Son yıllardaki her seçimde olduğu gibi bu seçimde de insanlarımızın bir bölümünün cinsel kimlikleri açısından mahkum edilmesine tanık olduk. Şu anda görevde olup olmadığını bilmediğim Dahiliye Nazırı, bir gazeteciyle yaptığı programda şunları söyledi: "Biz bu toprakların çocuklarıyız. Bu topraklarda LGBT diye bir şey var mıydı? Bunun toplumsallaşması söz konusu muydu? Böyle eğilimleri olanlar olabilir ama bunun toplumsallaşması diye bir şey var mıydı? Bu cereyan Avrupa'dan Amerika'dan Türkiye'ye pazarlanmaya çalışılan bir cereyandır. Bunun toplumsallaşması bizim ahlak değerlerimizi ve bu topraklarda ayakta kalmamızı sağlayan aile yapımızı ortadan kaldıracaktır". Yani özetle bu topraklar böyle kimlikleri, ya da onların görünür hale gelmelerini kaldırmaz, Anadolu kültüründe böyle bir vaziyet yok, bunlar bize Avrupa'dan gelip dayatıldı vb.
İnsan bu cümleleri dinlediğinde Türkiye'yi yönetenlerin tarih, kültür, etnoloji alanlarında bilgi donanımının boyutlarını daha iyi anlıyor. Tarihsel gerçeklikler bu kadar ters yüz edilebilir. Dahiliye Nazırının iddiasının tam aksine 'bu toprakların' klasik kültüründe kendisinin nefret diliyle andığı bireyler yaşamın doğal bir parçası olarak görülmekteydi. Sanırım kendisi hiç divan şiiri okumamış. Kendisine İsmet Zeki Eyüboğlu'nun bu konu için bir giriş eseri olan kitabını önerebilirim.[1] Ahmed Paşa (öl. 1497), Necati (öl. 1509), Zati (öl. 1546), Taşlıca Yahya Bey (1582?), Riyazi (öl. 1644), Zekeriya Yahya Efendi (öl. 1644) gibi divan şairlerimizin erkek sevgililerine yazdıkları mısraları okuduğunda küplere binebilir. Hatta belki de bu şiirlerin de basılmasını yasaklatacaktır. Belki de televizyonlarda olduğu gibi klasik edebiyatımızı kontrol edecek bir Klasik Edebiyat Üst Kurulu (KEÜK) atanması zamanı gelmiştir.
Konunun uzmanlarının bildiği üzere o dönemlerde erkek sevgiliye methiye saklanan gizlenen bir mevzu değildi. Osmanlı tarihçilerinin en büyüklerinden biri olan -Künhü’l-ahbâr'ın yazarı- Gelibolulu Âlî Bey'in (öl. 1600) mısralarıyla "Zenne rağbet eder mi âkil olan, Tâb-ı Âli civana mâildir" ya da "Dünya ne kahbedir ben ana zîr-i dest olam, Erlik midir acûze sevüb zen-perest olam"[2] denilebiliyordu.
Dahiliye Nazırının bunlardan haberdar olduğunu sanmıyorum. Muhtemelen Mahmud Gaznevi ile Ayaz'ın aşkı hakkında da bilgi sahibi değildir. Meraklısı Mahmud'un hamamda yıkanırken gördüğü Ayaz'ın güzelliği karşısında nasıl düşüp bayıldığını Feridüddin Attar'ın İlahiname'sinden okuyabilir. Binbir Gece Masallarında erkekler ve kadınların kendi cinslerine yönelik tutkularına dair masalları inceleyebilir. Arap ve Türk müziği tarihinde hermafrodit (hünsa) veya 'efemine' sanatkarların (muhannes) seslerine duyulan saygıyı konu alan araştırmalara da bakabilir.[3] Ki bilindiği üzere muhannes ses (yani kadın-erkek arası ses) Türk makam müziği yorumlarında günümüzde de en makbul olan, halkın en çok ilgi duyduğu sestir.[4]
Bunları okumak, bilmek ya da zaten bildiği bir mevzuyu kabullenmek elbette kişinin kendisinde zihinsel bir değişim yaratmayacaktır. Ancak kamuoyunu, halkı ve gençleri “bu türden ilişki biçimleri, eğilimler, yaşam tarzları bizde yoktu, bunlar bizim kültürümüze ait değiller, Batıdan sirayet ettiler” gibi içi boş sözlerle kandırmaya çalışmanın anlamsızlığına da dikkat çekmeliyiz.
