei projesinden de bir bölüm, galerinin köşesindeki yerini aldı. Bu çalışma, Çin iktidar partisine dair cüretkâr bir tavrın yansıması olarak alındığı kadar, toplumsal bir sembol olarak sanatçının kariyerinde önemli bir yere sahip.
Öte yandan, serginin Mardin'e taşınması da, Ai Weiwei'nin atölyesinden 12 kişilik bir ekip başta olmak üzere, Sabancı Vakfı'ndan Zerrin Koyunsağan, İsmail Kemal Gürleyik, Hilal Yöney ve Kenan Gökduman'ın katkıları sayesinde gerçekleşiyor. Sergi konseptini Ai Weiwei'nin Dr. Ölçer'le gerçekleştirdikleri bu süreçte ayrıca, Sakıp Sabancı Müzesi ile Sakıp Sabancı Mardin Kent Müzesi'nin toplam altı kişilik bir ekibinin yanı sıra, Londra ve Berlin'den kimi uzmanlar da projeye imzasını atmış bulunuyor.
Direktörlüğünü merhum sanatçı, gazeteci, fotoğrafçı ve yazar Fikret Otyam'ın kızı, küratör Döne Otyam'ın yaptığı 4'ncü Uluslararası Mardin Bienali ise bu yıl yine uzun bir aranın ardından, normalden yaklaşık en az bir yıl daha fazla sonra kent sokak ve tarihsel mekânlarına uğruyor. Üst başlığı gereği "Sözden Öte" bir duruş sergileyen etkinlik, AİCA Türkiye üyeleri Fırat Arapoğlu, Nazlı Gürlek ve Derya Yücel’in küratörlüğünde, yine bu isim sırasıyla gidersek "Sonsuz Bakış", "Beden Dili" ve "Sınırlar ve Eşikler" temalarıyla 11 ayrı mekân ile kamusal alanda, toplam 50 sanatçı ve inisiyatifin çalışmalarını kapsıyor.
Birinci Cadde ve Cumhuriyet Caddesi ağırlıklı olmak üzere, eski kentin ara sokaklarına da taşan bienal, Mor Efrem Manastırı, Mardin Müzesi ve civarı, Meryem Ana Kilisesi, Yıldız Hamamı, Alman Karargâhı, Revaklı Çarşı, Marangozlar Kahvesi, Ferhat Salman atölyesi ve Mardin Sinema Derneği ile Mardin Kadın Emeğini Değerlendirme Vakfı (KEDV) gibi noktalarda yer alıyor.
Çok büyük bir emek dayanışmasının da psikolojik tasarımcısı olan ve bienal açılışına kadar birçok sanatçıyla omuz omuza ter döken küratörler, hazırladıkları sunumda, üst başlığı şöyle tarifliyor: "Sözden Öte”, bakışların, bedenlerin ve mekanların diliyle yaratılan çeşitli ifade biçimlerine yer veriyor ve sanatçılar bunları görünür kılıyorlar ve bunlara dair farkındalık yaratıyorlar; izleyiciler, ifadelerin sanata dönüştüğü, sözün ötesindeki yer’de buluşmaya davetliler."
Öte yandan, bienale katılan imzalar ise şöyle sıralanıyor: Albena Baeva / Ali Emir Tapan / Ana Mendieta / Aslı Bostancı / Aydın Teker / Bilge Alkor / CANAN / Cengiz Tekin / Ceren Oran&Burcu Yılmaz / Chaw Ei Thein / Chris Burden / Çağrı Saray / Didem Erbaş / Eda Aslan / Emre Zeytinoğlu / Fırat Bingöl / Gizem Aksu / Guy Ben-Ner / Hasan Pehlevan / Huo Rf / İhsan Oturmak / İnsel İnal / İpek Duben / Janis Rafa / John Gerrard / Julian Stallabrass / Ken Friedman / Lewis Hine / Leyla Postalcıoğlu / Iliko Zautashvili / Magali Duzant / Mahmut Celayir / Maria Papadimitrou / MERKEZKAÇ / Metin Çelik / Mustafa Avcı / Mürsel Argunağa / Nasan Tur / Özlem Altın / Parastou Forouhar / PELESİYER / Ramize Erer / Romina Meriç / Sara Kostic / Senem Gökçe Oğultekin / Serkan Taycan / Seyhun Topuz / Simon Faithfull / Taner Ceylan / Youssef Nabil.
