Türkiye’de 2013 yılından itibaren siyasal rejim üzerine
yoğunlaşan tartışmalar, darbe girişiminin ardından ilan edilen 20
Temmuz OHAL rejimi ve 16 Nisan 2017’deki siyasal rejim değişikliği
adlandırma girişimlerine dönüştü. Siyasal rejimi adlandırmanın
önemli olduğunu, özellikle siyasal özneler bakımından bu rejime
karşı girişecekleri mücadelelerde oluşturacakları strateji
bakımından “çağırıcı” nitelikte olduğunu daha önce vurgulamıştım.
Rejimin istisnai niteliğine ilişkin “ara rejim” ve “plebister
diktatörlük” kavramlarını birlikte kullandım. Fakat AKP’nin
cumhurbaşkanlığı seçimi dahil herhangi bir plebisitte rakiplerinden
fazla “oy” alma olasılığının kalmadığı yeni dönemde “plebisiter”
niteliğini de yitirdiğini söyleyebiliriz. Peki ortada sadece
diktatörlük mü kaldı? Tabii bunu söylemek de politik bir
ajitasyonun ötesine geçmez, çünkü diktatörlük kurumunu açıklayan
temel tarihsellik ve meşrulaştıran bir ilke olmalıdır. Diktatörlük,
cumhuri bir kurumdur, kriz anlarında, krizin olağan yönetimlerce
çözülemeyeceğine karar verildiğinde bütün kurulların yetkileri
krizi çözmek üzerine geçici olarak görevlendirilmiş bir diktatöre
tevdi edilir.
DİKTATÖRÜN MEŞRUİYETİ
Elbette modern devlet bakımından krizler sermaye sınıflarının ve
onun siyasal ortaklarının uzun vadeli çıkarları bakımından ortaya
çıkar. Fakat Cem Eroğul’un An Essay on The Nature of the State
kitabında belirttiği gibi devletin toplumsal üretimin sürmesi için
emekçi sınıflarla, geniş halk kesimleriyle sürdürülebilir bir
ilişki kurması, onların kısa vadeli çıkarlarını kimi zaman koruması
ve bizzat kendi gücünü, devlete ilişkin gücü koruması gibi
işlevleri de vardır. Erdoğan, 2007 yılından beri bu krizleri
manipüle etmeyi ve diktatörlük kurumuna evriltmeyi başarmıştı.
Diktatörlüğünü ise özellikle 2013 Gezi direnişinin ardından sürekli
hale getirdiği seçimlerle meşrulaştırdı. Yapılan her seçimi
Erdoğan’ın oylandığı bir plebisite çevirdi. 31 Mart ve 23 Haziran
2019’a kadar da bunu başardı. Fakat artık bunun tutmayacağı açık.
Geniş halk kesimlerinin desteğini kaybetti, ekonomik kriz ile
sermayeyi kurtarmaya dönük politikaların açık hale gelmesi,
kayırmacılığın ve partizanlığın, bu konularda çok “geniş” bir
görüşü olan Türkiye kamuoyu için bile katlanılmaz hale geldiği bir
evredeyiz. İktidarın resmi ortağı MHP tarafından oluşturulan beka
stratejisi trajikomik bir söylemden öteye geçmiyor; gayri resmi
ortak Vatan Partisi’nin söylemleri ise trajik olanı bile ortadan
kaldıracak nitelikte. Ülkenin bütün varlıkları emperyalist
ihalelere konu edilirken ABD cephesi ve Türkiye cephesi diyerek
AKP’nin muhafızlığına soyunuyorlar. Her iki ortak da AKP döneminin
ürünü mafya liderleriyle poz verme stratejisine daha açık yer
veriyor artık.
'TÜRKİYE'DE DEVLET Mİ KALDI?'
Bütün bunları göz önünde bulundurarak diktatörlüğün kendisinin
bir kriz haline geldiği söyleyebiliriz. Erdoğan’ın artık cumhurî
anlamda bir diktatör olarak görülemeyeceğini de. Bununla birlikte
ülkenin bir yarısının terörist ilan edildiği, düşmanlaştırıldığı ve
bu yarının sürekli büyüme eğilimi gösterdiği bir dönemdeyiz.