Aslında durum tam tersi. Eşcinsellik (özellikle de erkek eşcinselliği) klasik doğu kültüründe yaygın ve ulemanın itirazlarına rağmen kabul görmüş bir olguyken; Orta ve Yeniçağ Avrupa’sında çok daha büyük bir tabuydu. Batılılaşma öncesi Osmanlı kentlerinde (kırlarında değil kentlerinde) kadın ve erkeğin aynı ortamda bulunmaları hor görülürken; erkekler arası yakınlıkların türlü biçimleri daha doğal kabul edilmekteydi. Mesela bir kadın ile erkeğin birlikte dans etmeleri Batıda sıradanken doğuda kabul edilemezdi. Ama iki erkeğin ‘samimiyet sınırlarını aşan’ dansları normal karşılanıyordu. Bu hususlarda her zaman daha katı 'ahlakçı' olan Avrupalı seyyahlar vaziyetin şaşkın tanıkları arasındadır. Katolik rahip John Covel, 1675 yılında Şehzade Mustafa’nın meşhur sünnet törenine katılmış ve erkekler arası bu tuhaf danslara tanık olmuştu. Covel özetle şöyle anlatıyor: “Saçları kadınlar gibi uzun olan birisi on yaşlarının başında diğeri yirmilerinde olan iki genç Türk (Covel bu terimi Yahudi, Ermeni, Rumlardan ayrı olarak Müslümanlar için kullanıyor) karşılıklı dans ediyorlardı. Akla gelebilecek her türlü çapkınca ve şehvetli figürleri acayip bir hünerle ve sessiz bir edepsizlik içinde icra ediyorlardı. Bu durumu kendi kendime protesto ederken Sardanapalus[5] ve doğudaki efemine sarayların hiçbirinin bunların yanına bile yaklaşamayacağını düşündüm. (Seyredenleri) o kadar eğlendiriyorlardı ki başka bir yerde gösteri yapmadıkları bir gece yok gibiydi. Sultanın önünde özel bir gösteri de yapmışlardı. Raksları vücudu kıvırıp sallamaktan oluşuyordu. Doğunun ahlaksızlığını şaşırtıcı zevk ve sefahat hareketleriyle dile getiriyorlardı.”[6]
Dahiliye Nazırının düşündüğünün aksine eşcinselliğin mahkum edilmesi, hünsa (hermofrodit) bireylerin horlanıp, marjinalize edilmeye başlanması aslında bizde Batılılaşma sonucu yaygınlık kazanan bir olgu. Özellikle Batılılaşma çabalarımızın talihsiz biçimde Viktorya Çağının inanılmaz katı ahlakçılığı ve aileyi (aslında çalışacak nüfus arttırma çabalarını da diyebiliriz) yüceltme dönemiyle çakışması bu sonucu doğurmuş gibi. Buna elbette otoriter aile reisi etrafında kümelenmiş bol çocuklu, askeri kültürün hakim olduğu Prusya aile tipinin etkisini de ekleyebiliriz. Zaten Dahiliye Nazırı geçmişte bu tür ilişkilerin aileleri parçaladığını falan sanıyorsa da yanılıyor. Zira Batılılaşma öncesinde ‘mahdumperestlerin’ çoğu aynı zamanda gayet 'normal' aile babalarıydı da. Ama kadınların yaşamda daha çok görünür hale gelmesi ve sosyal yaşamın Batıda olduğu üzere kadın-erkek cinsiyetinin birlikte görünebildiği bir şekle bürünmesi erkeklerin kadınlara kapalı olan sosyal yaşam biçimini radikal biçimde değiştirdiğinden toplumun erkekler arası ‘samimiyetin boyutlarına’ bakış açılarını da değiştirmiş görünüyor. Her hâlükârda durum Dahiliye Nazırının düşündüğü gibi gelişmiş değil.
