Marina Abramoviç’i beklerken

Ocak ayında İstanbul’a gelecek Marina Abramoviç’in kapsamlı bir başka sergisi şu sıralar kendi şehri Belgrad’da sürüyor. Sergi, Yugoslavya’nın özgürlükçü döneminde yetişmiş, kimliğine sirayet eden korkuyu yenmek için kendi bedenini acıtmayı seçmiş, her zaman hayret verici ve yaratıcı olmuş bir sanatçıyı ve performans sanatının ne olduğunu anlatıyor.

Cem Erciyes cemerciyes@hotmail.com

Belgrad’daki Çağdaş Sanat Müzesi’nin kapısından içeriye, silah sesleri arasında giriyorsunuz. Bu sizi korkutmuyor, bir çatışmaya değil sadece tedirgin edici bir hesaplaşmaya dahil olacağınızı biliyorsunuz çünkü. Ne de olsa içeride Marina Abramoviç’in ‘The Cleaner’ adlı sergisi var…

Performans sanatının yaşayan en büyük ismi Marina Abramoviç, bu sergiyle uzun bir aranın ardından ülkesine dönüyor. ‘The Cleaner’, 40 yıl sonra ülkesinde açtığı ilk sergi. 31 Ocak’ta İstanbul’da, Sakıp Sabancı Müzesi’nde açacağı retrospektif nitelikli diğer sergi ise bir nevi sanatçının doğduğu topraklara dönüşünün ikinci ayağını oluşturacak.

Marina Abramoviç, Tito’nun Yugoslavyası’nda doğmuş ve büyümüş. Babası ve annesi, Nazilere karşı direnen ve ülkeyi kuran partizanların önde gelen isimleri arasında. Sonraki yıllarda da önemli görevler üstlenmişler. İtibarlı bir ailenin, çocuğuna karşı biraz mesafeli ve sert dünyasında büyümüş. Sergi kataloğundaki röportajda kendisini anlatmaya babasının ona yüzme öğrettiği günle başlıyor. Altı yaşındaki Marina’yı denizin ortasına atıp hiç arkasına bakmadan kıyıya doğru kürek çeken babasının ardından nasıl da boğulmadan yüzmeye çalıştığını hatırlıyor. “Bu, sadece partizanların çocuklarına sert olmayı öğretmeleriyle ilgili değildi. Ben ilk günden itibaren kendi ayaklarım üstünde durmak zorunda olduğumu biliyordum”. Bu anısını tekrar ettiği bir başka yayında, ‘Psychoanalyst Meets Marina Abramovic’ adlı kitapta ise ‘korku’ ve ‘acı’dan söz ediyor. İçindeki korkuyu yenmek için acıyı ortaya çıkarttığını öğreniyoruz. Ona büyük ün kazandıracak ilk dönem performanslarında kendine çektirdiği acı, korkuyu yenmesi ve özgürleşmesinde bir araca dönüşüyor. Çünkü ona göre “Eğer birisi korkuyu yenmek için kendisine acı çektiriyorsa, o zaman acı kabul edilebilir…”

BİR YILDIZ DOĞUYOR

1960’ların sonunda Yugolavya, Bağlantısızlar Hareketi’nin öncüsü ve diğer sosyalist ülkelerden daha özgür bir ortam sunuyor vatandaşlarına. 1970’te sanat eğitimini tamamlayan Abramoviç bu yıllarda Rauschenberg, Jasper Johns, Yves Klein, Jannis Kounellis gibi çağdaş sanatın efsane isimlerinin gelip sergi açtığı bir ortamda yetişiyor. 1969’da Gençlik Sanat Evi’ndeki bir sergide o zamanlar yaptığı resimlerini sergiliyor. Ardından genç Yugoslav sanatına yer veren bir sergi için gittiği Edinburgh’da parmaklarının arasına sapladığı bıçaklarla yaptığı performansı, efsane isim Joseph Beuys’un dikkatini çekiyor.