Bienal için yaptığım 'ilk tur'da, sıcağı sıcağına anılası pek çok yapıt bulunuyor. Bunların ilki, yapıtlarında aşırı gerçekçi olmakla birlikte, fiziksel ve duygusal şiddet ile klasisizm ve romantizmi gerçeküstücülük ile özgün bir 'kokteyl' gibi harmanlayan ressam Taner Ceylan'dan geliyor. Arter, Bilsart, Borusan Contemporary, Diasos, Institut Français Ankara, İKSV ve Müze Evliyagil'in de katkıda bulundukları bienalde, Ceylan'ın tarihi Meryem Ana Kilisesi'ndeki 2016 tarihli tuval çalışması "Acıların İsa'sı", Hz. İsa'yı çarpıcı bir şekilde betimlemekte. Kilisenin özel izniyle sergilenen çalışma, bir de 'mucize' / tesadüfe önayak olmuş.
Ceylan bu süreci şöyle anlatıyor: "Bana bu teklif yapıldığında elimde bu çalışmanın bulunduğunu ve ancak, bir kilisede sergilenirse izin verebileceğimi söyledim. Hikâye daha sonra çok enteresan bir şekilde gelişmeye başladı. Ben bu resmi, "Seni Seviyorum" serimin ilk çıkış resmi olarak yapmış ve 2016'daki Londra kişisel sergimde sergilemiştim. Benim için çok önemlidir bu eserim. Bu resimdeki heykel, İspanya'da bir müzede sergilenmekte. Bunu gördüğüm zaman, heykelin resmini yapma fikri beni çok baştan çıkardı. Zaten çok gerçekçi resim yapıyorum, bu ahşap heykel ise 1600'lü yıllarda yapılmış bir Rönesans heykeli. Resim, o dönemde bu kadar gerçekçi değilken, ahşap ustaları inanılmaz gerçekçi heykeller yapmaya başlamışlar. Böyle bir durum olduğunu öğrendim. Dünyada bu eda ile yapılmış bir sürü Hz. İsa heykeli bulunuyor. Metropolitan Müzesi'nde, Londra National Gallery'de bunları görebilirsiniz. Çok da büyük değiller. Ancak bu resim / heykeldeki özel durum, Hz. İsa'nın acıya hazır olarak beklemesi. Dudakları aralık, hafif de bir şehvet duygusu ile, 'ben daha fazlasını istiyorum' diyor gibi ellerini uzatıyor, teslimiyet içinde, acıya razı, bir kabulleniş içerisinde. Ve ben bu resimden yola çıkarak, serinin diğer resimlerini oluşturdum. Bunu elbette kendi dünyama aktararak yaptım. Döne Otyam da, bu süreçte hemen bir kiliseye başvurdu. Ve kilisedekiler, kendisine bu çalışmanın kendi mezheplerine ilişkin Hz. İsa heykeli olmadığını ve Meryem Ana Kilisesi'ne gitmesini önermişler. Böyle bir hikâye ile karşılaştık. Resmi buraya getirince de, kendisine çok güzel bir sürpriz yapıyor. Ve kilise deposundan gördüğünüz bu heykeli getiriyor. Bana İtalya'dan da bir rezidans programım sırasında bu resmi bir şapelde sergileme teklifi gelmişti, bir şekilde orada da bunu geçiştirdim, ama bu resim burası için yapılmış, sanki bu resim bu heykeli, heykel de resmi bekliyormuş. Ve muhteşem bir ilahî karşılaşma oldu. Her şey yerini buldu ve şu anda karşınızda. Ben tanrısal ilhama ve duygularıma çok inanıyorum. Yol kendini çiziyor. Hayat bu resmi buraya getirdi. Ben bu heykelin imajını ilk önce internet üzerinde görüp çok büyülenerek fotoğrafını çeken kişiyi bulup izin istedim. O da bana fotoğrafı vermek istedi ama, bilgisayarının da hard diski yanmıştı. İnternette gördüğüm görsel çok küçüktü. Aradan altı ay geçti, adam hard diskini kurtardı ve resim senindir dedi."