Elbette Dahiliye Nazırı bu eğilimler hiç yoktu demiyor. Onun şikayeti görünürlük örgütlülük ve bilinçlilik konusunda yaşanan değişimle ilgili; yani var olsunlar ama görünür olmasınlar demek istiyor. Ya da 'var olsunlar ama var olduklarına kendileri de utansın, yanlış yolda olduklarının farkında olsunlar, kimlikleriyle, yaşamlarıyla gurur duyma hatasına düşmesinler' demek istiyor herhalde. Konunun hukuki boyutu benim alanım değil. Dahiliye Nazırı tam olarak ne hedefliyor onu da bilemem. Ama yaptığı yorumların yani görünürlülük ve örgütlülük üzerine söylediklerinin tarihimiz ve kültürümüz açısından hiçbir anlamı olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim.
Yani elbette kastedilen modern anlamda dernekleşme faaliyetleriyse, elbette bu tarz örgütlenme biçiminin Batıdan geldiği doğru. Tıpkı II.Mahmud devrinde kurulan Dahiliye Nezareti ya da Tanzimatta şekillenen polis teşkilatının da Batıdan gelmiş olması gibi... Bu arada hoşgörüsüzlük iklimine dair bütün suçu Batı kültürüne yükleyip meselelerin içinden sıyrılamayız. Zira bizim deminden beri övdüğümüz Osmanlı/Doğu toleransının da kendine has handikapları vardı. Ortazamanlar kültüründe cinsel ilişki yaşları (heteroseksüel ya da homoseksüel fark etmez) modern kıstaslara göre hayli erken yaşlarda başlamaktaydı. Evlilikler on-oniki yaşına kadar geri gitmekteydi. O nedenle doğuya özgü, hoşgörülen eşcinselliğin de genellikle yetişkin erkeklerle buluğ çağına henüz ermiş; hatta ermemiş çocuklar arasında yaşandığını unutmamalıyız. Bu açıdan günümüzde bambaşka bir kültür evresinde yaşıyoruz ve cinsel kimlik meselesini tabii olarak yetişkinlerin dünyasının bir parçası olarak tartışıyoruz. Dahiliye Nazırının hedef tahtasına koyduğu dernekler de konuyu yetişkinler arası bir kulvar içinde tartışmakta ve bu şekilde tartışılmasının sebebi de pek kötülenen Batılı değer yargılarının kabulü...
Dahiliye Nazırının geçmişimizde var mıydılar dediği insanların kültürümüz ve tarihimizdeki yerleri konusuna geri dönersek. Bir süredir Yeni e Dergisinde Arap şiirinin en büyük temsilcilerinden biri olan ve birçok niteliğinin yanı sıra biseksüel kimliğiyle de tanınan Ebu Nuvas (öl. 810)[7] hakkında yazı dizisi kaleme almaktayım. Aslında bu konuyla yıllar önce ilgilenmeye başlamıştım, 2012-2013 gibi. Ancak o dönemde bu araştırmayı tefrika ya da bütün olarak yayınlatmayı başaramadım. Gerçi aradan geçen bunca seneden sonra da Ebu Nuvas hakkında fazla araştırma yayınlanmadı. Olanların çoğu da oldukça yanlı ve pejoratif. Bu yazılar okunduğunda bilimsel makale yazdığını iddia edenler ile Dahiliye Nazırının suçlayıcı bakış açısı arasında bir fark olmadığı görülmekte. Örneğin Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisinde Ebu Nuvas maddesini kaleme alan Nasuhi Ünal Karaaslan’a göre Ebu Nuvas “içki ve kaba zevklere düşkün bir hedonist ve sapıktı.”[8] “Kişisel bunalımın sebebi de hafifmeşrep bir kadının oğlu olması ve ahlakdışı hayat yaşamasıydı.[9]
Bunlar bilimsel olduğu iddia edilen bir ansiklopedinin metinleri... Subjektif kısmını atlasak bile Ebu Nuvas gibi bütün şiirlerinde açık biçimde yaşam sevincini yansıtmış, şarap ve sofra eğlencelerinden söz etmiş, biseksüel kimliğini de hiçbir zaman gizlememiş; kimseye özel yaşamından dolayı hesap verme gereği duymamış, alaycı nüktedan kimliğiyle tanınan bir şairin hangi gerekçeyle ‘kişisel bunalım’ içinde olduğu iddia edilmiş anlayamadım. Yani bu türden bir yaşam sürmek kendi başına kişisel bunalım anlamına mı gelmekte?