Parlamentonun bütün yasama ve denetleme işlevleri tamamen ortadan
kaldırılmış, başka bir denetleyici unsur olabilecek belediyeler
kayyım düzenlemesinin ve ekonomik baskıların altında sıkıştırılmış,
anaakım medya ise bırakın kamuoyunu ilgilendiren gerçekleri yazmayı
ve söylemeyi, iktidara yaranmak için söylediklerinden bile korkar
duruma gelmiş durumda. Bürokrasinin her kademesinde temel şart
liyakat olmaktan çıkarak kayırmacılık ve partizanlığa dayandı;
devlet kurumları, kurum işlevini kaybederek Saray’daki
danışmanlıkların uğrayarak ya da telefonla arayarak “işleri”
hallettikleri bürolara çevrildi. Devleti tanımlayan resmi yazı
neredeyse kaldırıldı. Kamu ihaleleri iş takipçiliği haline geldi.
Kulaktan kulağa yıllardır dolaşmakta olan devlet kadrolarının
parayla satıldığı iddiası bizzat eski bir AKP’li vekil tarafından
dile getiriliyor. Evet diktatörlük kurumu kendini sürdürebilir
olmaktan çıktı ama bir yandan da yarattığı koşullar ağırlaşarak
devam ediyor ve artık herhangi bir meşrulaştırıcı gücü de yok. Bu
durum ülkemizin politik yelpazesinin her kesiminde, absürt bir
ortaklaşmaya yol açıyor: “Türkiye’de devlet mi kaldı?”
sorusuna.
Eski Türkiye’nin muhafazakarları devlet hiyerarşisindeki
bozulmadan, kurumların çürümesinden yakınıyorlar. Demokratlar,
mahkemeler de dahil devlet kurumlarında hiçbir bağımsız kişinin
kalmamasından, devletin Erdoğan’ın mülkü haline gelmesinden
yakınıyorlar, sosyalistler ve hatta anarşistlerin bile ironik
göndermelerle 'devlet mi kaldı' yakınmalarını duymak mümkün. Bu
sonucun açık bir nedeni var. Türkiye’de devlet “herkese” hitap etme
gücünü yitirdi; hukuksal anlamıyla objektif varlığını kaybetti.
Marjinal bir sağ örgüte dönüştü.
Bu durumu birbiriyle bağlantılı iki örnekle açıklamak istiyorum.
Birincisi, bu gece komisyonda görüşülen güvenlik soruşturması ve
arşiv araştırmasına ilişkin kanun teklifi. İkincisi ise bunun
sonuçlarını şimdiden öngörmemizi sağlayacak yerel ve yaygın bir
polis faaliyeti.
GÜVENLİK SORUŞTURMASI VE ARŞİV ARAŞTIRMASI
Kanun teklifi, 676 sayılı OHAL KHK’sini yasalaşmasının ardından
denetlemeyi lütfederek inceleyen ve 657 sayılı Devlet Memurları
Kanunu’nun 48'inci maddesine eklenen “güvenlik soruşturması ve
arşiv araştırması yapılmış olmak” hükmünü iptal eden Anayasa
Mahkemesi’nin kararından hemen sonra geldi. Mahkeme, memuriyete
giriş koşulu olarak konan bu hükmün kanunda açıkça düzenlemediği
için Anayasa'nın güvence altına aldığı hakları ihlal ettiğine
hükmetti. Fakat kanunun memuriyetten çıkarma cezasına ilişkin
bölümüne eklenen “terör örgütleriyle eylem birliği içinde olmak”
hükmünü belirsiz bulmadı ve iptal etmedi. Kerem Altıparmak’ın
öngördüğü gibi kararın hemen ardından gelen kanun teklifi ile kamu
hizmetine “kimlerin girebileceğine ilişkin kararı verme yetkisi”
güvence altına alınacak. Hem de eğer ilk haliyle geçerse kanunların
geriye yürümezliği ilkesini hiçe sayarak yapılacak bu. Çünkü
halihazırda mahkeme sürecinde olan idari işlemler bakımından
mahkeme sürecinin durdurularak kanunun öngördüğü esaslara göre
inceleme yapılacağı öngörülüyor.