Bunun yanı sıra, bienalde Mardin Kent Müzesi civarında yer alan İhsan Oturmak imzalı "Sokağın Zoru" adlı düzenleme, eski bir Serçe marka otomobili, Mardin'in inişli çıkışlı daracık 'sokak'larıyla yüzleştiriyor. Son dönemlerde gerek resimleri, gerekse duruşuyla bir çok yerli ve yabancı sanat kaynağının ilgi odağı olan Oturmak, özellikle OHAL sürecinde, gündeme saplanıp kalmış bu ironik yapıtının hikâyesini bize şöyle aktarıyor: "Bundan bir iki yıl önce bir haber izlemiştim. Haberde bir polis, hırsızı Diyarbakır'da kovalıyor. Hırsız kaçarken, dar sokaklara doğru ilerliyor ve bu sırada sokaklar giderek daralınca, araç sokakta devam edemiyor ve hırsız kaçıyor. Araba orada bir yerde barikata dönüşüyor ve polis, hırsızın önünde duruyor. Bu bende bir soru oluşturdu. Aslında 3'ncü Napolyon döneminde işçi sınıfının dar sokaklara hakim olması, Napolyon'un da onları dışarı çıkarmak isteyişi, onlar için hep bir problemdi ve bunun için, mimari bir çözüm aranmaya başlandı ve Alman ekolünden gelen Haussmann tipi yerleşim sistemine başvuruldu. Daha sonra sokakların genişletilmesi istenince, her köşe başına, fabrikalara yakın birer karakol yerleştirilmeye başlanıyor. Maksat, bir isyan çıktığında anında müdahale edilebilsin. Bu hırsız polis olayları sürerken, o dönemde Diyarbakır'da Sur olayları yaşanıyordu. Sur'a giremedikleri için, sokakları genişletmek zorunda kaldılar. Bu olaylar gerçekleşince aklıma şu geldi: Aslında benzer hikâyeler var. Çünkü yeni yapılan Sur projesinde de, her köşe başında bir karakol olacak. Ani çözümler üretmek adına, bir isyan çıktığında oraya müdahale edilebilsin diye karakollar oluşturuluyor. Bu hikâyeler de hırsız polis olayı ile çok yakından ilişkili gibi geldi. Buna kafa yorarken, Çatalhöyük hikâyesini duydum, zaten ister istemez sokağın konumunu merak ediyorsun. Sokağın ne işe yaradığını merak ediyorsun. Acaba sokak, bir şeylere sebebiyet veren bir unsur muydu? Genişliği ve darlığı, demek ki, toplumsal yaşam üzerinde çok etkili bir şey. Derken Çatalhöyük gezilerimde, hiçbir sokak olmadığını ve tamamıyla damdan dama yaşam şekli olduğunu gördüm. İnsanlar orada herhangi bir savaş kalıntısı bırakmamış. En enteresan şey buydu. 1500 yıl boyunca orada yaşamışlar ve sadece kaynaklar tükenince oradan ayrılmış bu insanlar. Bunu düşününce, aklıma 500 yıl boyunca Ortadoğu'da bir savaşın olmadığını hayal etmek geldi. Belki de sokaksızlıkla mümkündü bu. Bir arada yaşamın da bir formülü bu. Aslında savaşlar bence petrolden de önce başladı. Petrol gibi, sokağın kendisi de ortak kullanılan bir şey. Bu ortak kullanım alanları, kamusal alanların artışıyla ilgili. Örneğin Kudüs'ün de Mardin gibi kendine has bir mimarisi var. Bunun kendi içine kapanık olmayla ilgisi var. Bana kalırsa toplumların kendine has birtakım ortak özellikleri var ve biz bu ortaklıkları keşfedemediğimiz zaman, birtakım sorunlara neden oluyor. Örneğin şu an burada henüz, güya hiçbir olay yokmuş gibi duruyor, ama belli biçimde, alttan kıvılcımlar var. Oysa o yüzeysel olarak yaşanıyor ve burada, bir şekilde belli bir süre için engellenmiş gibi görünüyor. Yaşanmamış gibi, şu anda o 'mutluluğun' içinde duruyor. Oysa bu devam ettiği zaman ben çok başka bir şeye dönüşeceğini düşünüyorum. Kudüs meselesi de öyle. Şu anda askıda. Aslında Mardin, Kudüs'ten daha da askıda. Askıdaki ekmek tıpkı askıda barış gibi. İhtiyacı olan gidip, alıyor."