Neyse ben bu derlemeyi yayınlatmakta on seneden fazla geciktiğim için arada geçen sürede neler yazılmış çizilmiş diye bakıyorum elbette. Yeni yayınların suçlayıcı dili ne yazık ki Diyanet Ansiklopedisini de geçmiş durumda. Örneğin İlahiyatçı/araştırmacı Emin Uz şu başlıkta bir makale yayınlamış: “Klasik Türk Edebiyatında İzleri Görülen Marjinal bir Edip: Ebû Nuvas”[10]. İlk olarak başlıktaki ‘marjinal’ tanımı dikkatimi çekti. Hükümet adamlarımızın beğenmedikleri her türden insan için kullandıkları söylemi anıştırıyor. Yazarın ‘marjinal’ tanımlamasına önem verdiğini görüyoruz. Mesela yazara göre –yukarıda bahsi geçen- Zâtî ve şair Sürûrî (öl. 1814) gibi dönemin “marjinalleri” de Ebû Nüvâs’ın üslubunu kullandıkları gibi kendisinden iktibaslarda da bulunmuşlar. Yani bizim divan şairleri de kendi dönemlerinin ‘marjinalleriymiş’.
Yazar Ebu Nuvas’ın ‘marjinal’ biri olduğuna nasıl karar vermiş bilemiyorum. O dönemde Ebu Nuvas gibi şarap (hamriyat), eğlence ve cinsel/eşcinsel içerikli şiirler yazan öylesine çok şair vardı ki şahsen ben Ebu Nuvas’ta hiç de ‘marjinal’ bir yan görmüyorum. Abbasi döneminde Arap şiirinde ‘marjinal’ birileri aranılacaksa bunlar herhalde aşktan, şaraptan ve cinsellikten hiç söz etmeyip sadece dini metinler kaleme alan şairler olabilirdi ancak. Zaten Emin Uz da bunu tasdikliyor: “ (Ebu Nuvas) İslâmî ilimler alanında da kendisini yetiştirmiş marjinal bir kişiliktir” dedikten hemen sonraki cümlesinde “Ebû Nüvâs bütün özellikleriyle yaşadığı dönemin ruhunu temsil etmektedir”[11] diyor.
Türkiye’de akademik yazımın bir krizde olduğu ortada. Bir kişi aynı anda hem ‘marjinal’ hem de dönemin ruhunu yansıtan kişi olamaz. Belki de bu marjinal derken ne kast ettiğimizin karışmasıyla ilgili bir durumdur. Benim bu yazıdan anladığım Ebu Nuvas’ın kendi dönemine göre değil bugünkü ‘muhafazakar’ bakış açımıza göre marjinal olduğu. Yazar, Ebu Nuvas’ın Türk divan şiiri üzerindeki ‘menfi’ etkisinden de bahsetmekte. Bu menfi etki şairin mücûn (müstehcen) konuları ele almasıymış. Şöyle deniyor: “Osmanlı Dönemi’nde edebî dil olarak Farsça’nın kullanımı ve üçlü bir etkileşim içerisinde Arap-Fars-Türk edebiyatlarının literatür paylaşımı sadece müsbet temalarda değil mücûn gibi menfi içeriklerde de kendisini göstermiştir.” Kime göre, neye göre menfi etki diye sorabiliriz. Buna kim karar veriyor? Bu bilimsel bir makalenin konusu olabilir mi diye sorularımızı artırabiliriz.