Beuys’un tavsiyesiyle Roma’da davet edildiği sergi onun sanatçı olarak Belgrad’ın dışına çıkıp, Avrupa’da çok farklı ve cesur bir sanatçı olarak adını duyurduğu bir dönemin kapısını açıyor. Bugün hala ikonik sayılan pek çok performansını bu dönemde gerçekleştirir. Beuys sadece onu desteklediği için değil, sanatçının aynı zamanda bir şaman olduğu fikriyle Abramoviç’i etkilediği için de onun kariyerinde önemli bir yere sahip. Abramoviç’in bedensel acıya ve dayanıklılığa dair tek başına performanslar gerçekleştirdiği ilk dönemi, Amsterdam’da bir başka sanatçı Ulay ile tanışmasıyla sona erer. İki sevgili ve birlikte çalışan iki sanatçı olarak dünyayı gezer, beden ve çevre ilişkisini ele alan, kişisel ilişkilerini kavramsallaştıran işler yaparlar. Bir kapının eşiğinde çırılçıplak karşılıklı dikildikleri ve polis müdahalesiyle sona eren o ünlü performans da bu dönemin ürünüdür. Birbirlerine nefes üfledikleri, birbirlerine çarptıkları, bağırdıkları, tokat attıkları bu dönemi Çin Seddi’ni bir uçtan diğerine karşılıklı yürüyerek bitirirler… 1988’de Ulay’dan ayrıldıktan sonra Abramoviç yine tek başına kalır. Ama bu kez, bir minibüste ‘ruhu ve bedeninden başka sermayesi olmayan’ proleter sanatçı olmaktan vaz geçer. New York’a yerleşir ve buradaki etkili galerilerde, MOMA gibi önemli müzelerde yaptığı işlerle, bugünkü uluslararası ününe ve ‘star sanatçı’ konumuna ulaşır.

TEMBEL BİR RESSAM, CESUR BİR PERFORMANSÇI

İstanbul’da açılacak serginin ev sahibi Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi ve sponsoru Akbank’ın davetiyle gittiğimiz Belgrad’daki sergi sanatçının tüm dönemlerin en önemli işlerinin fotoğraf, video ve bazen canlandırmalarla izleyiciye aktarıldığı kapsamlı bir retrospektif. ‘The Cleaner’ adlı sergi, sanatçının 2010 yılında MOMA’da bir masada oturup karşısındaki ziyaretçilerle tek tek bakıştığı, hatta sürpriz biçimde Ulay’ın karşısına oturduğu bir anın videosuyla performans sanatından çok aşkla alakalı kitlelerin de onu tanımasını sağlayan, ‘The Artist is Present’ adlı performansının bir video düzenlemesiyle başlıyor. Bu iş, müze kavramıyla ilgili düşüncelerinin de bir simgesi olarak girişte duruyor. Ardından 60’larda yaptığı resimleri görüyoruz. ‘Çok tembel bir ressamdım, o nedenle performans sanatçısı oldum’ diye işi şakaya vuran Abramoviç’in az sayıdaki resmi, kavramsal dünyaya adım attığı iki iğneyle tuvale tutturulmuş bir yer fıstığı ile tamamlanıyor.

Ünlü performansları, yani bir Sırp ve Rus oyunundan (Türkiye’de de bilinir) esinlenerek yaptığı elini yaralamak pahasına ritmik biçimde bıçakları parmaklarının arasına sapladığı ‘Rhythm 10’, esinini Yugoslavya’nın simgesinden aldığı bir yıldızı ateşe vererek ortasına geçtiği ve havasızlıktan bayılıp tamamlayamadığı, 1974 tarihli kendi ülkesindeki ilk büyük işi ‘Rhythm 5’, masanın üstündeki şapka, çiçek, zincir, tabanca gibi objelerden yararlanarak izleyicilere kendisine istediklerini yapabileceklerini söylediği 6 saatlik korku dolu performansı ‘Rhytm 0’ ve sesi kısılıncaya kadar bağırdığı, yorulup düşünceye kadar zıpladığı ilk dönem diğer performansları yan yana, izleyiciyi hayretten hayranlığa sürükleyerek sergileniyor. Abramoviç bu performansları ve daha sonrakileri hiçbir zaman prova yapmadan, sonunu bilmeden gerçekleştiriyor. İşlerin hepsi Rhythm adını taşıyor. Abramoviç, sesi ve ritmi çok önemsiyor. Performansa eşlik eden ister çığlık olsun ister bıçakların sesi, izleyiciyi işe çekmek kadar sanatçının kendi ritmini belirlemesi bakımından da önem taşıyor.

.