Bienalin Alman Karargâhı olarak anılan noktasında eserini sergileyen 1987 doğumlu Gizem Aksu'nun PVC kare birimlerden menkul şeffaf hakikat 'perdesi' de, bir bakıma İhsan Oturmak'ın bu karanlık (m)izahını etkileşimli bir yerleştirmeyle teyid ediyor. Aksu, "Barınak, Barikat, Tabiat" isimli çalışmasını şöyle anlatıyor: "Gerçekliğin katmanları üzerine, görme biçimlerimizi ve durduğumuz pozisyonda bir şeylere nasıl baktığımızı bize sorduran bir iş bu. Eğer etrafında gezerseniz, özel bir mercek olduğu için her seferinde değişiyor. Ve gerçekliğin ardındaki gerçekliği, hakikatin katmanlarını bilmek üzerine... Ben bedenle çalışan bir performans sanatçısıyım ama, son zamanlarda bu eseri yaparken, şiddetle yok olan bedenler üzerine düşündüğüm için, bedenin yokluğu üzerine çalışmayı tercih etmiştim. İşim kısaca hakikate ışık tutmak üzerine aslında. Akşamın karanlığında buradan yansıyan ışık ve önünden yansıyan gölgeler ve ışık ile karanlık arasında nasıl bir pozisyon aldığımızı, neye nasıl baktığımızı açıkça düşündürmeye yönelik çalışmıştım."
Mardin Bienali'nin bölgede yakın geçmişte yaşanan huzursuzluk ve güvenlik sorunu sebebiyle üç yıldır (aslen ekstra bir senedir) yapılamaması, Oturmak ve Aksu'nun iş okumaları / sunumlarıyla kesişircesine, Diyarbakırlı yazar, şair, sanatçı Şener Özmen'in Istanbul Art News isimli sanat gazetesi için kaleme aldığı ve benimle paylaştığı çetin kritik - metnindeki şu ifadeleri de çağırıyor aslında:
"...Hep olumlu tarafından yaklaşmaya özen gösteriyorum, 4 Mayıs’ta, Kürtler açısından fazlasıyla sıkıntılı geçen bir şiddet döneminden sonra 4.sü düzenlenecek olan bienal, Mardin’i modern sanat lehine merkezileştirmekten önce –bunun mümkün olup olmayacağını tartışmıyorum–, “merkez hali”ne, yani ilk etapta bir hale, bir duruma getirecek, ardından merkez olduğunu ilan edecektir. Mardin, modern sanatın merkezi haline gelebilecek midir? Açıkçası bilmiyorum! Temennim o yönde. Mardin Bienali –bu Dinlerarası Uçurtma Festivali veyahut Geleneksel Mardin Leblebisi Günleri de olabilir–, kentin neredeyse tüm demokratik kanallarının tıkandığı, üniversitesinden, özellikle Yaşayan Diller Enstitüsü’nden bilim insanlarının peyderpey ihraçlarıyla gündeme geldiği bir dönemeçte, “Sözden Öte” üst başlığıyla gerçekleşecek. Sözden Öte, bir sessizlik analojisi gibi, önceki bienal de (17 Ekim-17 Kasım 2014 tarihleri arasında gerçekleşmesi planlanan Mitolojiler), insanlık adına verilen büyük savaşa saygıdan ötürü –Bienal’in kendi şiirsel açıklamasıydı– ertelenmiş ve susmayı tercih etmişti. Şimdi yine susacak, ancak şimdiki suskunluğun, bir öncekiyle kader bağı yok, bu tercih edilen bir suskunluk. Yaratıcıları konuşmayacak ve konu bu coğrafyanın ve bu insanların her beş yılda bir baş aşağı edilen –kısa sürede onaylanan- kaderi olunca, hiçbir şeye dokunmadan pek çok şeye dokundukları izlenimini bile veremeyecekler."