Türkiye’de bütün darbe dönemlerinde tartışma konusu olan
güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması hadisesinin ne anlama
geldiğini görmek için tarihsel ve bugün nasıl işlediğine bakmak
yeter. Siyasi görüşleriniz, hakkınızı aramak için katıldığınız bir
barışçıl protesto gösterisi, izlediğiniz film, okuduğunuz kitap,
devam ettiğiniz üniversite, verdiğiniz ders, yazdığınız ders
kitabı, alışveriş yaptığınız bakkal, okuduğunuz gazete, anneniz,
babanız, dayınızın torunu, söyledikleriniz ve söylemedikleriniz…
Her şey arşiv araştırmasında bakılacak olan, Milli İstihbarat
Teşkilatı ve Emniyet tarafından hazırlanacak fişlerin konusu
olabilir. Bu fişlerin bağımsız ve etkilenmesi, talimat alması her
bakımdan yasak olması gereken mahkemelere nasıl ulaştırılacağını
tahmin etmek zor değil. Elbette oluştururken dikkat edilecek
hususları, oluşturanları siyasi ve ticari kanaatlerini de. 12 Eylül
sonrasında “güvenilmez”, “Kürtçü”, “devlete bağlı görünen” ve
“devlete bağlı” olarak dört kategoride fişlenen iki milyon kişinin
dahil olduğu aşiretlerle birlikte yaklaşık dört buçuk milyon
yurttaşın fişlendiğini biliyoruz. Muammer Aksoy’un kendine ilişkin
saçmalık düzeyini aşan iddialarla dolu fişleme hakkındaki ve Bahri
Savcı armağanında yayımlanan yazısı (1), Onur Karahanoğulları’nın
idare hukuku ve anayasa bakımından sorunu analizi (2), Bülent
Tanör’ün Türkiye’nin İnsan Hakları Sorunu adlı klasik eserinde
konuyu ele alışı güncelliğini yitirmiş değil ve bir bakış açısı
geliştirmek için mutlaka okunmalı. Fakat bugün “devlete sadakat”
adı altında toplayabileceğimiz ve Süleyman Soylu’nun kişiliğinde ve
sözlerinde cisimleşen literatür, partizanlık, kayırmacılık ve
devletin açıkça parti-lider ile eşanlama geleceğini savlıyor.(3)
Böylece de Erdoğan ile özdeşleşmeyen her hangi birinin kamu
hizmetine girmesinin kolayca engelleneceği bir “devlet” fikri
meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Bülent Tanör’ün yazdığı dönemde
12 Eylül sonrası Türkiye’de çalışma yaşında olan 12 yurttaştan
birinin fişlendiğini biliyoruz. Bugünkü oranı bilmesek de tahmin
etmek zor değil.
Yukarıda bahsettiğim somut, yerel ve
yaygın polis faaliyeti bu tahmine yardımcı olacaktır. Düşünün,
Türkiye’nin en köklü üniversitesinde bir grup öğrenci özel
güvenlikler tarafından şiddetli ve hukuka tamamen aykırı biçimde
saldırıya uğruyor. Ardından, aynı gün ülkücü gruplar tarafından bir
saldırı daha gerçekleşiyor. Bundan sonra da polis öğrencilerin
derslerden aldığı notlardan, gittiği kurslara, ailelerin ne iş
yaptığına kadar edindiği bilgiler ile öğrencilerin ailelerini
arayıp çocuklarının gösterilere katıldığını söylüyor ve ülkücüleri
zor tuttuklarını ekliyor. Tabii yazı yok artık, telefon var…
Evet tekrar edeyim, uzatmadan. Türkiye’de devlet marjinal bir
sağ örgüte dönüşüyor.