Yazının devamı akademinin içinde bulunduğu durumu göstermesi açısından daha da vahim. Bir yerde yazar şu yorumu yapmış: “Ebû Nüvâsın nükteleri de mizacına paralel olarak büyük oranda ahlak dışıdır. En uç örnekleriyle fuhşiyât ve sapık ilişkiler, şarap, lûtilik, hazcılık, dini simgelerle, ahlâkî ve mânevî değerlerle istihza gibi temalar onunla ilişkilendirilen hikâyelerin başlıca temalarıdır” deniliyor. Bu subjektif yorumları atlıyorum. Başka bir yerde Ömer el-Verrâk (öl.853), Hüseyin b. Dahhâk el-Hâlî (öl. 864), Vâlibe (öl. 786) gibi şairler doğru inanca davet etmek yerine dini konuları alay yoluyla dillerine dolamışlardır” denilmekte. Yani şairlerin insanları ‘doğru inanca’ davet etmek gibi bir ödevleri mi bulunmaktadır, doğru inanç nedir? diye sorabilirim. Başka bir yerde yazar şöyle demekte: "Ebû Nüvâs’ın, kendisi marjinal, kaleme aldığı Dîvân’ı ise tuhaftır. Çünkü bu şair edepsiz hikâye ve uygunsuz anekdotların gölgesine vaaz ve ibret dolu hikayeleri ustalıkla gizlemiştir.”[12] İyi de bu yöntem klasik çağların olmazsa olmazıydı ki. Bu cümleler bire bir olarak Mevlana’nın Mesnevi’si için de söylenebilir. Mesnevi doğru davranışı överken çok sayıda cinsel içerikli örnek verir. Bu durumda Mevlana da “marjinal” Mesnevi de “tuhaf” ilan edebilir mi?
Öte yandan bu yazının ilginç bir noktası da Türk edebiyatında müstehcenlik ve eşcinsellik çağrışımlı temaların Arap ve Fars edebiyatı etkisiyle ortaya çıktığını ileri sürmesi.[13] Bunu bilemiyorum. Yani Türkler Arap Fars edebiyatından hiç etkilenmeselerdi müstehcen bir edebiyata sahip olmayacaklar mıydı? Yazara göre sahip olmayacaklardı gibi... Demek ki bu mevzularda Dahiliye Nazırı gibi hemen her durumda Frenkleri suçlamamak lazım.
NOTLAR:
[1] Bu kitap, yazıldığı dönemdeki jargon nedeniyle talihsiz bir ada sahip olsa da kimseyi küçümsemeyen bir içeriğe sahiptir. Bkz. İsmet Zeki Eyüboğlu, Divan Şiirinde Sapık Sevgi, Turan Matbaası, İstanbul 1968.
[2] Eyüboğlu, a.g.e.s.72-73.
[3] Everett K. Rowson, “İlk Dönem Medîne’de Efemineler” Çevirenler: Ahmet Hakkı Turabi ve Erhan Özden, Rast Müzikoloji Dergisi Cilt III, Sayı 1 (2015), s.1-31.
[4] Dahiliye Nazırı konu ne olursa sonunda mutlaka uzun uzun oh çektiğinde benim aklıma hemen makam müziğimizin en renkli yorumcularından Bülent Ersoy’un “sefam olsun oh oh” şarkısı geliyor.
[5] Cariyeleri ile yaptığı sefahat alemleriyle tanınan efsanevi Assur kralı.
[6] John Covel, Bir Papazın Osmanlı Günlüğü, Saray Merasimler ve Gündelik Hayat, çev. Nurten Özmelek, Dergah, istanbul, 2017, s.141-142.
[7] Ebu Nuvas ve Abbasi Dönemi Arap Şiiri başlıklı yazı şu ana kadar dört bölüm halinde yayınladı: Bkz Yeni e Sayı 71-72-73-74; https://yenie.net/ebu-nuvas-ve-abbasi-donemi-arap-siiri-ii/
[8] Nasuhi Ünal Karaaslan, “EbûNuvas” DİA Cilt 10, TDV Yayınları, İstanbul, 1994, 205.
[9] Karaaslan, age, 206.
[10] Emin Uz: “Klasik Türk Edebiyatında İzleri Görülen Marjinal bir Edip: Ebû Nuvas” Bilimname 47, 2022/1, 343-376.
[11] Uz, age,s.343.
[12] Uz, age.s.350.
[13] Uz, age.s. 356-357.