Yine de, sosyal medya üzerinden, "Fon GoGo" isimli ekonomik ve şeffaf bir 'imece' ile kendi bütçesini oluşturmaya da çalışan ve 100'ün üzerinde bireyin gönüllü olarak madden desteklediği 4'üncü Mardin Bienali'ni, Şener Özmen'in eleştirilerine de ifade özgürlüğü açısından koşulsuz saygı duymak adına, bir çırpıda infaz etmemek daha adil olacağa benziyor.
Az önceki bu satırların yazarı Özmen'in de açılışına katılma olgunluğunu gösterdiği Bienalde, ilk bakışta bilhassa anmak istediğim bir çok sanatçı bulunuyor. Diğer yazılarımda bu çalışmalardan detaylı olarak bahsetmek üzere, izninizle şimdilik onların kulaklarını çınlatmak, en iyisi.
Bienalde, CANAN ile eski bir hamamda eserlerini ayrı ayrı ve son derece doğru bir mekân tercihi ile sergileyen Youssef Nabil, Mardin, Diyarbakır ve Batman çıkışlı sanatçı inisiyatifi Merkezkaç'ın (Remzi Sever, Barış Seyit Van, Uğur Orhan, Helin Anter ve Murat Kartal) kentin ürkütücü ev sahipleri akrepler üzerinden (adeta Ai Weiwei'nin sergisindeki yengeçlere de nazire yapan) Alman Karargâhı yerleştirmeleri "Esriklik Anları" ve sanatçı Mustafa Avcı'nın Abdülkadir Gökbalık isimli kanunî tarafından boş bir mekâna çalınıp söylenen videosu "Bienal için curcuna", tekrar tekrar izlenesi çalışmalar arasında.
Yine, akademisyen, eleştirmen, küratör ve sanatçı Emre Zeytinoğlu hocamızın Mardinli 'Teneke ressamı' Karnik Derbekyan'ın hafıza kazısını yaptığı ve yine Alman Karargâhı'nda sergilediği belgesel yerleştirmesi "Karnik Derbekyan'ın sandığı", John Gerrard'ın anarşist bir rüzgârla yansıttığı ve aklıma ondan da önce Çağrı Saray'ın çalışmalarını getiren "Western Flag"i, keza Çağrı Saray'ın yine aynı mekândaki özellikle video işiyle önemli bir empatiye giriştiği "Sonsuz Mesafe" adlı ikili eseri, Ali Emir Tapan'ın biçimsiz bedenleri Revaklı Çarşıya saçtığı isimsiz yerleştirmesi de, tıpkı protokol fikrini kamusal alana saçarak aynı çarşı yolunun ilerisinde gökmavi halılardan ibaret bir alternatif yollar güzergâhı hediye eden Cengiz Tekin'in "Bir Parça Özgürlük"ü gibi, bu 'acil, öncül' sıralamanın öteki imzalarından.
Paralel ve eleştirel/kontra (karşı - bienal) açılışları, diğer yapıt okumalarıyla, Mardin konusuna, bienal süresince de devam etmek niyetiyle...