Ulaylı yılların performanslarının sergilendiği mekanın sürprizi, her gün iki genç sanatçının bir kapı eşiğinde çırılçıplak durması. Bu bölüme girmek için o iki çıplak bedene sürtünüp aralarından geçmeniz gerekiyor. Bir başka bedene dokunmanın, bir çiftin arasında kendi varlığını hissetmenin müthiş tedirgin ediciliği müzeyi gezen herkesin yaşadığı en önemli tecrübe oluyor. Bu sergide Abramoviç’in son döneminde odaklandığı kristaller ve taşlar ile adını Metod koyduğu, izleyiciyi de işe katan performansları önemli bir yer tutuyor. Taşlara onun performanslarında olduğu gibi dokunup, yaslanabiliyor, bir ağır kristal bloğunu çıplak ayağınıza giyip, yürümenin imkansızlığını tecrübe edebiliyorsunuz.

Abramoviç’in günümüz insanını kendisiyle baş başa kalmaya davet eden meditatif işi ‘Counting The Rice’ (pirinç saymak) da bu serginin en ilgi çeken bir başka işi. Çünkü burada hakikaten üstünde pirinç ve mercimek yığını olan bir masaya oturup, önünüze çektiğiniz küçük yığını sayarak zamandan ve mekandan koptuğunuzu hissedebiliyorsunuz…

Güncel siyaset üstüne fazla yorum yapmayan, en azından bu yanıyla tanınmayan bir isim Abramoviç. Bu sergide anlıyoruz ki, anne babasının görüşlerine ve o yitik ülkeye bağlı biri. Yugoslavya’nın kaybını, Balkanların yuvarlandığı şiddet sarmalını acıyla hatırlıyor. ‘Balkan Baroque’ adlı işi çok etkileyici. 1997’de Venedik Bienali’nde anne babasının resimleri önünde, binlerce kanlı hayvan kemiğini silip, Yugoslav halk şarkıları söyleyerek bakır bir havuzda yıkıyor…

Bir savaş kahramanı olan ve Yugoslavya’nın dağılmasını acıyla izleyen babasını 2001’de kaybedince onun arkasından ‘Hero’ adlı bir video yapıyor. Babasına ait özel eşyaların sergilendiği bir vitrinin önünde, daha sonra Marina’nın annesi olacak yaralı genç partizan kadını taşıdığı zaman babasının bindiği gibi bir beyaz atın üstünde dimdik durup, beyaz bayrağını rüzgara bırakırken arkasında Tito Yugoslavyası’nın milli marşı çalıyor... Bu da izleyicide onun ailesine ve geçmişine adadığı etkileyici bir ağıt etkisi bırakıyor.

İSTANBUL PERFORMANSLARI

Marina Abramoviç artık sanat öğrencileri kadar izleyicisini de hedefleyen bir eğitimci. Uzun zamandır yeni bir performans yapmıyor. Ama bırakmış değil. Marina Abramoviç Enstitüsü Direktörü Tanos Argyropoulos bu durumu, ‘yapmış olmak için iş yapmaktan kaçınması’yla açıklıyor. Yeterince iyi ve içine sinen bir fikir bulduğunda tekrar yepyeni bir performansla karşımıza çıkabilir… Tanos Argyropoulos, İstanbul’da Belgrad’a göre daha sakin ve daha katılımcı bir sergi izleyeceğimizi söylüyor. Yine Abramoviç’in en önemli işlerini ve tüm kariyerini göreceğiz. SSM’deki ana serginin bir ayağı da Beyoğlu’ndaki Akbank Sanat’ta açılacak, burada Abramoviç’in kariyerini anlatan dokümantasyon yer alacak. Ama bu serginin en önemli yanı Türkiyeli sanatçıların da işe katılması. Yapılan bir çağrı ve gelen yüzlerce başvuru arasından seçilen sanatçılar, sergi boyunca müzede performanslar yapacak.

Türkiyeli izleyici belli ki hiç olmadığı kadar yoğun biçimde performans sanatının içine dalacak, bu sanatla tanışacak. Nitekim, Belgrad’daki serginin küratörlerinden Dejan Sretanovic’in söylediği gibi, “Marina farklı türleri denedi hayatı boyunca. Onu sevin ya da sevmeyin, ama bu sergi size performans sanatının ne olup olmadığını öğretecektir, bu kesin.”

Tüm yazılarını göster